Haber / Yorum / Bildiri

Yeni bir atılım dönemi – Bölüm: 4 / TKP yeniden nasıl ayağa kaldırılır?

Tarihle yüzleşmek

Türklerin kendi tarihleriyle yüzleşmesi acilen yapılması gereken bir görevdir. Türklerin tarihiyle yüzleşmesi demek, üzerinde yaşadıkları toprak parçasının, Anadolu ve Rumeli’nin (Trakya’nın) dününü ve bugününü eleştirel olarak sorgulaması, Anadolu ve Rumeli’nin kadim halklarıyla barışması, Türkiye olgusunun çok iyi kavranması demektir. Yüzleşmek, Türk toplumunun kendisini tanıması, ülkenin ve toplumun etnik, sosyal, dinsel, sınıfsal yapısını görmesi, diğer halkların, inanç gruplarının mücadelesinin haklılığını ve onlara yapılan haksızlığı, zulmü anlaması bakımından çok önemlidir. Bu yapılmadan Türkiye’ye barış gelemez, Türkiye özgürleşip demokratikleşemez, Türkiye ekonomik ve toplumsal olarak kalkınamaz, toplum huzur ve refaha kavuşamaz. Türkiye toplumu için geçerli olan tarihle yüzleşmek partimiz için de geçerlidir. Tarihiyle yüzleşmeden partimiz doğru bir strateji ve taktik çizemez, doğru bir sınıf ve demokrasi mücadelesi veremez, toplumun değişip dönüşmesine katkıda bulunamaz, demokratik devrimi ve sosyalist devrimi gerçekleştiremez, sosyalizme gidemez. Tarihle yüzleşmek bizim toplumumuz ve partimiz için böylesine yakıcı bir sorundur, atılması gereken acil bir adımdır. Türk toplumundaki ve partimizdeki birçok sorunların temelinde bu tarihle yüzleşmeyi inkâr ve ihmal etmek yatmaktadır. Bu broşür aynı zamanda tarihimizle yüzleşme konusunda da atılan bir adımdır.

Türkiye’de ters, çarpık, hamasetlerle, kişi, lider putlaştırma ve kutsallaştırmasıyla dolu, tanrının takdiri olan bir tarih anlayışı, idealist bir tarih algılaması ve bilinci vardır. Yığınların ve sınıfların mücadelesi dikkate alınmaz. Bu anlayışa ve algılamaya göre, Anadolu, Türkiye Türklerin öz yurdudur. Anadolu’daki diğer binlerce yıldır bu topraklarda yaşayan halkların, Ermenilerin, Kürtlerin, Rumların, Lazların ve diğerlerinin bu toprakta hakkı yoktur, ama onların bu topraklarda gözü vardır. Türklerin öz yurdu Anadolu bu halklara karşı sürekli savunulmalıdır. Herkesin Türklerin toprağında gözü vardır, ama Türklerin kimsenin toprağında gözü yoktur! Türkler hep haklıdır, güçlüdür, hoşgörülüdür. Buna rağmen hep haksızlığa uğrayan, anlaşılmayan, horlanan Türklerdir. Barışçıl olan, geçimli olan, paylaşımcı olan hep Türklerdir. Barbar olan, gaddar olan, saldırgan olan, haksız olan hep karşı taraftır. Türkün Türkten başka dostu yoktur. Tüm dünya Türklere düşmandır. Dört bir tarafı düşmanlarla çevrilmiştir.

Bu ters algılama ve bilinç egemen güçler tarafından her gün halka telkin ve enjekte edilmektedir. Türk milliyetçiliğinin ve şovenizminin kökleri burada yatmaktadır. Bu ters bilinci yenmek, halka gerçekleri göstermek ve bu gerçeklerle yüzleşmesini, gerçeği olduğu gibi görmesini ve algılamasını sağlamak komünistlerin, ilerici ve demokrat devrimci güçlerin en yakıcı görevidir. Devrimci mücadelede ideolojik olarak etkinlik ve üstünlük sağlanmadan yığınları demokrasi ve özgürlük mücadelesine, sosyalizm mücadelesine kazanmak çok zordur. Burada söz konusu olan yüzyıllardan beri halkın bilinçaltına kazınmış önyargıları kaldırıp atmasını, olguları, var olanı olduğu gibi algılayabilmesini sağlayabilmektir. İnsanların yıllarca doğru bildikleri şeylerin yanlış olduğunu kabullenmesi çok zordur. Ama bu zorluğu yenmeden yığınlar kazanılamaz, demokrasi ve sınıf mücadelesi başarılamaz. Bu nedenle tarihle yüzleşmek çok önemlidir.

Yüzleşmeye 1071’den, hatta öncesinden başlamak gerekir. Orta Asya’dan Türkmen ve Yörük boylarının Batıya doğru göçü çok önceleri başlamıştır. 1071 ise Türklerin elin, başkalarının, Ermenilerin, Rumların, Kürtlerin, Lazların toprağını savaşla zaptetmeye, işgal etmeye başladıkları tarihtir. Zaptetmekten ve işgalden, fetihten hak çıkarmaya başladığı tarihtir. İşgal ettiği Anadolu’da 1000’lerce yıldır Ermenilerin, Kürtlerin, Rumların yaşıyor olması önemli değildir, önemli olan işgal ettiği topraklar üzerinde hak iddia etmektir. Zaptettiyse artık o toprak onun hakkıdır, onun malıdır, onundur. Ama bir gün vaktiyle zapt ettiği topraklardaki kadim halklar ayaklanır, Türklerin egemenliği altında yaşamak istemez ve toprağına sahip çıkmaya başlarsa, işte o zaman Türkler şaşkına dönmekte, celallenmekte ve şöyle demektedirler

“Biz düne kadar ne güzel beraber yaşıyorduk, birkaç bölücü terörist çıktı, şimdi toprak istiyor, isyan çıkartıyor, huzuru bozuyor. Bu topraklar bizimdir, kimse bu topraklar üzerinde hak iddia edemez, tartışmalı hale getiremez. Devlet tüm şiddetiyle bunların üstüne gitmeli, susturmalıdır, huzur ve düzeni sağlamalıdır”

Oysa birkaç„komitacı“,terörist dediği o halkın temsilcileridir, önderleri, öz evlatlarıdır. Onlar baskıya karşı halkın direnişinin ifadesidir. Türklere göre ise bu halklar, Türklerin lütfettiğine razı olacaklar, hak iddia etmeyecekler, üzerlerindeki baskıyı baskı, zulmü zulüm olarak görmeyecekler, kendilerini özgür olarak algılayacaklardır. Bu anlayışla dün Osmanlı döneminde Ermeniler yok edildi, soykırıma uğradı, Pontus Rumları katledildi, bugün de Kürtler katlediliyorlar, soykırıma uğruyorlar.

Böylesine bir ters bilinç nedeniyle Türkler bugün diğer halklarla birlikte Anadolu’da ortak bir yaşamın nasıl olacağını düşünmemekte, tersine binlerce yıldır bu topraklarda yaşayanın onlar değil, kendisi olduğunu zannetmekte, onların en temel insanlık haklarını reddetmektedir. Osmanlı`nın Avrupa’ya yayılışını, başka halkların; Yunanlıların, Sırpların, Boşnakların, Bulgarların, Arnavutların topraklarını elinden almasını, fethetmesini, bu halkları köleleştirmesini, çocuklarını toplayıp Yeniçeri yaparak onları kendi halkının üstüne sürmesini bir barbarlık değil, bu halkların bir kurtuluşu olarak göstermekte, tarihi kökten çarpıtmaktadır. Bu fetihlerle bir kahramanlık, bir hamaset edebiyatı yapmak, hele günümüzde bunlarla övünmek bir insan, bir Türk için yüz karasıdır.

Osmanlı bir barbarlık rejimidir, başka halkların yarattıklarını, malını mülkünü talan etmek, yağmalamaktır, vurgunculuk ve soygunculuktur, akınlarla sürekli ganimet elde etmektir. Osmanlı`nın bu barbarlığı ile kendini özdeşleştirmek ve bu barbarlığı bugün kahramanlık diye savunmak, o halklara hakarettir, kendini küçük düşürmektir. Türklerin büyük çoğunluğu günümüzde bunun bilincinde değildir. Bunun için de bu halkların, Osmanlı veya Türk devletini eleştirmelerini, onlara başkaldırmalarını anlamıyor, bu eleştiri ve isyanları bir Türk düşmanlığı olarak algılıyor. Bu ters tarih bilinci Türkiye’nin temel sorunudur. Egemen güçler bu ters bilinci canlı tutarak kendi diktatörlüklerini ve faşist rejimlerini halka kolayca dayatabilmektedirler.

Osmanlı zapt ettiği topraklardaki tüm halklara büyük acılar vermiştir. Bu halklar daha başında Osmanlı zulmünden kurtulmak, özgür olmak istemişler, bunun için de Osmanlı`ya başkaldırmışlardır. Osmanlı´nın çöküşünü, uyguladığı bu baskı ve zulümde değil, halkların bu baskı ve zulümden kurtulmak için yaptığı başkaldırılarda görmek, gerçeği tersyüz etmektir. Ermeni soykırımında da aynı bilinç tersliği vardır. Ermeniler de özgür olmak ve Osmanlı İmparatorluğu içinde özerk olmak istiyorlardı. Ama İttihat-Terakkici Osmanlılar onlara bunu çok gördü. Zira Osmanlı´nın son zamanlarında, özellikle II. Abdülhamit ve İttihat-Terakki döneminde ancak Anadolu’nun Türk ve Müslüman halklara yurt olarak kalabileceği, bunun için de Anadolu’nun Hristiyan halklardan temizlenmesi, arınması kanısına varıldı. Anadolu’yu Türklere ve Müslümanlara vatan yapmak adına yola çıkan İttihat ve Terakki’nin ilk işi Ermenilere soykırım uygulamak oldu. Ermenilerin yanı sıra Pontus Rumları, Süryani ve Keldaniler, Ezidiler ve daha birçok halk soykırıma uğradı. Karadeniz ve Batı Anadolu’nun Rumlardan temizlenmesi de bu amaca yöneliktir. Kurtuluş Savaşı esnasında ve sonrasında uygulanan terörle ve daha sonra Lozan’da gelen mübadele ile Anadolu büyük ölçüde Hristiyanlardan temizlenmiş oldu. Bu insanlık dışı barbarlığın, etnik temizliğin nedeni kavranmadan, bu soykırımlarla yüzleşilmeden Türk milliyetçiliği yenilemez, toplumdaki şoven, faşist eğilimler önlenemez, Türkiye’nin tarihi ve bugün içinde bulunduğu durum anlaşılamaz.

Kemalistler de, böylece temizlenen Anadolu’da Osmanlı’dan arta kalan halklardan Türklük ve sunnilik temelinde, Türk-İslam-Sentezi anlayışıyla bir Türk milleti ve Türk devleti oluşturma yoluna girdi. Anadolu’daki en büyük halklardan biri olan Kürtler müslümandırlar, ama Türk değildirler. Türklük adına kurulan devletin Kürtlerle çatışması baştan planlanmıştı. Ama Kemalistlerin önünde önce „Kurtuluş” savaşı duruyordu. Kürtler, Kurtuluş savaşında Türklerle ve diğer halklarla birlikte savaştı. Savaşırken Kürtlere özerklik vaat edildi. Cumhuriyet kuruldu, hepsi unutuldu. Kürtler ve diğer halklar zorla asimile edilmek istendi. Kürtler bu uygulamaya başkaldırdı. Bunun üzerine Kemalistler Piran’da Şeyh Said, Dersim’de Seyid Rıza önderliğinde başkaldıran halka soykırım uyguladı. Bugün de PKK öncülüğündeki ayaklanma nedeniyle soykırım uygulanıyor. Kürt isyanlarıyla ve yapılan katliamlarla yüzleşilmeden, Kürtlerin bugünkü direnişi anlaşılmaz.

Ermenilerin, Kürtlerin ve diğer halkların özgürlük mücadelesi anlaşılmadan, bugün Türkiye’deki devletin ceberutluğu anlaşılmaz. Türkiye Cumhuriyeti’nin barbarlığı Osmanlı´dan kalma bir barbarlıktır. Halklara, başka düşünen inananlara baskıdır. Tarihle yüzleşmek bu devletin bu halklar için bir hapishane olduğunu anlamaktır. Bu ceberut devletten kurtulmak, demokratik bir devleti oluşturmak, Anadolu’daki tüm halklarla eşit haklı birlikte yaşamayı öğrenmek için tarihle yüzleşmek önde duran görevdir. Tarihle yüzleşmek, bugünkü Türkiye’nin Türklerden önce Ermenilerin, Rumların, Kürtlerin, Lazların ve diğer halkların yurdu olduğunu bilmek, Türklerin bin yıldan beri Anadolu’da yaşadığını unutmamak, Türkiye’nin çok uluslu, çok dilli, çok kültürlü, çok dinli ve çok mezhepli bir ülke olduğunu, Kemalizmin bu çoğulculuğu yok edip, zorla eritip suni bir Türk milleti ve devleti yaratmak olduğunu kavramak gerekmektedir. Bugün sorun bu tekçi yaklaşımı tersyüz edip, Anadolu’da halkların eşitliği, özgürlüğü ve özerkliği temelinde barışçıl, demokratik yeni bir yaşam biçimini yaratmaktır.

Türkiye’nin çok uluslu, çok dinli, çok kültürlü bir yapıya sahip olduğu, Kemalistlerin bu halklardan zorla bir Türk milleti ve devleti yaratmaya çalıştığı, partimizin tarihinde ülkenin durumuyla ilgili yapılan analizlerde ve saptadığı strateji ve taktikte maalesef öne çıkmamış, belirleyici olmamıştır. Oysa İttihat ve Terakki’nin, daha sonra da Kemalistlerin Anadolu’da Türklük ve Sünnilik üzerinde Osmanlı´dan arta kalan halklardan zorla asimilasyonla bir Türk milleti ve devleti yaratmak için önce Hristiyan halklara, Ermenilere ve Rumlara, sonra da Kürtlere ve Alevilere, diğer halklara ve mezheplere karşı işledikleri etnik temizlikler, soykırımlar ve katliamlar TKP’nin gündeminden asla düşmemesi ve Türk devletini bu konularda sürekli itham etmesi gerekirdi. Bu hesaplaşma Türk sol ve demokratik güçlerinin de mücadelesinin odağında olması gerekirdi. Neden olmadığının birçok nedenleri vardır. Ama hiçbir gerekçe neden olmadığını haklı çıkaramaz. Zira olmamasının sonuçları hem baskı altındaki halklar için hem de Türk halkı için çok vahim, çok ağır olmuştur. Ermeni halkı, Rum halkı, Kürt halkı katliama uğrarken ve daha sonra acılarını sararken yanlarında, en azından, dayanışma gösteren Türk komünistlerini görememesi, komünistler için büyük bir hata ve eksikliktir.

Komünistleri komünist yapan her türlü sömürü ve baskıya, zulme ve kırıma karşı olmalarıdır. Bu her zaman ve her şeyden evvel Türkiye’de bu baskı ve kırıma, sömürüye ve zulme uğrayan halkların, emekçilerin yanında olmak demektir. Komünistler bu katliamları konu etmedikleri için, egemen güçler rahatlıkla Türk halkını, işçi ve emekçilerini milliyetçilikle ve şovenizmle sürekli zehirlemiş, gerçekleri ters yüz edebilmiştir. Hemen hemen bir yüzyıl içinde kendini ve kimliğini tam tanımayan Türk nesillerin yetişmesine ve bugün toplumda karşı karşıya kalınan sorunların doğmasına, bu sorunları anlaşılmamasına, çözümsüzlüğüne neden olmuştur. Nedenleri ne olursa olsun partimiz açısından yapılan büyük bir eksiklik ve hatadır.

Bunun için bu eksik ve hataların nereden geldiğini daha iyi anlamak, tekrar etmesini önlemek için, kısaca da olsa, nedenleri üzerinde durmak, bunları irdelemek, incelemek gerekmektedir. Birinci neden şüphesiz Osmanlı´nın son ve Türkiye’nin kuruluş döneminde işçi sınıfının ve Marksist hareketin özgüllükleridir, gelişmiş olmamasıdır. Osmanlı´nın son, Türkiye’nin kuruluş döneminde ülkenin ve toplumun, üretim ilişkilerinin ve üretici güçlerin gelişmişlik düzeyinin, çağına göre çok geri olmasıdır. Feodal ilişkiler yaygındır, kapitalist ilişkiler gelişmemiştir. İşçi sınıfı hem nicel olarak hem de nitel olarak, ideolojik, politik ve örgütsel olarak çok zayıftır.

Bu konuda İmparatorluğun Avrupa yakasıyla Asya yakası, Hristiyan halkla Müslüman halk arasında da büyük farklılıklar bulunmaktadır. Ortak yanlar azdır. Osmanlı`da değişik ulustan işçilerin verdikleri ortak sınıf mücadeleleri ve gelişen ortak bir sol, Marksist hareket çok zayıftır. Avrupa’da güçlü bir işçi hareketi, sosyalist hareket varken, Osmanlı`da işçi hareketi henüz doğuş halindedir. İşçi sınıfı hareketinin böylesine politik, örgütsel, ideolojik olarak çok zayıf olmasının nedeni tek başına imparatorluğun gelişme düzeyinin çok geri olması değil, aynı zamanda uzun süren istibdat döneminin etkileridir. Tüm ilerici, demokratik, burjuva özgürlük hareketleri gibi işçi hareketi de ağır baskı altında kalmıştır, özgürce bir tartışma ve gelişme ortamı bulamamıştır.

Bu dönemde göreceli güçlü olan burjuva hareketleridir. Burjuva hareketlerin, milliyetçi hareketlerin güçlü olmasının nedeni, XX. Yüzyılın başında çökme ve dağılma aşamasında bulunan Osmanlı İmparatorluğu’nda her halkın geleceği ile ilgili ulusal mücadeleye girmiş olmasıdır. Osmanlı aydınları çökmekte olan imparatorlukta kendine Türk ve Müslüman diyenlere bir yurt ararken, bunun için kırımlar planlarken, diğer halklar da Osmanlı despotizminden kurtulmak, bağımsız, en azından özerk olmak için mücadelelerini hızlandırmışlardır. Böyle bir durumda eksik olan, çöken Osmanlı İmparatorluğu yerine, halkların eşitliği temelinde alternatif demokratik bir devlet yapısını ortaya koyan ve savunan, değişik halklardan sol bir işçi hareketinin, Marksist partinin eksikliğidir. Rusya’da Çarlık çökerken Lenin önderliğinde tüm halklardan devrimcilerin oluşturduğu sosyal demokrat partisi gibi tüm halklara demokratik bir devlet alternatifi sunan bir parti vardı. Osmanlı’da olmayan bu alternatifsizlikti. Gerçi Abdülhamit istibdatına karşı Türklerle birlikte değişik ulustan halkların oluşturdukları burjuva özgürlük hareketleri bulunuyordu. Ama bunlar da zayıftı ve istemleri meşrutiyetten ileri gitmiyordu.

Nihayet Abdülhamit devrildikten, meşrutiyet ilan edildikten sonra hiçbir şeyin değişmeyeceği ortaya çıkmıştı. Abdülhamit’in zulmü yerine, İttihat ve Terakki’nin zulmü başlamış, özgürlük dalgası kısa bir zaman sonra sona ermişti. Bunun üzerine İttihat ve Terakki’ye muhalefet büyümüştü. İttihat ve Terakki kendisine muhalefet eden ilerici Türkleri 1914’de Sinop kalesine sürerken 1915’de de Ermeni muhalifleri temizlemeye, soykırıma başlamıştır. Zira Ermenilerin ve Kürtlerin özerklik ve bağımsızlık istemleri İttihatçıların Anadolu’dan bir Türk ve Müslüman yurdu yapma projelerine uymuyordu. Onlar bu projeyi gerçekleştirmek için etnik temizliğe başladılar. İlk etnik temizliği Ermenilere soykırım uygulayarak yaptılar. Bu etnik temizlik olurken, buna karşı çıkacak bir Türk Marksist hareketi ve partisi henüz yoktu. Türk Marksist hareketi 1918-19 yıllarında Rusya’da Oktober Devrimi’nin etkisiyle esir Türkiyeli askerler arasında doğabilmişti.

İkinci neden Osmanlı ve Türk aydınında, sol, demokratik devrimci güçlerinde, komünistlerinde Osmanlıların ve Türklerin emperyalistler tarafından ezilen, sömürülen mazlum bir halk, İmparatorluğun da yarı sömürge bir devlet olduğu anlayışıdır. Osmanlı´nın son döneminde imparatorluğun çökmekte olduğu, Avrupalı emperyalist güçler de bu çöküşten büyük paylar koparmaya çalıştıkları bir gerçektir. Ama Osmanlı İmparatorluğu’nun kendisi de emperyalist sömürgeci bir devletti. Çöküş ve parçalanma aşamasında olması onun bu karakterini değiştirmez. “Türk” olan Osmanlı aydınları devleti bu çöküşten kurtarmak için kendi başlarına çareler aramaları da yine bu gerçeği değiştirmez. Onların aradığı çareler kendi çaresizlikleriydi. Zira onlar baskıcı Osmanlı devletini diriltmek, sürdürmek istiyorlardı.

Çok uluslu ve kültürlü Osmanlı devletinin kurtuluşu olabilecek olan, halkların eşitliği, özerkliği ve özgürlüğü temelinde yeni demokratik bir yapıya kavuşturma diye bir düşünceden Osmanlı aydınları çok uzaktılar. Var olan düşünceleri de Panislamizm ve Pantürkizm`den ileri gidemiyordu ve bu görüşler de çoğulcu Osmanlı toplumunun gerçeğini yansıtmıyordu, ona tersti. Bu görüşlerde Müslüman ve Türk olmayan halklar dışlanıyordu. Bu koşullarda Müslüman ve Türk olmayan halklar da özgürleşmek istiyorlardı. Onlar halkların bu özgürlük istemini ise, İngiliz emperyalizminin Osmanlı İmparatorluğunu parçalamak için kullandığı bir araç olarak görüyorlardı. İngilizlerin özellikle Ermenileri ve Kürtleri kışkırttığı genel yaygın bir kanıydı. I. Dünya Savaşındaki yenilgi ve Sevr Antlaşması onların bu görüşlerini daha da pekiştirdi. İngilizler en güçlü emperyalist güç olarak Osmanlı’da özgürlük isteyen halklarla ilişkiler kurmuş olabilir veya bu halklar da İngilizlerle ilişkiye geçmiş olabilirler. Yardım da istemiş olabilirler. İngilizler bu halkları daha iyi sömürmek için Osmanlıdan koparmayı, özgürleştirmeyi de düşünmüş ve planlamış olabilirler.

Ama tüm bunlar bu halkların Osmanlıya karşı başkaldırmasında ikincil olandır. Bu halkların başkaldırmasında birincil olan, esas neden Osmanlı despotizmi altında ezilmeleridir. Her halkın kendine vurulan boyunduruğu, prangayı kaldırıp atma, kendi kaderini özgürce belirleme, ayrılma, ayrı devlet kurma veya eşitlik temelinde birlikte yaşamaya karar verme hakkı vardır. Sorun İngilizlerde değil, sorun Osmanlının bu hakkı tanımamasındadır. Osmanlı aydınının bu halkların aydınlarıyla birlikte Osmanlı despotizmine karşı ortak bir mücadele örgütleyememesidir. Milliyetçi konumlarda, devletinin, Osmanlı despotizminin yanında olmasıdır. Osmanlı veya Türk aydın, demokrat ve solcularının, komünistlerinin iğneyi önce kendilerine batırması gerekmektedir.

Ayrıca Osmanlı İmparatorluğu I. Dünya Savaşına emperyalist bir güç olarak, yeni topraklar kazanmak, hükmettiği topraklar üzerinde egemenliğini pekiştirmek, güçlendirmek amacıyla girdi. Bu amacına ulaşamadı, yenildi. İngilizler de Sevr’i uygulamaya koyuldular, emperyalist ülkeler Osmanlı´nın hükmettiği toprakları işgal etmeye başladılar. Osmanlı aydınları, Türkleri hemen, toprakları emperyalistler tarafından işgal edilmeye başlanan mazlum halk konumuna soktu. Bu ters bir algılamaydı, zira Osmanlı´nın kendisi de emperyalistti ve sömürgeci durumundaydı. Savaşta yenilince galip olan devletler Anadolu’ya girdi. Şüphesiz Sevr Türkler için bir şoktu. Anadolu halkları, Türkmenler, Yörükler ve Kürtler Osmanlı despotizmi altında ezilirken, şimdi bir de emperyalist güçlerin sömürü ve zulmüne katlanacaktı. Ama bu onları hemen ezilen mazlum halk konumuna getirmez. Gayet tabii ki, onların Osmanlı despotizmine olduğu gibi, emperyalist baskı ve sömürüsüne karşı da direnme hakları vardır. Önemli olan bu direnişi Anadolu halklarıyla ortak örebilmektir.

Sevr’le Osmanlılar ilk kez kendilerine son yurt olarak gördükleri Anadolu’nun elden çıkmakta olduğu gerçeği ile yüz yüze geldiler. Sevr gereği Doğu Anadolu’da Ermenistan ve Kürdistan özgürleşiyordu. Diğer bölgeler İngilizlerin, Fransızların, İtalyanların ve Yunanlıların kontrolüne giriyordu. Ankara civarı Türklere kalıyordu. İngilizler Türklerin hiçbir itirazına aldırış etmiyorlardı. Osmanlı aydını şaşkındı. Ne yapacağını bilmiyordu. Anadolu’yu yeniden nasıl ele geçirebileceğini düşünüyordu. Bir ara Amerikan mandacılığına soyundu, Amerika kabul etmedi. Tek çare kalmıştı, o da, kuzeydeki komşumuz Rusya’da yeni doğan Sovyet iktidarına yönelmekti, öyle de oldu. Başta Mustafa Kemal olmak üzere Osmanlı paşaları Bolşevikliği bile kabul etmeye hazırdılar. Tek hedefleri Anadolu’yu kurtarmaktı. Çarlığın imzaladığı tüm emperyalist antlaşmaları yırtan Sovyet iktidarı, başta İngilizler olmak üzere emperyalist güçlerin Anadolu’yu paylaşmasına karşı çıktı, tüm gizli antlaşmaları deşifre ettiler, Türkiye’nin istiklalini, Türk olan arazinin Türk devletine ilhakının gerektiğini, ama Ermenistan, Kürdistan, Lazistan, Batum ve Doğu Trakya’da referandum yapılmasını vurguladı, çözüme nasıl varılabileceğini gösterdi. Emperyalizme karşı savaşta Türk halkıyla birlikte ve yanında olduğunu açıkladı. Mustafa Kemal hemen Sovyetlere emperyalizme karşı ortak mücadele önerdi. Sovyetlerle birlikte emperyalistlere karşı savaşan bir Ankara ortaya çıkmıştı. Artık Anadolu’daki Türklerin savaşı bir antiemperyalist savaş konumuna gelmişti. İşte tam bu sırada, Sovyetlerde Mustafa Suphi de partimizi oluşturmak için adımlar atmaya başlamıştı.

Kızıl Ordu’nun Beyaz Ordu’yu yenmesi, Sovyet iktidarının zaferi üzerine İngilizler Sevr’i uygulamaktan, bağımsız bir Ermenistan ve Kürdistan’dan vazgeçtiler, Sovyetlere karşı bir tampon ülke olarak, Mustafa Kemal önderliğinde bugünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasını planladılar ve uyguladılar. Türkiye Cumhuriyeti, Türk aydınının yarattığı algı gibi, yedi düvele karşı bir antiemperyalist savaşta kazanılmadı, o günün dünyasında oluşmaya başlayan iki sistem, kapitalist sistemle sosyalist sistem arasındaki dengeler sonunda çatıştırıldı. İngilizlerin çıkarları Sovyetlere karşı Anadolu’da Türkiye diye bir ülkenin, laik, modern bir burjuva cumhuriyetinin doğmasını gerektirmiştir. Sovyetler de güney sınırında dost bir ülke istiyordu. Uluslararası bu gelişmeler, iki sistemin sürekli savaşı Mustafa Kemal’e Türkiye’de, Anadolu’nun kadim halklarından, Balkan ve Kafkaslardan göçen halklardan zorla bir Türk milleti yaratma olanağı vermiştir. İki sistemin savaşındaki Türkiye’nin konumu, daha sonra Türkiye’nin NATO gibi Batı ittifaklarında yer alması, Mustafa Kemal’in ve ondan sonra gelen Kemalist iktidarların Türkiye’deki halklara baskı uygulamasını, asimile etmesini kolaylaştırmıştır. Batı ittifakında yer almak her zaman Türkiye’de işçi ve emekçilere, ilerici ve demokratik güçlere, komünistlere, Kürtlere ve diğer halklara baskı anlamına gelmiştir. Batı ittifakında yer almasına rağmen Türkiye’nin bir türlü demokratikleşememesinin altında iktidardakilerin bu sınıfsal ve ulusal baskıcı karakteri yatmaktadır. Tarihle yüzleşirken Türkiye’nin doğuş özelliklerinin çok iyi anlaşılması ve burada yaratılan çarpık bilincin yenilmesi gerekmektedir.

Tarihle yüzleşilememesinin üçüncü yanı Komünist Partisinin politikasındaki eksiklikler ve hatalardır; soruna sırf sınıf mücadelesi ve sistem savaşı açısından bakmasıdır, ulusal sorunun ihmal edilmesidir. Türkiye Komünist Partisi TKP geç kurulmuştur. Kurucularının çoğu, başta Mustafa Suphi bir Osmanlı aydınıydı, meşrutiyetçiydi. İttihatçıların içinde bulunmuş, onlardan ayrılmış, onlara muhalefet etmiş, diğer muhaliflerle birlikte Sinop Kalesi`ne sürülmüştü. Buradan Rusya’ya kaçması onun yaşamında en büyük değişiklik olmuştu. Mustafa Suphi artık Bolşevik`ti, Leninist`ti. O`nun, Osmanlı devletinin çökmesinden ve emperyalizme karşı verilen savaşın kazanılmasından sonra, Anadolu’da nasıl bir yapı oluşacağı konusunda kafası açıktı: Sovyetlerde olduğu gibi, halkların eşit, özerk, özgür, demokratik, ortak federatif şuralar cumhuriyeti oluşturmaktı.

Mustafa Suphi için de, imparatorluğun parçalanmasından, halkların birbirine kırdırılmasından, Ermenilerin, Türklerin, Kürtlerin arasında meydana gelen katliamlardan sorumlu olan emperyalist güçlerdir. Mustafa Suphi’deki bu anlayış o dönemde dünyada, Komintern’de de egemen olan anlayıştı. O zaman emperyalistler, özellikle İngiliz emperyalistleri Doğu haklarını sömürmek için “parçala, hükmet” politikası uyguluyorlardı. Osmanlı İmparatorluğu da bu politikadan nasibini alıyordu. Emperyalistlerin bu „böl, yönet, hükmet” politikasına karşı çıkılırken, Osmanlı´nın içerde hükmettiği halklara karşı uyguladığı zulüm, soykırım gerektiği gibi öne çıkarılamadı. Tam tersine Osmanlı İmparatorluğu’nda, başta Ermeniler olamak üzere Kürtlerin ve diğer ezilen halkların özgürleşmek istemesi, devlete karşı isyan etmesi, silahlı başkaldırıda bulunması İngilizlerin bir oyunu olarak görülüyordu.

Oysa Osmanlı İmparatorluğundaki halklar zulüm altında yaşamak istemiyordu, özgür olmak istiyordu. Zulme karşı direniş onun en doğal hakkıydı. Osmanlı paşalarının halkların özgürlüğünü tanımaması bir yana, esas olarak Anadolu’yu Türklere yurt yapmak için, bu halkları yok etmek, sürmek gibi insanlık dışı planları vardı. Bir komünist partisinin görevi öncelikle ülkede ezilen halkların özgürleşme mücadelesini, bir emperyalist gücün oyunu olarak değil, esas olarak ülkedeki iç toplumsal çelişkilerin, egemen güçlerin bu halklara uyguladığı baskının, hele hele soykırımın bir sonucu olarak açıklaması, bu halkların isyan etme, devlete karşı çıkma hakkının olduğunu savunması gerekirdi. Gayet tabii ki, bunu yaparken emperyalist güçlerin art niyetleri deşifre edilmelidir, halklar emperyalizmin ikiyüzlülüğü konusunda uyarılmalıdır, komünist partisinin her zaman onların yanında olduğu vurgulanmalıdır. Böyle bir yaklaşım başlarda Mustafa Suphi’de de eksikti. Bu yaklaşım Bolşevik partisi saflarında savaşırken değişmeye başlamıştır. Bu dönemde Ermenilerle ilgili açıklamalar daha çok II. Enternasyonal`in üyesi, Sovyetler`e ve Komintern’e karşı olan ve Ekim Devrimi’nden sonra Ermenistan’da iktidarı ele geçiren milliyetçi Taşnaksutyun Partisi`nin bölgedeki faaliyetlerine sınıfsal açıdan bir karşı koyuştur. Ama yine de buralarda 1915 katliamlarının dile getirilmesi gerekirdi. Dile getirilen ise, Taşnakların milliyetçi ve baskıcı tutumları, bölgede uyguladıkları şiddet olmuştur. Ama bunu Osmanlıların egemen ulus olarak yaptıkları katliamlarla karşılaştırmak asla doğru olmaz. Ezen ulusla ezilen ulus aynı kefeye konamaz.

Mustafa Suphi 1920’de Bakû’de TKP’nin I. Kongresini toplarken ulusal sorun konusunda kafası tamamen açıktır. Kongrede kabul edilen programdaki ulusal sorunla ilgili bölüm bunu açıkça ortaya koymaktadır. Programda,“dil ve kültür açısından her ulusun tam özgürlüğü” ve “herhangi bir ulusa özgü her türlü ayrıcalığın” ortadan kaldırılacağı savunulmakta, “devlet örgütlenmesinde farklı uluslara mensup işçi ve köylülerin şuralar cumhuriyetlerinin kurulması” ve “`özgür ulusların özgürce birliği’ esasında olmak üzere federasyon usulü” öngörülmektedir. Ayrılma konusunda da program çok nettir: Ulusların, “tamamen ayrı bağımsız yaşama isteğini ifade” etmeleri durumunda, “uluslar arasında, kanlı kavgalar çıkmasına yer vermemek için, bu gibi sorunların ‘plebisit’, genel oya başvurarak çözülmesi yolunda” partinin öncülük edeceği bildirilmektedir.

Mustafa Suphi bu programı uygulayamadan Mustafa Kemal ve adamları tarafından katledildi. Mustafa Kemal tam tersi bir program uyguladı. Özgür ulusların özgürce birliği”ni öngören şuralar federasyonu yerine, baskıcı, inkârcı, imhacı, tekçi üniter Türk devletini kurdu. Osmanlı çökerken Osmanlı aydınının, ilerici muhalif güçlerin elinde nasıl bir devlet yapısı konusunda bir alternatif plan yoktu. Ama cumhuriyet kurulurken böyle bir plan ve program vardı: TKP’nin 1920’de Bakû’de kabul ettiği programı böyle bir programdı. En başta komünistlerin, devrimci güçlerin bu aşamada ardıcıl olarak Mustafa Kemal’in üniter, tekçi devlet yapısına karşı, Mustafa Suphi’nin eşitlikçi, özgürlükçü demokratik federasyon programını savunması gerekirdi. Maalesef özellikle Partinin III. Kongresinden sonra bu yapılmadı. Çünkü tam bu zaman TKP’nin politikasında köklü bir çizgi değişikliği oldu.

TKP’nin yönetimini ele geçiren Şefik Hüsnü Mustafa Suphi’nin programını bir kenara itti. Sadrettin Celal’in Komintern’de, Londra Konferansı’ndan sonra Mustafa Kemal hareketinin devrimci bir hareket olmadığı saptamasına rağmen, Şefik Hüsnü Mustafa Kemal’i desteklemeye, onun Kürtlere karşı giriştiği katliamları gericiliğin ve emperyalist kışkırtmacılığının bastırılması olarak ortaya koydu. Şefik Hüsnü, Şeyh Said ve Dersim’de Seyid Rıza ayaklanmalarını doğru analiz edemedi. Bu isyanların demokratik ve özgürlükçü yanını göremedi. Bu isyanları İngiliz emperyalizminin halifeci, feodal Kürt gerici güçlerinin „devrimci” Kemal iktidarına karşı bir kışkırtması olarak değerlendirdi. Bu direnişlerin ulusal baskıya karşı bir başkaldırı olduğunu anlayamadı. Kürt halkının kendi kaderini belirleme, ayrılma, ayrı devlet kurma veya eşit haklı, özgürce, federal demokratik bir cumhuriyette birlikte yaşama kararını savunmadı. Şefik Hüsnü Kemalizm`le uzlaşma yolunu, Menşeviklik yolunu tuttu. Partimize ve Türkiye’nin demokratikleşmesine büyük zarar verdi. Komintern’in de Kürtler konusunda yanlış değerlendirme yapmasının sorumlusu Şefik Hüsnü’dür. Şefik Hüsnü çizgisini 60’lı, 70’li yıllarda savunalar Kıvılcımlı ve Mihri Belli oldu. Bunlar Kemalizm`den umutlarını asla kesmediler. Türkiye ve Parti tarihiyle yüzleşirken, Partide çatışan iki çizginin varlığı, Suphi’nin Marksçı-Leninci çizgisiyle, Şefik Hüsnü’nün ve onun yolunu izleyen Kıvılcımlı ve Mihri’nin Kemalist çizgisi ve bunların verdiği tahribat çok iyi anlaşılmalıdır. TKP’li kadrolarda uzun zaman Kemalizm`in etkin olmasının sorumlusu Şefik Hüsnü, Kıvılcımlı, Mihri gibileridir. 

Şefik Hüsnü’den sonra da partimizin çalışmalarında ulusal soruna öncelik verilemedi. Bunun bir nedeni, 60’li, 70’li yıllarda keskinleşen sistem savaşı ve dünyadevrimin hemen gerçekleşebileceği anlayışıdır. 60’lı, 70’li yıllarda başta Sovyetler Birliği olmak üzere sosyalist toplum emperyalizm karşısında ekonomiden kültüre kadar hemen hemen tüm alanlarda büyük bir üstünlük sağladı. Uzaya insan gönderen ilk ülke oldu, emperyalist sömürge sisteminin yıkılmasında büyük etken oldu, Vietnam’da büyük bir başarı elde edildi, askeri gücü sayesinde, dünya ölçüsünde soğuk savaştan detant, yumuşama politikasına geçiş sağlandı ve daha birçokları… Emperyalizm savunmadaydı. Halklarda emperyalizmi geriletme ve yenme, sömürü ve baskıdan kurtulma umudu yükselmeye başladı. Bu koşullarda Sovyetler Birliği ve sosyalist ülkelerle birlikte dünyada büyük bir silahsızlanma ve barış hareketinin yaratılması, özellikle nükleer savaşa karşı mücadelenin öne çıkarılması, bunun için de her ülkede en geniş güçlerin cephe ve eylem birliğinin sağlanması, antiemperyalist, demokrasi ve barış mücadelesinin yükseltilmesi gerekiyordu. Sovyetler Birliği’nin dünyada bu dominant konumu, nükleer savaşı önlemek için burjuvaziyle ittifaklar yapma zorunluğu tüm ülkelerde kabul görüyor, başarıldığı takdirde dünya devrimine bir adım daha yaklaşılacağı görüşü hâkim oluyordu. Her şey barış mücadelesine feda edilebiliyordu.

Bu durumda partimiz; ülkedeki tüm ilerici, sol, demokratik güçleri ulusal demokratik bir cephede toplamaya, Sovyetler Birliği ve dünyadaki diğer barış ve demokrasi güçleriyle birlikte barış ve demokrasi için mücadeleyi öne aldı. Dünyadaki ve ülkedeki güçler dengesinin barış, demokrasi ve sosyalist güçler lehine değişmesiyle, Türkiye’de ileri demokratik bir devrimi başarmak ve toplumu değiştirmek mümkündü. Bu devrimle birlikte ülkenin tüm demokratik temel sorunları, Kürt sorunu ve ulusal sorun, kadın sorunu, toplumdaki eşitsizliklerle ilgili tüm sorunlar çözülecek, işsizliğin, yokluğun, sefaletin sonlandırılması, ekonomik ve sosyal kalkınma için dev adımlar atılacaktı. Kısaca tüm sorunların çözümü önce dünya devrimin başarılmasını gerekli kılıyordu. Kürtler, kadınlar, gençler, aydınlar, işçiler, köylüler, emekçiler kendi özgül sorunlarının yanısıra, hep beraber nükleer savaş tehlikesine karşı barış için, ileri demokratik devrim için savaşmalıydılar. En geniş güçlerin cephesinin kurulmasını engelleyecek sorunlar öne çıkarılmamalıydı. Özgül sorunlar, barış, nükleer savaş, demokrasi, insan hakları gibi genel sorunlarla bağlanmalı, genel sorunlar öne çıkarılmalıydı. Öyle de yapıldı. Kürt sorununa, kadın sorununa, gençlik sorununa, sosyal sorunlara, çevre sorunlarına her seferinde değinildi, ama bu sorunlar toplumumuzun, olmazsa olmaz temel sorunu olarak gündemin merkezine yerleştirilmedi. Politik güdemi belirleyen uluslararası güçler dengesini değiştirecek olan genel sorunlar oldu.

Bugün geri dönüp bakıldığında bu politikanın eksik ve hatalı olduğu ortaya çıkmaktadır. İş ve ekmek, demokrasi ve özgürlük mücadelesinde, nükleer savaş tehlikesine karşı barış ve silahsızlanma için mücadelenin gündemin başında olması doğruydu. Ama Kürt sorunu gibi bir ulusal sorun ve diğer eşitsizlikler sorunu yalnız değinilen bir gündem maddesi olamazdı. Kendi ülkende Kürt halkına karşı bir inkâr ve imha savaşı giderken, soykırımlar inkâr edilirken, dünya ölçüsünde giden mücadele karşısında bu mücadeleler ikincil olarak görülemezdi. Birini diğerinin karşısına koymak büyük bir hata ve eksiklikti. Bunlar birbiriyle bağdaştırılabilirdi. Belki burada Kemalistlerle kapışmak gerekecekti. Bunlar ulusal demokratik cepheyi, eylem birliğini terk edebilirlerdi. Etmeleri büyük bir eksiklik olmazdı. Önemli olan onların tabanına bunu anlatmaktı, tabanda böyle bir tartışmayı yaratmaktı. Bu tartışmayı o zaman yapmamak büyük bir eksiklik ve hata idi. Bu hatanın sonuçları ise parti ve ülkemiz için çok ağır oldu: Bunun sonucu partiye kendisini Sovyet yanlısı, barış savunucusu gören birçok Kemalist doldu. Yurtseverlikle milliyetçilik arasındaki fark flulaştı, Türk milliyetçiliği ile yeteri kadar savaşılmadı. Kemalistlere, CHP’ye çok tavizler verildi. Eğer 70’li, 80’li yıllarda bu tartışmalar yapılsaydı, bugün Türkiye’de sol ve demokratik güçlerin bilinç düzeyi çok daha berrak ve yüksek olurdu.

Bu yapılsaydı, Kürt sorunu ve diğer ulusal sorunlar hakkında görüşler de çok daha açık olurdu ve kendine sol, devrimci, komünist diyen birçok kişi sınıf savaşıyla ulusal savaşı karşı karşıya koymaya cüret edemezdi. Kamuoyunda Kürt sorununun, Ermeni soykırımının ve diğer halklara ve inançlara yapılan baskıların algılanması daha başka düzeyde olurdu. En azından Kürt sorununun barışçıl çözümü için daha güçlü bir irade beyanı ortaya çıkar, hem Kemalist hem de İslamist AKP iktidarları kamuoyunda Kürt düşmanlığını, Ermeni ve Rum düşmanlığını, Alevi düşmanlığını bu kadar açık yürütemezlerdi. Partimizi yeniden ayağa kaldırırken geçmişteki bu hata ve eksiklikler bize büyük bir ders olacaktır. Bugün işçi sınıfının önünde duran demokrasi mücadelesinin merkezinde ulusal sorun oturtulacaktır. Kürt sorunu çözülmeden, tarihle yüzleşilmeden, Ermenilere, Rumlara ve diğer halklara, dinlere, mezheplere yapılan soykırım ve baskılar itham edilmeden Türkiye demokratikleşemez, sınıf mücadelesi, sosyalizm mücadelesi gelişemez. 

Türkiye’nin ve partimizin geçmişiyle yüzleşirken 1990’na kadar dünyada iki sistemin, sosyalizmle kapitalizmin varlığı, bu iki sistem arasında dünyada ve her ülkedeki gelişmeleri etkileyen bir savaşın gittiği asla unutulmamalıdır. Kapitalist sistemin yanında ve onun askeri, siyasi, ekonomik örgütleri içinde yer alan Türkiye’de sınıf savaşı asla bu sistem savaşından ayrı değil, onun dolaysız etkisi altındaydı. İki sistemin egemen olduğu o zamanki dünyada, bir ülkedeki işçi ve emekçilerin, halkların kurtuluşu sistem savaşının sosyalist sistemin kazanmasıyla mümkündü. Türkiye için de bu böyleydi. Özellikle Türkiye’nin jeopolitik konumu, doğuşundan gelen tampon konumu ve NATO’ya girmesiyle sosyalist ülkelere karşı sıçrama tahtası rolü bunu daha da kaçınılmaz kılıyordu. Zira erkte olan Kemalist, işbirlikçi egemen güçlerin en büyük destekçisi emperyalist güçler, NATO ve İMF gibi emperyalist askeri ve ekonomik kuruluşlardı. Emperyalizm yenilmeden Türkiye’deki Amerikancı, NATO’cu iktidarı devirmek mümkün değildi. Onlar Türkiye’deki sınıf ve demokrasi savaşını bastırırken sırtlarını ABD’ye, NATO’ya, Avrupa’ya dayıyorlardı. Her sınıf ve demokrasi mücadelesinde halkın karşısına dikilen ABD, AB ve NATO idi.

Demokratik bir erk için mücadele edilirken, uluslararası bu emperyalist güçlerle mücadele ediliyordu. Türkiye’de gerici burjuva erkini devirmek ve en geniş güçlerin erkini oluşturmak, özgürleşmek ve demokratikleşmek sistem savaşında sosyalist sistemin zaferine bağlıydı. Bunun için her ülkede olduğu gibi, Türkiye’de de barış ve demokrasi için en geniş güçlerin cephesinin oluşturulması ve sistem savaşında, sosyalist sistemle birlikte barış cephesinde yerini alması gerekiyordu. Sosyalist sistemin safında Türkiye’de bu savaşı yürüten TKP idi. Bunun için TKP Türkiye’de tüm sol ve demokratik güçler ve halklar için bir çekim merkeziydi. TKP saflarında her zaman Türkiye’deki halkların, Ermenilerin, Rumların, Kürtlerin, Lazların, Arnavutların, Türkmenlerin en devrimcileri ve marksistleri yer almıştır. Çünkü TKP halkların kendi kaderlerini belirleme hakkını en ardıcıl savunan ve gerçekleştirecek olan partidir. Uzun zaman TKP Polit Bürosu bir Laz, Bir Ermeni, bir Kürt ve bir Yörük yoldaştan oluşmuştur. Bu tesadüfi değildir, işçi sınıfının ve halklarımızın mücadelesinin yansımasıdır. Bu yoldaşlar her zaman kendi halklarının sorunlarını dile getirmişlerdir. Ama Amerikancı, NATO’cu bu devlet yıkılmadan bu sorunlara bir çözüm bulunamayacağından, sınıf ve demokrasi mücadelesinin odağına barış mücadelesi, sistem savaşı konmuştur. Bunun için bütün güçlerin nükleer savaşa karşı bir barış cephesi oluşturması acil görev olarak sınıf mücadelesi önüne yerleşmişti.

Ama sosyalistler sistem savaşını kaybetti. Şimdi dünyada, Türkiye’de yeni bir durum var. Partimizi yeniden ayağa kaldırırken, strateji ve taktiğimizi bu yeni duruma göre yapmamız gerekmektedir. Bu yeni durumda sınıf savaşının önünde başta Kürt halkı olmak üzere halkların özgürleşme, Türkiye’nin demokratikleşmesi, özerklik temelinde yeniden yapılanma savaşı bulunmaktadır. Partimiz bu savaşta yerini alacak, her zaman olduğu gibi işçi ve emekçilerin, Türkiye halklarının partisi ve mücadele örgütü olmaya devam edecektir. Baskıcı, zulümcü, sömürücü üniter tekçi devlet ülkemizin ve halklarımızın kaderi değildir. İşçi sınıfı ve devrimci demokratik güçler halklarımızın hemen hemen bir asırlık bu yazgısını ters yüz edebilirler ve halkların barış, demokrasi, eşitlik, özgürlük ve özerklik temelinde birlikte yaşayacakları bir alternatif yaratabilirler. Bu alternatif „özgür ulusların özgürce birliği’ esasına dayalı federatif demokratik şuralar cumhuriyetidir.“ Partimizin bu yakın hedefi için ardıcıl mücadele edecektir.

TKP, Türkiye işçi sınıfı ve emekçilerinin partisidir

Türkiye’de, Türkiye halkları işçi sınıfının Marksçı-Leninci partisi Mustafa Suphi-Bilen çizgisini savunan Türkiye Komünist Partisi TKP’dir. TKP Türkiye işçi sınıfının en yüksek politik örgütü; onun bilinçli, örgütlü öncü gücüdür. TKP, Türkiye’nin demokratik özerklik yapısı içinde, işçi sınıfımızın en ileri ve devrimci, en bilinçli kesiminin mücadele birliği olarak onları bir çatı altında birleştirir, işçi sınıfının ve emekçi halkların temel çıkarlarını, politik ve tarihsel hedeflerini programatik olarak formüle eder, işçi sınıfının ve müttefiklerinin çıkarlarını hayata geçirmek ve işçi sınıfının tarihsel misyonunu gerçekleştirmek için onların politik, ekonomik ve ideolojik mücadelelerini yürütür. İşçi sınıfının tarihsel misyonu müttefikleriyle birlikte kapitalizmi bertaraf etmek, kendisiyle birlikte tüm sınıfları kaldırmak, sınıfsız komünist toplumu kurmaktır. TKP işçi sınıfının yalnız kendi sorunlarına, hayat şartlarının düzeltilmesi, demokratik hak ve özgürlüklerin kazanılması mücadelesine değil, ülkenin demokratikleştirilmesi, halkların özgürleşmesi mücadelesine ve insanlığın kurtuluşu olan yüce davasına sahip çıkması için çalışır ve savaşır, onları aydınlatır, onlara öncülük eder, ondan öğrenir ve ona öğretir.

TKP’nin işçi sınıfının partisi olduğunu söylemek, özellikle işçi ve emekçi yığınları içinde çalışmayı, örgütlenmeyi başa alması gerektiğini ifade etmek, onun yalnız işçi sınıfının partisi olduğu, yalnız işçilerin üye olacağı bir parti olduğu anlamına gelmez. Onun işçi sınıfının partisi olması, kapitalist toplumda birbirine zıt iki temel sınıfın, üretim araçlarına sahip sömürücü sınıf olan burjuvazi ile üretim araçlarından yoksun, iş gücünden başka satacak bir şeyi olmayan işçi sınıfının olmasından ileri gelir. Bu, kapitalist toplumda öz olarak iki temel sınıfın çıkarlarını savunan birbirine zıt iki parti olduğunun ifadesidir: Burjuva partileri ve işçi sınıfı partileri. İşçi sınıfı partileri içinde, işçi sınıfının en bilinçli ve örgütlü devrimci avantgardı olan komünist partisi üyelerinin, komünistlerin özelliği onların „pratikte bütün ülkelerdeki işçi partilerinin en kararlı, daima ileri iten kısmı” olmalarıdır; “teorik olarak proletaryanın diğer yığınlarına nispeten, proletarya hareketinin koşullarını, seyrini ve genel sonuçlarını anlamakta onlardan önde üstün olmalarıdır.“ (Manifesto)

İşçi sınıfı, proletarya insanlık tarihindeki en devrimci sınıftır ve önümüzdeki devrimlerin ana sosyal gücüdür. Onun öncü rolü objektiftir, üretimdeki yerinden, en gelişkin üretici güç, en gelişkin üretim araçlarının, üretim biçiminin taşıyıcısı olması, zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmamasıdır. Kendisi için sınıf olması Marksçı-Leninci komünist partisine sahip olmakla başlar ve tüm insanlığın kurtuluşu olan sosyalist devrime doğru yol alır. Komünist partisi, işçilerin yanı sıra, kendinin ve toplumun kurtuluşunu işçi sınıfının yanında gören tüm emekçi ara katmanlarından, köylülerden, öğretmenlerden, aydınlardan, gençlerden ve kadınlardan, sırtını burjuvaziye, yüzünü proletaryaya çevirmiş burjuva aydın kesimlerinden gelen ve bir parti biriminde çalışmayı kabul eden herkesin partisidir. Komünist partisi işçi sınıfının bir parçasıdır, o işçi sınıfı içinde çalışırken, onun bilincinin devrimci Marksist-Leninist bilince yükseltilmesi, sosyal ve toplumsal mücadelelerde öncü olması, tüm toplumsal olaylarda taraf olması ve devrimci tavır koyması, mücadele eden tüm güçleri kucaklaması, onların ardıcıl tutum almaları ve mücadele etmeleri için savaşır. İşçi sınıfının ekonomik (sendikal), politik (demokratik güçlerle birlikte iktidarı alma), ideolojik (burjuva ideolojisine, Kemalizme, reformizme, revizyonizme karşı) mücadelesini birlikte yürütür, birinin diğerinin karşısına konmasına karşı çıkar.

Partinin örgütlenme ilkesi demokratik merkeziyetçiliktir. Türkiye eşitlik, özgürlük, özerklik, demokrasi temelinde, demokratik merkeziyetçilik ilkelerine göre yeniden yapılandırılırken, parti de bu yapılandırmaya uygun olarak örgütlenecektir. Her özerk, öz-yönetim biriminin kendi komünist partisi olacaktır. Bu partilerin demokratik merkeziyetçilik ilkesinde birliği TKP’yi oluşturacaktır. TKP mücadeleleriyle eşitliğin, özgürlüğün, özerkliğin, demokrasinin ardıcıl savunucusu ve garantisi olacaktır.

TKP hem yurtsever hem de enternasyonalist bir partidir. Yurtseverdir, çünkü Türkiye işçi sınıfı ve halklarının kurtuluşu, emperyalizme karşı tam bağımsızlığını ve özgürlüğü elde etmesi, Türkiye’de halkların eşitliğinin, özgürlüğünün ve özerkliğinin sağlanması, demokratik devrimin sosyalist devrime yükselmesi için savaşır. Enternasyonalistir, çünkü toplumsal, sosyal kurtuluş tüm dünya çapında gerçekleşecektir. Enternasyonal örgütlenen kapitale, emperyalizme karşı, tüm ülkelerin işçi ve emekçilerin, ilerici ve demokratik güçlerinin ortak, enternasyonal mücadelesi gereklidir. Kurtuluş birlikte, dünya çapında olacaktır, komünist topluma o zaman geçilecektir.

Geçmişteki tüm eksik ve hatalara rağmen TKP, her zaman nasyonalizme ve şovenizme karşı proleter enternasyonalizm bayrağını yükseklerde tutmuş, Türkiye’deki farklı ulustan ve halklardan, kültürlerden işçi ve emekçilerin partisi olmuştur. Partimiz TKP her zaman enternasyonalistti ve enternasyonalist olarak kalacaktır. Türkiye’de Kemalist ve İslamist milliyetçiliğe karşı Kürt ve diğer Türkiye halklarının özgürlüğünü, enternasyonalizmi savunmuştur ve savunacaktır. TKP, yalnız işçi sınıfının ve emekçi yığınların değil, Türkiye’deki tüm halkların kurtuluşunun umududur. Bugün Kemalist ulusalcılığa ve Erdoğan ve partisi AKP’nin yerleştirmeye çalıştığı faşist, dinci-İslami rejime karşı mücadelede, Suphi’nin ve Bilen’in geleneğini savunan TKP’ye duyulan ihtiyaç her zamankinden çok daha fazladır. Şimdi önümüzde duran görev sosyalizme giden yolda, TKP’mizi Markçı-Leninci temellerde, enternasyonalist anlayışla yeniden ayağa kaldırmak, işçi sınıfı ve emekçilerin, halklarımızın eşitlik, özgürlük, özerklik, demokrasi mücadelesinde örgütleyici ve yönlendirici rolünü elde etmesini sağlamaktır.

Bir yanıt yazın