Haber / Yorum / Bildiri

Yeni bir atılım dönemi – Bölüm 3: TKP yeniden nasıl ayağa kaldırılır?

Türkiye Toplumunun Yeniden Yapılanması

Türkiye’deki halklar, başta Kürt halkı Türk halkıyla eşit haklı, özgür, özerk barışçıl demokratik bir ortamda birlikte yaşamak istediklerini beyan ettikten sonra, demokratik bir cumhuriyetin veya devletin örgütlenmesi için teorik ve pratik temel demokratik santralizm, demokratik merkeziyetçiliktir. Hem merkezi, hem en geniş demokrasiye, demokratik yerel öz-yönetimlere sahip olan böyle bir devletin temel özellikleri şu şekilde sıralanabilir.

Demokratik Devletin İçeriği: Demokratik Santralizm

1- Demokratik Cumhuriyet veya Demokratik Devlet bugünkü Türkiye sınırları içinde yaşayan bütün ulusların ve sayısal olarak büyük ya da küçük uluslar, ulusal azınlıklar, ulusal topluluklar olmalarına bakılmaksızın tümünün ortak iradesini ve temsilini ifade etmesini içerir. Bu halklar Türk, Kürt, Laz, Rum, Ermeni, Yahudi, Asuri-Süryani, Arap, Roman, Çerkes, Gürcü ve diğer Kafkas halkları, Makedon, Boşnak, Arnavut, Bulgar, Romen ve diğer Balkan halklarıdır. Demokratik Devlette bu halkların yerleşik veya dağınık olmalarına bakılmaksızın bunların tümünün merkezi erkte temsil edilmesi gerekir.

2- Demokratik ve Merkezi esaslar temelindeki yeni yapı, özerk devlet ve otonom bölgelerden oluşacaktır. Merkezi erk, Türkiye halklarının tümünün temsil edildiği bir erk olacaktır.

3- Merkezi hükümetin elinde yalnız demokratik devletin genel işlevi olacaktır. Buna göre:

  • Dış ticaret de dahil olmak üzere, dış ilişkiler, deniz, hava, demiryolları ve ulusal güvenlik, haberleşme, mali ve gümrüklerle ilgili sorunlar merkezi erk tarafından yürütülecektir.
  • Merkezi erkin ve Özerk devletlerin erk ve idari organlar sisteminin ilkeleri ve bunların çalışma düzeni merkezi ve özerk yönetimlerin anayasalarında belirlenir. Merkezi erkin kararları bağlayıcıdır. Özerk cumhuriyetler, kendi ulusal özgül çıkarları açısından bu ilkelerin geliştirilmesinde yetkili olacaktır. Merkezi erk, ülkenin birlik içinde politik ve ekonomik bakımlardan gelişmesinin güvence altına alınması amacıyla özerk devletin anayasa ve öteki yasalarla çelişen karar ve talimatlarını ertelemek ya da iptal etmek yetkisine sahip olacaktır.

 4- Özerk erk veya özerk cumhuriyet, demokratik devletin sınırları içinde belirlenmiş topraklar üzerinde (Kürt ulusunu alacak olursak) Kürt ulusunun kendi sorunlarını kendisinin çözmesi demektir. Bu Kürt halkının egemenliğini yansıtacaktır. Özerk erk, demokratik devletin kendi iç örgütlenmesidir. Buna göre:

  • Özerk Kürdistan Cumhuriyeti‘nin en yüksek organı olan meclis, Türkiye Kürdistanı‘ndaki il, ilçe, köylerden seçilmiş halkın temsilcilerinden oluşacaktır. Şimdiye kadar T.C.’nin uygulaya geldiği, merkezi atamalarla oluşturduğu, vali kaymakam gibi yerel ve bölgesel yönetim makamları kaldırılacaktır.
  • Özerk Kürdistan’da yaşayan tüm halkların özerk yönetimin organlarında sayısal olarak temsil edilmesi o cumhuriyetin veya otonom bölgenin nüfusuna oranla saptanacaktır. Bu ilke diğer özerk cumhuriyet ve otonom bölgeler için de geçerli olacaktır.
  • Seçimlerde, tespit edilmiş temsilcilikleri aracılığıyla bütün halklar nispi olarak merkezi erkin yasama ve yürütme organlarında temsil edilecektir.
  • Özerk cumhuriyet, merkezi erkçe onaylanmak koşuluyla kendi bölgesinin iç taksimatını ve sınırlarının tespitini kendisi yapacaktır.
  • Özerk cumhuriyet; merkezi devlet yasalarının karar ve talimatlarının uygulanmasında, cumhuriyetin eğitim, sağlık, tarım, sanayi, yerel ticaret, trafik, maliye ve vergilerin örgütlenmesinde, bütçesinin hazırlanmasında ve kamu düzeninin korunması ve denetlenmesinde, özerk cumhuriyette yaşayan bütün halkların haklarının korunmasında görevli ve yetkili olacak, bu işler merkezle uyum içinde yürütülecektir.
  • Özerk cumhuriyetin devlet organlarında ve eğitim kurumlarında Kürt halkının ulusal dili Kürtçe konuşulacaktır. Bütün dillerin gelişip serpilmesi için bütün olanaklar sağlanacaktır. Hiçbir ulus ya da ulusal azınlığın kendi dilinde okuması yazması, yayın yapması yasaklanamaz.

5- Türkiye Komünist Partisi, ulusların kendi yazgılarının kendileri tarafından çizilmesi hakkının Leninci özgül içeriğinden hareket ederek, Türkiye Kürdistanı’nda Kürt halkının ulusal, topraksal özerklik istemini tanır ve bunu Türk, Kürt ve diğer tüm ulusal azınlıkların ortak çıkarları için adil bir çözüm yolu olarak görür. Partimize göre, Türkiye Kürdistanı’nda özerkliğin yerleşmesiyle Kürt halkı yaşadığı topraklar üzerinde, demokratik kültürünü, ulus ve dil eşitliğinin özgürce gelişmesini sağlayacak, Kürt ve Türk halkının ve diğer tüm ulusal azınlıkların karşılıklı yakınlaşmaları için objektif eğilimlerin gelişmesine büyük olanaklar sağlayacaktır. Ulusal Topraksal Özerklik, Demokratik devletin bir iç örgütlenmesidir.

6- Ulusların kendi yazgılarını kendilerinin belirlemesi hakkı, ulusal eşitsizliği ve ekonomik bakımdan zayıf olan ulusu egemenlik altına almayı getiren ve bir burjuva teorisi olan “ulusal kültürel özerklik” ile temelden ayrılır. TKP ulusların kendi yazgılarını kendilerinin belirlemesi hakkını “etnik kültürel sorunlar”a ve “etnik kimlikler”e indirgeyen görüşlere karşı aralıksız savaşır. Partimiz güncel programında öngördüğü demokratik toplumun, ulusal topraksal özerkliğini sosyalizm için savaşın ayrılmaz parçası olarak görür.

Yeni bir demokratik cephe anlayışı

Demokratik cumhuriyet, bugünkü baskıcı cumhuriyeti savunan gerici İslamcı veya Kemalist egemen güçlere karşı savaşımı gerektirir. Bu savaş en gerici, faşizan egemen güçlere karşı olan tüm güçlerin ortak cephesini öngörür. Bu güçler işçi sınıfı, emekçi ve köylü yığınları ve onun TKP dahil politik, DİSK, TÜRK-İŞ gibi sendikal örgütleridir, Kürt Özgürlük Hareketi ve onun PKK ve DTK dahil parti ve yığın örgütleridir, HDP’dir, HDK’dır, Türkiyeli demokratik parti ve kuruluşlardır, ilerici meslek odaları ve kuruluşlarıdır, kadın, gençlik örgütleridir, ilerici demokratik burjuva aydınlar, LGBT, sol, devrimci, yeşil çevreci gruplardır. HDK, oluşturulması gereken demokratik cephenin nüvesidir. Ama HDK’den daha geniş bir Türkiyeli, özellikle de Türk parti ve grupların, işçi, köylü, aydın, gençlik ve kadın örgütlerinin kazanılması gerekmektedir. Görev Türk sol ve demokratik güçlerine düşmekte; geniş Türk yığınlarını Kürt sorunu konusunda aydınlatması, milliyetçiliği kırması ve yığınları kazanması, Kürtlerle dayanışmayı örgütlemesi gerekmektedir. Böyle bir demokratik cephede, HDK’da olduğu gibi, tüm halklar, dinler ve mezhepler, politik, ekonomik, sosyal örgütler kendi kimlik ve örgütleriyle eşit olarak temsil edileceklerdir.

Kurulacak geniş demokratik cephe Türkiye’nin eşitlik, özgürlük, özerklik ve demokrasi temelinde yeniden yapılanması savaşımını önüne koyacaktır. Bu cephe eşitlikçi, özgürlükçü, çevreci, anti-emperyalist, anti-feodal, anti-faşist olacak, demokratik merkeziyetçilik ilkesine göre örgütlenecek, Türkiye halklarının, sınıflarının, katmanlarının, sosyal grupların iradesini yansıtacaktır. En geniş yığınları demokrasi savaşına kazanacak ve sevk edecek, gerici, faşist, İslami ve Kemalist güçlerin erkten uzaklaştırılmasında, demokratik iktidarın kurulmasında, Türkiye’nin demokratik cumhuriyet temelinde yeniden yapılanmasında belirleyici rol oynayacaktır. Yığınlar kazanılmadan zafer kazanılamaz!

Cephe, halkların eşitliğinin, özgürlüğünün pratikte gerçekleştiği bir örnek olacak, Türkiye’de ve bölgemiz Orta Doğu’da emperyalist oyunlara karşı çıkacak, tüm feodal kalıntıların kaldırılmasını savunacak, faşizme ve gerici Kemalist anlayışlara, siyasi İslam‘a karşı kesin tavır alacak, toplumdaki her türlü ötekileştirmeye, ırkçılığa, şovenizme karşı duracak, halklar arasındaki önyargılarla savaşacak, dostluk ve kaynaşmayı geliştirecek eylemler yapacaktır.

Bu cephenin geçmişteki Ulusal Demokratik Cephelerden farkı bileşenidir. Geçmişte ulusal burjuvazinin sol kanadıyla, dahası nükleer savaşa karşı olan büyük burjuva kesimlerine varıncaya kadar bir barış cephesi kurulmaya çalışılmıştı. Sistem savaşı koşullarında bu bir zorunluluktu. Sınıf savaşının odağında dünya barışını koruma mücadelesi vardı. Her ülkedeki devrimci savaşın gidişatını belirleyen genel olarak sistem savaşı ve dünya barışının korunmasıydı. Günümüzde sistem savaşı yok, başka koşullar var; emperyalist güçler arasında rekabet ve paylaşım savaşları, vekalet savaşları var. Her ülkede ayrı koşullar var.

Türkiye’de sınıf savaşının odağında halkların özgürleşmesi, Türkiye’nin demokratikleşmesi, eşitlik, özgürlük ve özerklik temelinde yeniden yapılanması vardır. Halkların özgürleşmesine, onların kendi kaderlerini özgürce belirlemesine karşı çıkan güçler, oluşturulacak yeni demokratik cephede yer alamazlar. Türkiye’de burjuvazinin, özellikle de ulusal burjuvazinin, onun sol kanadının, en başta Kemalistlerin ve onların partisi konumunda olan CHP’nin ve diğerlerinin büyük bir kısmı halkların özgürlüğüne, Kürt halkının kendi kaderini belirleme hakkına karşıdır. Bunlar milliyetçi, ırkçı ve şovendir. Bu konumları sürdürüldüğü sürece bunlar bu cephede yer alamazlar. İşçi sınıfı ve Kürt Özgürlük Hareketi yeni cephenin temel unsurlarıdır. Burjuva kesiminden cepheye halkların kendi kaderini belirleme hakkını savunanlar katılabilir ve katılmalıdır.

Cephe burjuva demokrat ve Kemalist çevreleri ve onların etkisinde olan yığınları sürekli aydınlatmayı ve onları kazanmayı hedef almalıdır. Cepheler sınıf, demokrasi, barış ve halkların özgürlük mücadelesi gereksinimlerine göre kurulur. İradecilikle cephe kurulmaz. En geniş güçlerin somut bir konudaki eylem birliği ile köklü dönüşümler için oluşturulacak cepheyi birbirine karıştırmamak gerekir. Eylem Birliği her konuda olabilir. Erdoğan’ın anayasa değişikliğine karşı oluşturulan “Hayır Cephesi” bir eylem birliğidir. Hedef Erdoğan’ın kurmak istediği faşist tek adam rejimini, başkanlık sistemini engellemektir. Bu eylem birliği çalışmalarında değişik parti, grup ve örgütlerle, özellikle geniş emekçi yığınlarıyla ilişkiler kurulabilir ve bu ilişkiler ilerde cephenin genişlemesini sağlayabilir. Cepheyle eylem birliği arasında böylesine diyalektik bir ilişki vardır. Demokratik Cephenin hedefi ise Türkiye’nin demokratikleşmesi, demokratik bir iktidarın kazanılması için savaşır. Bu cephenin bel kemiği işçi sınıfı ve Kürt Özgürlük Hareketidir. 

Burjuva devletiyle, Kemalist devletle bağları kesinkes koparmak

Türkiye Cumhuriyeti bir burjuva devletidir. Hiçbir burjuva devleti, özellikle emperyalizm çağında, gerçek demokratik bir devlet değildir, onların özü her hatta gericilik, baskı ve şiddettir, burjuva demokrasileri özünde birer diktatörlüktür. Küçük bir azınlığın, burjuvazinin, halkın çoğunluğu üzerinde, geniş işçi ve emekçi yığınları üzerindeki diktatörlüğüdür. İşçi ve emekçileri sömürmek, her başkaldıranı ezmek, demokratik hak ve özgürlüklerin genişletilmesini isteyenleri susturmak, özgürlük isteyen halkları sindirmek onun özünde vardır, doğası gereğidir. İşçi sınıfına ve emekçilere, demokrasi güçlerine, başkaldıran halklara kökten karşıdır, işlevi onları zorbalık ve esaret altında tutmaktır, iktidarı kimseyle paylaşmamaktır. Başta işçi sınıfının, emekçi yığınların, demokratik güçlerin ve ezilen halkların hedefi antidemokratik, baskıcı, zulümcü küçük bir azınlığın, büyük tekelci burjuvanın devletine son vermek, yerine geniş yığınların, işçi sınıfı ve emekçilerin, demokrasi güçlerinin ve halkların en demokratik, en özgürlükçü, en eşitlikçi devletini kurmaktır.

Burjuva devletinin parlamenter demokrasiden faşizme kadar birçok türleri vardır. Aynı tür burjuva devletleri bile uygulamada hep aynı değildir. Ama özleri aynıdır. Burjuva devletinin en demokratı bile, tekelci burjuvazinin çıkarlarını her türlü yöntemle, manipülasyonla, baskı ve şiddetle savunan ve koruyan devlettir. Batı’da devlet burjuvazinin genel çıkarını korur gözükür. Özde ise en büyük tekelci burjuvazinin çıkarlarını savunur. Türkiye gibi doğu ülkelerinde ise devlet daha çok erkteki kişilerin, zümrelerin çıkarlarını korur. Bu yüzden devlet kişiselleşir ve otoriterleşir. Bu burjuva demokrasilerinin uygulanışta yelpazenin, farklılıkların genişliğini gösterir. Avrupa’da olduğu gibi, işçi sınıfına, emekçilere, demokratik güçlere göreceli geniş örgütlenme, temsil ve savaşım olanakları sağlayan burjuva demokrasileri, parlamenter sistemler, burjuva devletleri olduğu gibi, dünyada işçi sınıfına, emekçilere, demokratik güçlere, halklara terör estiren, kan kusturan burjuva devletleri ve demokrasileri de vardır.

Avrupa’da burjuva demokrasilerinde işçi ve emekçilere, demokratik güçlere liberal, “hoşgörülü” davranılması, tekelci burjuvazinin işçi ve emekçileri, demokratları manipüle edecek büyük ekonomik, politik, ideolojik olanaklara sahip olmasından ileri gelir. O, bu olanaklarla geniş işçi ve emekçi yığınlarını „satın alır“, burjuva devletine entegre eder, sınıflar üstü olduğu izlenimi yaratır. Avrupa’da bazı komünist partileri dışında kendine sol, sosyalist, sosyal demokrat, yeşil diyen tüm partiler düzen partileridir, kapitalist burjuva düzenini savunurlar. Bu sol, sosyal demokrat veya yeşil partilerin Avrupa parlamenter demokrasilerinde burjuva partileriyle birlikte hükümetler kurması, burjuva devletinin işçi ve emekçi yığınlarının da devleti olduğu yanılgısının, ters bilincin oluşmasını kolaylaştırır. Onlarda burjuva devletinin esas olarak kendilerine değil, burjuva demokrasisine karşı olan sözde bazı ekstremist güçlere karşı bir baskı aracı olduğu kanısını uyandırır. Burjuva devletinin işçi ve emekçilere, demokrasi güçlerine karşı bir diktatörlük olduğu unutturulur, onun sözde demokratik ve bağımsız bir kurum olduğu algısı yaygınlaştırılır. Oysa burjuva demokrasileri bir diktatörlüktür, onun bu karakteri asla unutulmamalıdır.

Türkiye’de özellikle burjuva demokratik güçler Avrupa’daki bu burjuva demokrasisine sürekli özlem duyarlar, Türkiye’de Avrupa’daki gibi işleyen bir burjuva demokrasisi, parlamenter sistemi olmasını isterler. Bu olası değildir. Çünkü Türkiye’deki burjuva egemenler, Avrupa’daki gibi güçlü bir maddi üretim gerçekleştiren kapitalist bir sisteme, zengin bir burjuva toplumuna sahip değildir; bu nedenle de burjuva kural ve hukukuyla işleyen bir demokratik burjuva parlamenter sistemi yaratamamışlardır. Onlar Avrupa burjuvazisindeki maddi ve mali olanaklara sahip olamadıklarından, işçi ve emekçileri, demokrasi güçlerini istediği gibi manipüle edebilecek manivelalara da sahip değillerdir. Bu nedenle de toplumdaki çelişkiler Avrupa’dakinden daha keskin olarak ortaya çıkar ve bu çelişkiler genellikle gerici, faşist askeri darbelerle çözülür. Diğer yandan Türkiye parlamentosunda Avrupa’daki gibi burjuvazi ile hükümet kurabilecek ya da koalisyon yapabilecek sosyal demokrat, sol, yeşil partiler de yoktur. İşçi ve emekçi yığınlarını, demokrasi güçlerini, halkları devletle kolayca özdeşleştirmek çok daha zordur. Hükümetler gerici burjuva partilerin liderlerince kurulur ve devlet de onun çıkarlarını korur. Genellikle burjuvazi arasındaki kavga bir yağlı kuyruk olan devleti ele geçirme kavgasıdır. Çünkü devleti ele geçiren ailesi ve çevresiyle birlikte zenginleşir. Bu konuda CHP ile AKP arasında özde bir fark yoktur. Ama onlar işçi ve emekçilerin, Türkiye halkların direnişleri söz konusu olduğunda, bunlara karşı devlet gücünü kullanmakta birleşirler. Devlet işçi ve emekçilere, halklara karşı onların şiddet ve baskı aracıdır. Açık terör Türk devletinin ana özelliğidir.

Türkiye’de burjuvazi egemenliğine karşı bir tehlikeyi, yükselen işçi ve emekçilerin, sol ve demokratik güçlerin, halkların ve inançların özgürlük istem ve mücadelelerini kanla boğmasına, sık sık şiddete, faşist, gerici askeri darbelere başvurmasına rağmen, geniş işçi ve emekçi yığınlarının, özellikle de Türk işçi ve emekçilerinin, sol ve demokratik güçlerinin büyük bir kesimi kendisini devletle büyük ölçüde özdeşleştirebilmektedir. Bu büyük bir çelişki ve sorundur. Nasıl oluyor da işçi ve emekçiler, sol ve demokratik güçler kendilerini ve Kürt halkını, diğer halkları ve inanç gruplarını ezen ve sömüren, faşist terör uygulayan, çıplak diktatörlükle göreceli demokrasiyi, hak ve özgürlükleri sık sık ortadan kaldıran bir devleti savunabilir, bu devletle kendini özdeşleştirebilir, ona benim devletim diyebilir? Bu sorunları komünistlerin mutlak çözümlemesi gereklidir. Burjuva devletiyle komünistler asla özdeşleşemezler.

Türkiye’de işçi ve emekçilerin, sol ve demokratik güçlerin büyük bir kesiminin devletle kendisini özdeşleştirmesinin altında yatan birçok neden vardır. Ama en önemli neden Cumhuriyetin kuruluş felsefesinde yatan Kemalizm‘dir, bir Türk ulusu ve ülkesi yaratma sorunu, sürekli yaratılan bir bölünme ve yok olma korkusudur. Onlara göre Türkiye Cumhuriyeti son Türk devletidir ve her ne pahasına olursa olsun ebediyete kadar yaşatılması gerekmektedir. Türkiye Cumhuriyeti’nde Türkten başka kimsenin olmadığı, Türkiye’de yaşayan herkesin Türk olduğu veya Türk olmak zorunda olduğu yalanı bu cumhuriyetin kuruluşundan beri kamuoyunda sürekli işlendi ve işlenmektedir. Bunun sonucu devletin Türklük adına işlediği cinayetler ve baskılar doğal görülmeye başlandı. Türk halkına verilen bu yanlış, ters bilinç zamanla kemikleşti, tartışılamaz hale geldi. Türk devleti kutsallaştırıldı. Eğer bu devlet savunulmazsa vatan elden gidecek, bölünecek, millet dağılacak, Türklük yok olacak anlayışı toplumda yerleştirildi. Bu ters bilinçle yetişen Türk aydını, sol ve demokratik güçlerin çoğunluğu Türkiye gerçeği ile, kendi tarihiyle yüzleşmedi ve hâlâ yüzleşmekten kaçınıyor.

Bugün Türkler arasında büyük bir çoğunluk tarafından Türkiye’nin çok uluslu, çok dilli, çok dinli ve mezhepli, çok kültürlü bir ülke olduğu gerçeği inkâr ediliyor. Anadolu toprağında Türklerden önce Rum, Ermeni, Kürt gibi kadim halkların yaşadığı görülmek istenmiyor. Onlar bilinçli olarak devletin tek millet, tek dil, tek din, tek bayrak, tek vatan politikasına sarılıyor, devletin yanında yer alıyor, bu ceberut devletin diğer halklara ve inançlara yaptığı baskıyı savunuyor. Bu devletle bağları koparmak devrimci, solcu, demokrat, komünist olmak için ilk adımdır.

Türkiye’de devlet baskısı çok yönlüdür. Türk aydını sınıfsal ve sosyal baskıyı genellikle görür ve karşı çıkar. Oysa devlet baskısı yalnız sosyal ve sınıfsal değil, ulusal, dinsel ve mezhepseldir de. Baskı yalnız işçi sınıfına, emekçilere, demokratik güçlere dönük değil, en ağır şekilde Türk olmayan halklara, İslam olmayan dinlere, Sunni olmayan inançlara, özellikle devletin temel kuruluş felsefesindeki tek millet, tek dil, tek din, tek vatan anlayışına karşı çıkan halklara ve inançlara, özellikle de Kürt halkına ve Aleviler‘e, Hıristiyanlar‘a uygulanmaktadır. Kürt işçi ve emekçi halkı ve diğer halklar ve inançlar hem sınıfsal hem ulusal ve etnik hem de dinsel ve mezhepsel baskılar altındadırlar. Türkiye’deki burjuva devletine karşı gelmek yalnız sınıfsal nedenlere dayandırılamaz. Türk devletine karşı olmak demek, devletin başta Kürtler olmak üzere diğer halklara uyguladığı ulusal baskıya ve yine başta Aleviler ve Hıristiyanlar olmak üzere diğer inançlara ve kültürlere uygulanan dinsel, mezhepsel, kültürel baskıya karşı olmak demektir.

Kim ki komünist olmak, TKP üyesi olmak ister, onun Türk devletinin bu ikili, üçlü baskısına karşı mücadeleye hazır olması gerekir. Kim ki, bu ceberut Türk devletine bizim devletimizdir, tek devletimizdir der ve onunla bağlarını koparmaz, onun komünistlikte ve TKP’de yeri yoktur. Türkiye işçi sınıfının ve devrimci örgütlerinin mücadelesi, önce bu baskıya karşı savaş açmaktır. Sınıfsal olma adına onun bu politik ve ideolojik mücadelesini ekonomik mücadelesinin karşısına koymak, burjuva politika ve ideolojisine hizmettir.

Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana Türk devleti bu ikili, üçlü baskıyı uygulayagelmiştir. Kürtler‘e, Aleviler‘e, Komünistler‘e bu baskılar çoğu kez aynı anda uygulanmıştır. Türkiye’de sıkıyönetimler genellikle hem İstanbul’da hem de Diyarbakır’da aynı zamanda ilan edilirler. Bu bir tesadüf değildir. Sınıfsal olanla ulusal olan arasındaki diyalektik ilişkiden, doğasında olan birlikten ileri gelmektedir. 1925’de Diyarbakır’da Şeyh Said yönetiminde Kürt halkı direnirken, hükümet İstanbul’da işçilere, komünistlere baskı ve yasaklar getirdi. Hem Kürt liderleri, hem TKP liderleri İstiklal Mahkemeleri’nde yargılandılar. Ama bu iki uygulama arasındaki ilişki o zaman görülemedi. Türk devleti o günden beri Kürtlere ve komünistlere sürekli, hemen hemen aynı anda baskılar yapagelmiştir. 60’lı, 70’li yıllarda göreceli demokratik dönemlerde yeşeren ulusal burjuvazinin, CHP’nin sol kanadıyla birlikte kurulacak geniş bir cephenin iktidarı alabileceği anlayışı, sol ve demokratik güçlerde burjuva devleti, Türkiye Cumhuriyeti’nin karakteri konusunda yanlış yaklaşımlara yol açmıştır. Özellikle, şimdi birinci kurtuluş savaşında olduğu gibi emperyalizme karşı antiemperyalist ikinci bir ulusal kurtuluş savaşı veriyoruz anlayışıyla, Türk devletinin ve Türkiye Cumhuriyeti’nin işçi sınıfına ve komünistlere, Kürtlere ve diğer halklara karşı baskıcı karakteri göz ardı edildi. Oysa Türkiye Cumhuriyeti ne antiemperyalistti ne de demokratik bir devletti, her burjuva devleti gibi diktatörlüktü, Avrupa devletlerinden farklı yanı yalnız sınıfsal olarak işçi ve emekçilere değil, ulusal olarak Kürtlere ve diğer halklara, dinsel olarak Alevilere, Hıristiyanlara ve diğer inançlara uyguladığı baskı ve zulümdü.

Ama 60’lı ve 70’li yıllarda özellikle Kürt halkına yapılan insanlık dışı bu baskı ve barbarlıklar yeteri kadar konu edilmedi. Çünkü dünyada emperyalizme karşı verilen barış ve ülkede onların işbirlikçilerine karşı, demokrasi ve bağımsızlık için verilen savaş ulusal ve demokratik güçlerin en geniş cephesinin oluşturulmasını gerektiriyordu. İki sistem arasındaki savaş belirleyiciydi. Sistem savaşına kazanılacak gözüyle bakılıyordu. İktidar alındıktan sonra her sorun gibi Kürt sorunu, ulusal sorun da, dinsel, kültürel sorunlar da çözülecek anlayışı egemendi. Bu anlayış özellikle Kürtlere ve Alevilere yapılan baskıyı göz ardı ettiği için doğru değildi. Bir halka baskı yapılan yerde, o halka rağmen demokratik bir hareket yaratılamaz. Devletin içerde Kürtlere ve diğer halklara, Alevilere ve diğer inançlara yaptığı baskıya karşı çıkılmazsa, tarihte Ermenilere, Rumlara, Balkan ve Kafkas halklarına ve Kürt halkına yapılan soykırımlarla, katliamlar ve baskılarla yüzleşilmezse, antiemperyalist demokratik gerçek bir cephe yaratılamaz, demokratik bir mücadele verilemez, demokratik bir iktidar kurulamaz.

Ulusal baskının uygulandığı yerde, ulusal burjuvazinin sol kanadını doğal müttefik görmek, onunla demokratik bir cephe kurmaya çalışmak büyük bir eksiklik ve yanılgıydı. Türkiye’nin demokratikleştirilmesi savaşında asıl müttefik Kürtlerdir, Kürt Özgürlük Hareketidir. Ulusal demokratik cephe Kürtlerle kurulmalıydı, ulusal burjuvazinin sol kanadı ve demokratik burjuva aydınlarının milliyetçi, şoven yanları tartışma süreci içerisinde kırılmalı ve zamanla cepheye kazanılmalıydı. Geçmişte bu yapılamadı ama şimdi yapılmalıdır. Geçmişte yapılamamasının nedenleri üzerinde derinlemesine durulmalıdır. İç ve dış faktörler irdelenmelidir. Özellikle Sovyetler Birliği’nde uygulanan revizyonist politikalar üzerinde durulmalıdır. Zira bu politikalar sonucu, barış için mücadelede hem ulusal hem uluslararası alanda burjuvaziyle kurulacak en geniş ittifaklar mutlaklaştırıldı. Bu mutlaklaştırma özellikle ulusal alanda birçok devrimci gücün ve gelişmenin görülememesini, feda edilmesini getirdi. Türkiye’de yaşananlar, ulusal burjuvazinin sol kanadıyla, Kemalistlerle ittifak arayışları bunlardan biriydi.  Bu yaklaşımla Türkiye’deki baskı altındaki halkların ve inançların devrici enerjileri dikkate alınmadı. Bu en başta TKP’nin büyük bir eksikliği idi.

Kürt halkıyla ittifak temel sorun olarak görülmediği için 80’li yıllarda Kürt halkı ulusal baskıya başkaldırdığında Türk sol, demokratik ve devrimci güçlerinin büyük bir kısmı bu direnişi anlamakta zorlandı ve direnişe karşı cephe almaya başladı. Şoven, milliyetçi konumlara savruldu. Bunların büyük bir çoğunluğu “Türkiye parçalanamaz” diyerek devletin yanında yer aldı ve Kürt direnişinin bastırılması için devletin barbarlıklarına destek oldu. Bunlar, her halk gibi, Kürt halkının da kendi kaderini belirleme hakkı olduğunu bilmemezlikten geldiler. Ülkesi ve milletiyle bölünmez Türk devletini savunmaya başladılar. Kürt direnişinin karşısına dikildiler. Şimdi de bunların çoğu Türk devleti, Kürt direnişini nasıl ezecek diye seyretmektedirler. Ama Kürt direnişi bu kez öylesine güçlü, Kürt halkı öylesine bilinçli ve örgütlü ki, Türk devleti bu Kürt direnişini ezemeyecektir.

Bugün Kürt Özgürlük Hareketi Türkiye’de ve Ortadoğu’da en devrimci güçtür. Türkiye’nin demokratikleşmesi için verilen mücadelenin belkemiğidir. Bu mücadelenin başarıya ulaşabilmesi için Türklerin şovenizmi, Türk devletinin yanında yer almayı terk edip, Kürtlerle birlikte mücadele etmesi gerekmektedir. Türkiye’nin demokratikleştirilmesinde gerçek müttefik Kürt Özgürlük Hareketidir, sözde sol ulusal ve demokratik güçler değildir. Partiyi yeniden ayağa kaldırırken kadroların Kürt konusunda, devletin, cumhuriyetin, Kemalizm‘in karakteri konusunda kafalarının açık olması gerekmektedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin özü Kemalizm‘dir, Türkiye’deki halkların zorla asimilasyonudur. Bu devletle sol, demokratik, komünist güçlerin bir ilgisi olamaz. Bu baskıcı devlet yerine demokratik bir cumhuriyeti yaratmak önümüzde duran görevdir. Demokratik Cumhuriyet Kürt, Türk ve diğer Türkiye halklarının, işçi ve köylülerinin, inanç ve kültür gruplarının, ulusal, yurtsever, demokratik güçlerin, çevrecilerin, alternatif, özgür yaşamı savunanların, kadın ve gençlerin ortak erkidir. Bu erk içinde işçi sınıfı ve emekçi yığınlar ağırlık kazandıkça iktidar Sosyalizm‘e doğru yönelecektir. TKP’nin son amacı komünist toplum bu gelişmenin ve savaşların sonunda varılacak olan nihai yerdir.

Türkiye’de Türk işçi ve emekçilerinin, demokratik güçlerin kendilerini devletle özdeşleştirmesinin bir başka nedeni de, bu cumhuriyetin yedi düvele karşı antiemperyalist bir kurtuluş savaşında yoktan var edildiği efsanesidir. Bu cumhuriyetin çağdaş, laik, yüzünün Batıya dönük olarak kurulduğu hikayesidir, ona ilerici, özgürlükçü, demokratik gibi yaftalar yakıştırılmış, tabulaştırılmış olmasıdır. Tüm bu efsane ve hikayelerde Mustafa Kemal Atatürk putlaştırılmış, ona ve kurduğu cumhuriyete bir dokunulmazlık, kutsallık zırhı giydirilmiştir. Milliyetçilik, ırkçılık, şovenlik ve yurtseverlik karışımı bir anlayış toplumda egemen kılınmıştır. Cumhuriyete ve Mustafa Kemal’e yöneltilen her eleştiri, emperyalist uşaklığı, bölücülük ve hainlikle itham edilir olmuştur.

Oysa tüm bu saptamalar tarihin birer çarpıtılmasıdır. Önce cumhuriyet yedi düvele, yani emperyalistlere karşı verilen bir savaş sonunda kurulmamıştır. Kuzeyde, Rusya’da Sovyet iktidarı muzaffer olunca, emperyalistler Sevr’den vazgeçtiler, Sovyetlerin güneyinde, Anadolu’da modern, laik, yüzü Batıya dönük olacak Türkiye Cumhuriyeti diye tampon bir devletin kurulmasına karar verdiler. Batılıların bu projesini sezen Mustafa Kemal hızla Sovyetlerden, Mustafa Suphi ile birlikte demokratik, özerk bir şuralar cumhuriyeti kurmaktan uzaklaştı, emperyalistlerle uzlaştı, Sovyetlere ve komünistlere ikiyüzlü davranmaya başladı. Sonunda bugünkü baskıcı, otoriter, antidemokratik, işçi sınıfına, halklara ve inançlara zulmeden, Batı ve emperyalist yanlısı Türkiye Cumhuriyeti çıktı. Mustafa Kemal burada emperyalizme karşı savaşan büyük bir kahraman, stratejist bir deha değildir, emperyalistlere yaranmak için komünistleri öldürten, zindanlara atan, Sovyetlerden yardım alabilmek için ikiyüzlü davranan bir devlet adamıdır. Şüphesiz O, o günkü uluslararası durumu, doğmakta olan sistem çatışmasını değerlendirip Osmanlıdan arta kalan topraklardan, Misak-ı Milli’den büyük bir kısmını almayı, koparmayı başarmış, bu topraklarda yaşayan ve bu topraklara göç eden Balkan ve Kafkas halklarından zorla bir Türk milleti, ulusal bir Türk devleti yaratma projesini önüne koymuştur. Bu asimilasyon projesi çağdaşlık, laiklik, ilericilik inkılapçılık gibi yaftalarla kamufle edilmiş ve bugüne kadar gelmiştir. Çağdaşlığı, laikliği, inkılapçılığı, yani bu cumhuriyeti savunmak, devletin asimilasyon, halkların imha ve inkârına yönelik politikasına göz yummakla eş tutulmuştur. Özünde ise bu cumhuriyet ne çağdaştır ne laiktir ne de devrimcidir. Bu cumhuriyet baskıcıdır, antidemokratiktir, gericidir. Sözü edilen laiklikle Anadolu kültürüne dayanan bir aydınlanma hareketi yaratılamamış, Türk-İslam-Sentezi diye yaratılan devlet dinine karşı gelen tüm inanç grupları baskı altında tutulmuş, dışlanmış, Sunni bir düşman yaratılmıştır. Sözde laik, çağdaş, devrimci aydın Anadolu halkından kendini soyutlamış, bu kavramlara sarılarak devletin gerçek baskıcı karakterine gözlerini kapamış, bu kavramlarla birlikte kendisini devletle özdeşleştirmiştir. Bu çelişkiyi çözemeyen bir kişi devrimci demokrat, ilerici, solcu, hele hele komünist hiç olamaz. Bir komünistin burjuva devletini, Türk devletini her yönüyle aşması gerekir. Ayrıca bir komünistin 90 sene önce yaratılan bu baskıcı cumhuriyet projesinin bugün artık gitmediğini, yürümediğini görmesi, bu baskıcı cumhuriyetin yerine halkların eşitliği, özgürlüğü ve özerkliği temelinde yeni demokratik bir cumhuriyetin yaratılması görevinin önümüzde durduğunu kavramış, bu cumhuriyetin partimizin 1920’den beri bir projesi olduğunu görmüş olması gerekir. Bu kavranmadan Türk devletiyle bağlar koparılmış, milliyetçilikten ve Kemalizm‘den kurtulunmuş olunmaz.

Türk sol ve demokratik güçlerin, komünistlerin büyük bir kesiminin bu devletle kendisini özdeşleştirmesinin altında yatan diğer bir neden de, Şefik Hüsnü’nün Kemalist anlayışı ve politikasıdır. Şefik Hüsnü sürekli işçi ve emekçileri bu ceberut Kemalist devleti desteklemeye çağırdı, bu devletten sosyalizme giden devrimci dönüşümler bekledi. Yönetici kadroları, başta Nedim Tör ve Şevket Süreyya olmak üzere Kıvılcımlı, Mihri Belli gibilerini hep bu anlayışı savunan insanlardan seçti. Bunların özellikle Kemalist devleti savunan bir 68, 78 kuşağının yetişmesinde büyük etkileri oldu. Bunlar işçi sınıfına, devrimci harekete, Kürt hareketine karşı en büyük ihaneti işlediler. Şefik Hüsnü ve onun takipçilerinin politikalarıyla yüzleşmek, TKP’de iki çizginin, Şefik Hüsnü’nün Kemalist çizgisiyle, Mustafa Suphi’nin Leninist çizgisinin hep mücadele ettiğini anlamak sol ve demokratik, komünist güçlerin Kemalizm‘den, Türk devletinden kopma mücadelesi için çok önemlidir. Kemalist devletten ve anlayışından kopmadan ne demokrat ne de komünist olunur. 2307910 \lquo

Bir yanıt yazın