Irkçılığın sosyal kökeni sınıfsal toplumdur
(3. Bölüm)
Barış ALPER
IRKÇILIK, bilimdışı biyolojik yöntemlerle belli bir toplum katmanının, politik grubun, tüm bir halkın barbarca baskı altına alınması, sömürülmesi ve yok edilmesini sağlayan, gerici sömürücü egemen sınıfların buna uygun pratiklerni ideolojik olarak haklı çıkarmaya çalışan gerici görüştür. Irkçılar insan ırklarının biyolojik farklılıklarından belli bir ırkın üstün, daha değerli ırk, diğerlerinin adi, aşağılık, daha değersiz ırk olduğundan hareket ederler. Oysa ırk ve insan değerinin birleştirilmesi bilimdışıdır, buradan çıkarak insanları aşağılamak anti-hümanist bir tutumdur.
Irkçılığın, rasizmin sosyal kökenleri sınıfsaldır, sınıflı toplumların toplumsal gerçekliğinde, sömürü toplumu olmasında, sömürülenlerin aşağılanmasında, egemen sınıfların ezilenleri birbirine karşı kullanarak, düşürerek çıkar elde etmesinde yatmaktadır. Daha ilk çağlardaki sınıflı toplumlarda insanları boyunduruk altına almak ve sömürüyü haklı göstermek için sosyal katmanlar, etnik gruplar, halklar ve milliyetler “iyi ve kötü”, “üstün ve düşük”, “seçilmiş ve lanetli” diye ayrılmışlardır. Bunlar üretici güçlerin gelişmişlik düzeyine uygun olarak toplumsal gelişmenin her aşamasında farklı biçimler almıştır. Kapitalizmin gelişmesi ve tabii bilimlerin önem kazanmasıyla egemen sınıf ideolojisinde de sahte bilimsel argümanlar dinsel argümanları dışlamaya başlamıştır. Özellikle sömürgeciliği ve köleciliği haklı göstermek için biyolji ve antrapoloji çarpıtılarak kullanılmıştır. Emperyalist döneme geçılmesiyle rasizm tekelci burjuvazinin gerici kesimlerinin ideolojisinin önemli bir parçası haline gelmiştir. Bunun nedeni emperyalizmin oluşturduğu dev sömürge ve yarı sömürge sistemi ve emperyalist ülkelerde keskinleşen sosyal çelişkilerdir. Emperyalist güçler sömürgeciliği genişletmek,dünyanın yeniden bölüşümünü sağlamak için tabii bilimlerle örtülmüş bir “rasizm ideolojisi” yaratmışlardır. Emperyalist güçler rasizmi emekçi yığınların dikkatini sınıf savaşından başka yere çekmek ve onları parçalamak, halkları birbirine düşürmek, egemenlğini korumak için kullanırlar. Emperyalizm içte ve dışta saldırganlaştıkca rasizmde pervasızlaşmıştır: sömürge ülkelerde savaşları ve katliamları haklı çıkarmaktan ülke içinde işçi sınıfına, ilerici güçlere, diğer sosyal katmanlara terör uygulamakta kullanılmıştır. Bu pervasızlığın en yüksek noktası Alman faşizmidir. Nazi ırk teorisi faşist Alman emperyalizminin soykırım uygulamasına ideolojik gerekçe hazırladı. Antisemitizm (Yahudi düşmanlığı), Germen ırkının üstünlüğü (Alman halkı efendi halktır), kan ve toprak anlayışıyla yoğrulan Alman faşizminin ırkçılığı temerküz kamplarında milyonlarca insanın barbarca yok edilmesine, başta Yahudi halkı olmak üzere bir çok halkın soykırımına, başta komünistler olmak üzere ilerici güçlerin kırımına yol açmıştır. Alman faşist ırkçılığı II. Dünya Savaşı sonrası Nürnberg Mahkemesi’nde, sonrada Birleşmiş Milletler’de itham edilmiştir. Bundan sonra Alman halkı bu ırkçı faşist katliamlarla yüzleşmeye başlamıştır. Bugün nazizm ve ırkçılık yeniden hortlasa da Alman halkı bunlara karşı kendi tarihi ve geçmişi ile yüzleşerek mücadele etmektedir. Irkçılığın panzehiri kendi tarihi ve geçmişiyle yüzleşebilmek, acı verdiği halklardan, sosyal ve politik gruplardan özür dileyebilmektir.
Türk ırkçılığının kökleri
İnsanlık tarihinde sınıfların ortaya çıkmasıyla birlikte meydana gelen ve tarih boyunca gelişerek en yüksek noktasını soykırımla faşizmde bulan ırkçılık Türk toplumunda nasıl bir şekil almıştır? Göçebe bir toplum olan Türkler hayvanlarını otlatmak için komşularıyla sürekli savaş halinde olmuşlardır. Bu savaşlarda onlara karşı değişik önyargılar oluşmuştur. Müslümanlığı kabul ettikten ve batıya doğru yayılmaya başladıktan sonra hırıstiyanlarla karşılaşmış, onlara “gavur” gözüyle bakmaya, kendi inançlarını onlarınkinden daha üstün görmeye, onları aşağılamaya başlamıştır. Savaşlar ve istilalar sonrası onlarla bir arada olmuş ama birlikte yaşamamıştır, sürekli onları dışlamıştır. Kendini egemen, efendi olarak görmüştür. Zamanla egemen Sünni-Hanefi kesimin dışında kalan inanç ve mezhepleri, Alevileri, Şafileri, Zerdüşleri, Ezidileri aşağılamış, onlara karşı katliamlar gerçekleştirmiştir.
Basra Körfezi’nden Viyana önlerine kadar uzanan bir imparatorluk kuran Osmanlılar 17. Yüzyıldan sonra Avrupalılar karşında sürekli yenilmeye ve gerilemeye başladılar. Osmanlı despotizmi, sömürüsü ve baskısı altında yaşamak istemeyen halklar Osmanlı’ya karşı başkaldırdılar ve özgürleşmeye başladılar. Bu süreçte bu halklara karşı çeşitli nefret söylemleri oluştu. Kapitalist üretim ilişkilerinin yayılmasıyla birlikte bu nefret söylemleri milliyetçi karakter kazanmaya başladı.
19. Yüzyıl’ın sonu, 20 Yüzyıl’ın başına gelindiğinde Osmanlı kendisinin Türk olduğunu, kendisine Türklerden başka itaat eden bir halk kalmayacağını görmeye başladı. Türk dediği de Balkanlar’da ve Kafkaslar’da müslümanlaşmış, Osmanlıyı benimsemiş, orada egemen olmuş daha çok Boşnak ve Arnavutlar, Çerkesler ve Lazlar ve diğer halklardan kesimlerdi. Bir de Anadolu’da yaşayan Türkmen ve Yörükler vardı. Osmanlı en sonunda kendisine ülke olarak Anadolu’nun kalcağını gördü ve Anadolu’yu Türklere yurt yapmaya karar verdi. Bu kararın Türkler dışındaki halklar için sonucu ise Türklerin bir yüzkarası oldu.
Osmanlı Balkanlar’da yenildikçe oradaki Müslüman halklar Anadolu’ya göç ettirildi. Ama Anadolu’da Türklerden başka yoğun olarak yaşayan Ermeniler, Rumlar, Kürtler ve daha bir çok küçük halklar vardı. Bir yeri kendisine, kendi milletine yurt yapmak demek orada etnik temizlik yapmak, kendi milletini büyük ve üstün, ancak onun yaşama hakkı olan bir millet olarak görmesi gerekmektedir. Anadolu’nun Osmanlı Türküne yurt olması demek ise diğer halkların oradan “kaybolması” demekti. Osmanlı bunu bir plana koydu. Önce Hırıstiyan halkları “temizlemek”, sonra da Türk olmayan Müslüman halkları temizlemeyi hedefine aldı. Bu sonuncusu ya Türklüğü kabul ederek, asimile olacak, ya da imha edilecekti. Osmanlı Hırıstiyan halklardan önce Ermenileri “temizlemekle”, onları soykırıma uğratmakla “işe” başladı. İnsanlık dışı barbarlıklar işlendi. Rumlar Lozan’da mübadele ile “temizlendi”. Sıra Kürtlere geldiğinde Cumhuriyet ilan edilmişti. Kürtler asimilasyonu, Türkleşmeyi kabul etmediler. Direnişe geçtiler. Direnişleri bugün hâlâ devam etmektedir.
Buradan çıkan sonuç Türk milliyetçiliğinin ve ırkçılığının kendine has bazı özgüllüklerinin olduğudur. Birincisi Türk milleti diye bir millet yoktu, bu milletin yaratılması gerekiyordu. Bu millet de Müslümanlaşmış Balkan ve Kafkas halklarından, Kırım ve Kazan’dan gelen Tatarlardan, Anadolu’daki Türkmenlerden, Yörüklerden, Kürtlerden ve diğer Müslüman halklardan oluşan bir konklamerattı. Bu halklara kendi kimliklerini unutturup Türk kimliğini benimsetmek için Türklüğün üstün bir ırk, millet olduğunu benimsetmek gerekmekteydi. “Bir Türk dünyaya bedeldir”, “Ne mutlu Türküm diyene” bu dönem Türk ırkçılığının belgileridir. Bu süreç bitmemiştir, hâlâ devam etmektedir. Bir yanda yavaş yavaş asimile olan Balkan ve Kafkas halkları, diğer yandan asimilasyona karşı başkaldıran Kürt halkı. Balkan ve Kafkas halkları asimile oldukça, Türklüğü benimsedikçe Türklüğü benimsemeyen halklara karşı daha saldırgan, ırkçı bir tutum içine girmektedirler. Onları düşman olarak görmektedir. Bir topluluğun kendi etnik kimliğini inkâr edip başka bir etnik kimlik alması bir başka ırkçılığa neden olmaktadır.
Türk milliyetçiliğinin ve ırkçılığının ikinci özelliği üzerinde yaşadığı toprağı sürekli savunmak, yeniden yeniden fethetmek zorunda kalmasıdır. Şu an üzerinde yaşadığımız Türkiye dediğimiz ülkenin büyük bir kısmı zamanında Ermenilere ve Rumlara ait olan topraklardı. Etmeniler soykırıma uğratıldı, Rumlar mübadele ile gönderildi ve onların toprakları üzerine oturuldu. Her seferinde bu toprakların kanla boyandığını, kılıç hakkı olduğunu iddia etmek durumunda kalındı. Bu, bu topraklar üzerindeki halkta “Türklerde” yeni bir ırkçılığın gelişmesine neden oldu. Bu topraklarda Ermenilerin ve Rumların hak iddia etmesi veya bunun 1915 Ermeni Soykırımı yıl dönümlerinde hatırlatılması veya Rum Patrikhanesi nedeniyle sürekli bir tartışmanın yaratılması Türklerde bu halklara karşı ırkçılığı, nefret söylemlerini canlı tutmaktadır. Devlet bu ırkçılığı fetih mitingleriyle, Ayasofya’nın cami yapılma eylemleriyle körüklemektedir. Üzerinde yeşadığı toprakla bir türlü barışamayan millettir Türk milleti.
Türk milliyetçiliğinin ve ırkçılığının üçüncü özelliği Kürtleri asimile edememiş, onları asimile edebilmek için onlarla sürekli savaşmak zorunda kalmış olmasıdır. Egemen güçler Kürtlerin asimilasyonu kabul etmemesi, eşitlik ve özerklik istemesini bölücülük olarak görmekte, onların bu hakkı elde etmemesini önlemek için soykırım da dahil her türlü yola başvurmuşlardır. Son PKK direnişine karşı girişilen savaşta en az 50 bin kişinin, daha çok Kürdün katledildiği açıklanmaktadır. Devlet Kürtlerin böyle bir hakkı elde etmesinin diğer halklara da örnek olacağından korkmakta, ülkenin paramparça olacağı öcüsünü yaratmakta, halkta vatanı böldürmeme anlayışını yaymakta, bölücülere karşı şoven bir tutum aldırtmaktadır. Onlar için Kürtlere bir parça hak vermek demek ülkeyi bölmek demektir. Egemen güçler ise Kürtlere karşı savaşı diğer Türkiye halklarını milliyetçilik ve şovenizimle esir almakta, böylece kendi egemenliklerini sağlamlaştırmak için kullanmaktadır. Burada tek millet, tek devlet, tek vatan, tek bayrak, tek din söylemi bu ırkçılığı canlı tutmakta, özgürlük ve özerklik isteyen halkları düşmanlaştırmaktadır. Egemen çevreler tarafından körüklenen bu Türk ırkçılığının temelinde üzerinde kendisinin oturmadığı, bir zamanlar Osmanlının hükmettiği, ama binlerce yıldır Kürtlerin üzerinde yaşadığı toprakları kendisine hak görmesi yatmaktadır.
Türk milliyetçiliğinin ve ırkçılığının dördüncü özelliği Misak-ı Milli anlayışından, Sevr sendromundan, Lozan kahramanlığından kurtulamamasıdır. I. Dünya Savaşı sonrasında Avrupa ve Arabistan’daki topraklarının geri gelmeyecek şekilde gittiğini gören Osmanlı Meclisi Misak-ı Milli açıklamasıyla kendisine hak gördüğü toprakları belirlemiştir. Bu topraklar Kerkük ve Musul’dan Batum’a, oradan Batı Trakya’ya ve 12 Adalar’a kadar uzanmaktadır. Bugün hâlâ bu topraklar Türkün hakkı olarak görülmekte, buraların yeniden “vatana” katılması için mücadele verilmektedir. Bu Türk yayılmacılığının, Yeni Osmanlıcılığın temellerini teşkil eder. Sevr Osmanlı Türkleri için bir şok oldu. Bırakın Misak-ı Milli’yi Anadolu toprakları bile “Türke fazla görülmüştü”. Sevr’de Türkler için ön görülen toprak Ankara merkezli Orta Anadolu idi. Türkler bunu kabul etmedi. Ekim Devrimi ile birlikte değişen yeni dünya koşullarında, Sovyetlerin de yardımıyla Anadolu’yu kendine yurt etmeyi başardı ve Lozan’da doğan Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde kalan halklar ve toprak Türklerin mülküdür, bu topraklar üzerinde yaşayan herkes Türk olmak zorundadır. Türk olmayı kabul etmeyen de Türke ya “hizmetçi” olur ya da bertaraf edilir. Kendinde bu hakkı görmek, Türkten başkasına hayat hakkı tanımamak Türk ırkçılığına güç katan bir yaklaşımdır. Cumhuriyet dışında kalan Misak-ı Milli topraklarında hâlâ hak iddia etmek Türk yayılmacılığının yanı sıra Türk ırkçılığını da sürekli körüklemektedir
Tarihi ile yüzleşmekten, ırkçılığından korkan bir millet: Türkler
Kendini sürekli haklı olarak gören ve uluslararası alanda sürekli haksızlığa uğradığını düşünen Türk toplumundan kendi tarihi ile yüzleşmesi beklenemez. Yüzleştiği anda gerçekleri görmesi ve kendi barbarlığını kabul etmesi gerekmektedir. Bu ise şimdiye kadar yarattığı karton Türklük sarayının bir anda çökmesi, gerçeğin tüm çıplaklığı ile ortaya çıkması demektir. Türkiye’nin tek bir milletten değil, farklı millet ve milliyetlerden oluşan bir ülke olduğu, her milletin ve milliyetin kendi kaderini belirleme hakkı olduğu görülecektir. Egemen çevrelerin tarihte Osmanlıdan arta kalan Müslüman halklardan zorla suni bir Türk milleti yaratılmak istendiği, bunun için Hırıstiyan halklara soykırım yapıldığının kabul edilmesi gerekecektir. Bu ise egemen çevrelerin çıkarına taban tabana zıttır. Onlar böyle bir yaklaşıma müsaade etmedikleri gibi hâlâ soykırım yapanın Türkler deşil Ermeniler olduğu, katliam yapanın Türkler değil Rumlar olduğu, saldıranın Türkler değil Kürtler olduğu ters bilinci sürekli topluma aşılanmaktadır.
Türk toplumunun bu kısır döngüden kurtulması, gerçeği olduğu gibi kabul etmesi, tarihiyle yüzleşmesi, soykırım, katliam yaptığı, asimilasyon, saldırı uyguladığı halklardan özür dilemesi, üzerinde yaşadığı toprakla barışması gerekmektedir. Bu ise toplumda köklü bir anlayış değişikliği olmadan mümkün değildir. Bu anlayış değişikliğini yukardan, egemen güçlerden beklemek kendini aldatmaktır. Bu değişikliği yaratacak olan sol, demokratik ve devrimci güçlerdir. Bu ancak taban çalışmalarıyla hayata geçirilebilir. Tavanda bir anlayış değişikliği beklenemez. Çünkü HDP dışında CHP’den AKP’ye, MHP’den İYİ Parti’ye, Gelecek Partisi’nden DEVA Partisi’ne ve diğerlerine kadar bunların hepsi egemen güçlerin partileridir, yarattıkları Türklük anlayışının savunucularıdır. Onlar bu anlayışta verilecek en küçük bir tavizin kendi egemenliklerinin sonu olacağını çok iyi bilmekteler, ne pahasına olursa olsun yarattıkları bu Türklük ideolojisine sarılmaktadırlar. Üzerine oturdukları tek millet, tek devlet, tek vatan, tek bayrak, tek dil kurgusunun darmadağın olacağından, vatanın (sömürü alanlarının) ellerinden gideceğinden korkmaktadırlar. Bunun için onlar Türklük anlayışında bir delik açılmasına asla müsaade etmezler. Erdoğan’ı ve kurmakta olduğu faşizan tek adam rejimini yıkmak için tüm muhalefetin HDP ile birleşmekten başka çaresi olmadığını bilmesine rağmen, birleşmemelerinin, zımmen Erdoğan cephesinin yanında yer almalarının nedeni, bu Türklük anlayışıdır, dolayısıyla egemenliklerini kaybetme telaşıdır. Türkiye’de HDP ‘yi dışlayan bir muhalefetten Erdoğan’ı yıkıp Türkiye’yi demokratikleştirmek hayaldir. Bu ancak tabandan gelen bir yığın hareketiyle mümkündür. Bu ise devrimci demokratik güçlerin görevidir.
Çözüm Suphilerin, “özgür halkların özgür birliği projesi”dir
İttihat ve Terakki ile başlayan Kemalist Türkiye ile devam eden milliyetçi, şoven, ırkçı Türklük projesi bugün iflas etmiştir, ama hâlâ yaşatılmaktadır. Çünkü egemen güçlerin egemenlikleri Türklük anlayışı üzerine kurulmuştur. Kemalizm ve Atatürkçülüğün, Türk-İslam sentezinin özü bu Türkçülük anlayışıdır. CHP’den Perinçek’in Vatan Partisine, MHP’den AKP’ye kadar tüm burjuva partilerinde egemen olan ortak anlayış Türklüktür, ülkesi ve milletiyle bölünmez Türkiye Cumhuriyeti’dir. Bunun için soykırım, katliam, hapis ve zindan, sürgün ve mültecilik, her şey mübahtır. “Söz konusu vatan olunca gerisi teferruattır” söylemi bu anlayışın bir yansımasıdır.
Egemen güçler halka dayattıkları bu Kemalist Türklük projesinin bir alternatifinin olmadığını sürekli halka dayatırlar, ama bu bir palavradır. 20. Yüzyılın başında daha Osmanlı dağılırken nasıl bir devlet, nasıl bir cumhuriyet, nasıl bir yaşam soruları gündeme geldiğinde birbirine taban tabana zıt iki proje ortaya çıkmıştır. Biri İttihatçıların ve Kemalistlerin Türklük projesi, zorla tüm halkların Türkleştirildiği, merkezi üniter bir devlette, bir cumhuriyette tüm hakları gaspedilerek zorla tutuldukları, yaşamaya zorlandıkları bir proje. Diğeri ise Mustafa Suphilerin “özgür halkların özgür birliği” projesidir. Suphiye göre farklı halkların bir arada yaşaması merkezi değil, federatif bir yapıyla mümkündür. Federatif yapının temelini emekçi halk şuraları oluşturmalıdır. Ortak yaşam ancak eşitlik, özgürlük ve demokratik temeller üzerinde mümkündür. Birlikte yaşama her halkın özgür iradesiyle gerçekleşmelidir. Yapılacak plebesitle (halk oylamasıyla) her halk buna özgürce karar vermelidir. Halkın verdiği karar tüm taraflarca kabul edilmelidir.
Mustafa Suphi’nin savunduğu bu ilkeler 10 Eylül 1920’de Baku’da toplanan TKP’nin 1. Kongresi’nde kabul edilen programına yazılmıştır. Bu ilkeler bugün Türkiye’nin içinde bulunduğu koşullarda dünden daha yakıcı şekilde geçerlidir. Türkiye’nin en yakıcı olan Kürt sorununun çözümü Suphi’nin savunduğu “özgür halkların özgür birliği” ilkesinin hayata geçirilmesiyle mümkündür. Suphileri katledilişlerinin 100. yılı olan 28 Ocak 2021’de en iyi şekilde anmak, Onların bu ilkelerini yığınlar içinde yaymak ve bunları yığınlara benimsetmek, maddi bir güce dönüştürmektir. Bu tüm Türkiyeli komünistlerin önünde duran görevdir. Bu görev hayata geçirildikçe, Erdoğan’ın faşizan tek adam rejimi de, egemen güçlerin Türklük anlayışı ve ırkçılığı da çökmeye başlayacaktır.
Sanırım, insanların genelinde yanlış bir algı oluşmuş; sanılır ki, bilim hep güzel şeyler ortaya koyar. Dostlar, bu böyle değildir. Bilim en barbar durumlar da yaratabiliyor. Hiroşima ve Nagazaki’de olduğu gibi. Sömürü de bilim dışı değildir, adaletsizlikde. Araştırma sonucu ortaya konan eylemlerdir ve hiç bir şey bilimdışı yani, tesadüf değildir. Yazının başında geçen, “… bilimdışı barbar …” vurguya dikkat çekmek istedim.
Yazıyı hazırlayan arkadaşa teşekkür ediyorum. Yararlı bir çalışma olmuş. Emeğinize sağlık.
Dayanışmayla.