Haber / Yorum / Bildiri

Yeni bir atılım dönemi- Bölüm 2: TKP yeniden nasıl ayağa kaldırılır?

„Türkiye Komünist Partisi, çağımızın devrimci teorisi bilimsel sosyalizmi kendisine kılavuz edinmiş uluslararası işçi sınıfının Marksist-Leninist bir partisidir. İşçi sınıfının öncülüğünde savaş vererek proletarya diktatörlüğüyle sosyalist bir toplumun inşasına ve nihai hedef olarak sınıfsız komünist bir topluma ulaşmayı amaçlamaktadır. Proleter devrim işçi sınıfının eseridir, ancak tüm tarihsel deneyler göstermiştir ki, Marksist-Leninist bir komünist partisi olmadan, işçi sınıfı sosyalizme, komünizme ilerleyemez. “

Komünist kadroların ideolojik ve politik özgüllükleri

Devrim ve zor kullanma

Devrim genel olarak tüm toplumun ya da tek tek toplumsal alanların nitel olarak kökten dönüştürülmesidir. Sosyal devrimler toplum gelişmesinde nitel sıçramaları ifade eder; sonuçta tarihsel gelişim sürecini tamamlamış, miadını doldurmuş, eskimiş sosyoekonomik yapı gelişkin, ileri, yeni toplumsal formasyon tarafından ortadan kaldırılır. Uzlaşmaz sınıfsal toplumlarda sosyal devrimler yasallıktır. Nedeni; gelişen üretici güçlerle miadını doldurmuş, zamanı geçmiş üretim ilişkileri arasındaki çelişkide yatar. Bu çelişki, yükselen devrimci sınıfla eskimiş üretim ilişkilerini ve bu ilişkiler üzerinde kurulu sosyal ve politik düzeni her türlü araçla, özellikle devlet gücüyle savunan gerici sınıf arasındaki sınıf savaşının temelidir. Çelişkinin çözümü devrimdir, sosyal devrim sınıf savaşının zirvesidir. Sosyal devrimin ana özelliği devlet erkinin egemen gerici sınıfın elinden devrimci sınıfın eline geçmesidir. Bunun için her sosyal devrim bir politik devrimdir. İktidarın bir sınıftan diğerine geçmesi demek, mülkiyet ilişkilerinin değişmesi demektir.

Bugün miadını doldurmuş kapitalist toplumdaki bu mücadele devrimci sınıf olan proletarya ile gerici sınıf olan burjuvazi arasındaki sınıf savaşıdır. Bu sınıf savaşının bugün keskinleştiği yer en gerici tekelci burjuvaziyle geniş halk yığınları arasındaki çelişkidir. Bu çelişkinin çözümüyle gelecek devrimde, gerici, antidemokratik, baskıcı iktidara proletarya ve müttefikleri tarafından son verilir ve iktidar proletarya ve bağlaşıklarının, halkın eline geçer. Demokratik dönüşümler, hak ve özgürlükler gerçekleştirilir, üretim ve üretici güçler hızla geliştirilir, gelişmişlik düzeyine göre özel mülkiyet tedricen kaldırılır, yerine toplumsal mülkiyet geçirilir. Üretim araçları, fabrikalar ve işletmeler, toprak kamulaştırılır, bunların hepsi toplumsal mülkiyet haline dönüştürülür. Ama bu çok zor bir süreçtir, çetin sınıf mücadeleleri gerektirir, kim-kimi savaşı şiddetlenir.

Bunun için önce iktidarı demokratik güçlerin alması gerekir. Ama erki elinde tutan tekelci büyük burjuva iktidarını işçi ve emekçilere, halkın çoğunluğuna bırakmak istemez. Baskıya, şiddete başvurur. Buna karşı işçi sınıfı ve demokratik güçler kendilerini savunmak zorunda kalırlar. Bu nedenle de sınıf, iktidar mücadelesinin barışçıl veya barışçıl olmayan zorla, silahla olup olmaması, bir iç savaşa dönüşüp dönüşmemesi işçi sınıfının, emekçilerin, halkların tutumuna değil, burjuvazinin, egemen güçlerin tutumuna bağlıdır. İşçi sınıfının, emekçilerin ve halkların isteği, iktidarı bir iç savaşa vardırmadan demokratik ve barışçıl yollardan almaktır.

Ama burjuvazi kendi köhnemiş iktidarını asla bırakmayacağı ve mülkiyetinin elinden alınmasına ve kaldırılmasına asla razı olmayacağı için, işçi sınıfına, emekçilere, köylülere, halklara karşı savaş açar. Erkini ve mülkiyetini vermemek için her türlü manipülasyona, zorbalığa, şiddete ve silaha başvurur, işçi sınıfına ve emekçi yığınlara, halklara karşı baskı ve terör uygular, onları zorla egemenliği altında tutmaya çalışır. Uygulanan bu şiddete karşı koymak ve üstündeki baskıyı atmak için işçi sınıfı ve emekçi kitleler, köylüler, halklar da burjuvaziye karşı aynı yöntemle, zorla, silahla cevap vermek durumunda kalırlar. İşçi sınıfı, emekçiler ve halklar sömürüden, yokluk ve sefaletten, baskıdan kurtulmak, özgür, demokratik bir toplum düzeni istemektedirler. Burjuvazi ise işçi sınıfını ve emekçileri, köylüleri, halkları sömürmeden var olamaz; baskı ve şiddet uygulamadan erkte kalamaz. Bu sömürü, baskı, şiddet onun doğasında, özünde vardır. Bunun için sınıf savaşımında, demokrasi ve özgürlükler mücadelesinde zor kullanmak kaçınılmazdır, yasallıktır. İşçi ve emekçiler, köylüler ve halklar ancak burjuvazinin zoruna karşı zor kullanarak direnişini kırabilir, yenebilir, sömürüden ve baskıdan kurtulabilir, özgür olabilirler. Zor kullanım silahlı da, silahsız da olabilir.

Silahlı mücadele, şiddet işçi sınıfının seçtiği, tercih ettiği değil, burjuvazi ve devletinin kendisine dayattığı yöntemdir. Sömürü ve baskıdan kurtuluşun yoludur. İşçi sınıfı ve emekçiler için amaç silahlı savaş değil, barışçıl, demokratik yoldur. İşçi ve emekçi halk yığınlarının, devrimci güçlerin en geniş birliği oluştuğunda, yenilmez güç durumuna yükseldiğinde ve burjuvazi de yönetemeyecek duruma geldiğinde, silahlı güçlerinin dağılmaya, parçalanmaya başladığı çok özgül dönemlerde, işçiler, köylüler, emekçiler, halklar, askerler ve aydınların oluşturduğu geniş cepheyle birlikte silaha başvurmadan iktidarı alabilir, iç savaşı önleyebilir. Ama mücadelenin buraya evrilebilmesi için, işçi sınıfının, emekçilerin ve halkların silahlı savaşıma, barışçıl olmayan yola her zaman hazır olması, burjuvaziyi silahla saldıramayacak duruma getirmesi gereklidir. Burjuvazinin zorunu önlemek, ona karşı güçlü, savaşkan bir halk iradesi ve zoru oluşturmakla mümkündür. Aksi halde iç savaş kaçınılmazdır. Devrimin barışçıl ya da barışçıl olmayan yollardan gelişip gelişmeyeceğinden bağımsız olarak, kadroların en geniş işçi ve emekçi yığınlarını örgütlemesi, büyük bir güç oluşturması ve her an silahlı savaşa hazır olması zorunluluğunu kavraması gerekmektedir. Örgütlü yığın, burjuvazinin zoruna karşı en büyük zordur. Böylesi bir güç oluşturulduğunda burjuvazinin silahlı zora başvurmasını engellenebilir ve devrim barışçıl yollardan demokratik olarak gerçekleşebilir.

Zor kullanmaya, barışçıl olmayan yola, silahlı savaşa bir örnek, günümüz Türkiye’sinde Kürt halkı ile Türk devleti arasındaki çelişkinin, ulusal çelişkinin aldığı boyuttur, Türk devletinin baskısı ve bu baskıya karşı Kürt halkının silahlı direnişidir. Türkiye’de burjuva devriminin çözmediği, bilinçli olarak yarattığı, Türkiye halklarıyla, özellikle Kürt halkıyla Türk egemen güçleri arasındaki çelişki Türkiye toplumunun baş çelişkisidir. Bu çelişki barışçıl yollardan, zora gerek kalmadan çözülebilir. Bunun için Türk devletinin Kürtler üzerinde uygulanan ulusal baskıya, asimilasyona, inkâr ve imhaya son vermesi, ulusların kendi kaderini belirleme hakkını tanıması, Kürt Özgürlük Hareketinin temsilcileriyle barış masasına dönmesi ve barış görüşmelerine başlaması gerekmektedir. Türk devleti baskıya ve asimilasyona son vermediği, barış masasına geri dönmediği, silaha başvurduğu sürece, Kürt halkının önünde özgürlüğü için direnmekten, silaha sarılmaktan başka bir yol kalmamaktadır.

Silahlı savaş Kürtlerin tercihi değildir. Barış masasını deviren Türk devletinin Kürtlere dayatmasıdır. Türk devletinin barış masasına dönmesi ise, Kürtlerin direnişinin yanı sıra, Türk yığınlarının da yaratacağı demokratik zora, demokratik çıkışlarla hükümet üzerinde oluşturacağı baskıya bağlıdır. Eğer bugün Türk sol, demokrat, devrimci güçleri Türk halkına Kürt halkının mücadelesinin haklı bir mücadele olduğunu, ayrılma veya eşitlik temelinde birlikte yaşama yönünde özgürce kendi kaderini belirleme hakkı bulunduğunu anlatır ve ikna ederse, Batıda Kürt halkıyla dayanışma yükselirse, devlet Kürtlerle barış masasına yeniden oturmak zorunda kalır, barışçıl olmayan yoldan, tekrar barışçıl yola geçilmiş olur.

Barışçıl yola geçmek, yani devleti zora başvurmaktan vazgeçirmek, halklarımızın ortak mücadelesi ve dayanışmasını örgütleyerek doğacak devrimci güç, devrimci irade ve devrimci-demokratik zor ile mümkündür. Bu ortak mücadele, ortak güç ve zor Türkiye’nin demokratikleşmesinin ve özgürleşmesinin garantisidir, Türkiye’nin demokratikleşmesi sınıf savaşının güçlenmesinin, temel çelişkinin, emek sermaye çelişkisinin çözümünün ön koşuludur.

Kürt halkının direnişinin, silahlı başkaldırısının haklılığı

Baskı ve başka devletin egemenliği altında olan bir halkın bu baskı ve egemenliğe karşı koyması, özgürlüğü için, ulusal demokratik hakları için savaşması en doğal hakkıdır. Hiçbir halk başka bir halkın boyunduruğu altında yaşamayı içselleştiremez. Tarih aynı zamanda halkların ulusal ve sosyal baskıya karşı savaş tarihidir. Günümüzde batıda bu savaşlar yürüyüş, miting, toplantı, plebisit-halk oylaması gibi barışçıl yöntemlerle yapılmaktadır. Bu olanakların olmadığı yerlerde de baskıya karşı barışçıl olmayan yöntemlerle, silahla mücadele edilmektedir. Dünyada, özellikle ulusal kurtuluş savaşlarında her ikisinin de örnekleri, ayrıca her kişinin birlikte yürüdüğü yerler de vardır.

Ama Türkiye’deki ulusal sorun, dünyada ortaya çıkan ulusal sorunlardan, hatta kitaplarda yazan, açıklanan ulusal sorundan, sömürge sorunundan çok çok farklıdır. Kitaplarda anlatılan, dünyada gözlenen ulusal sorunlarda, sömürgelerde baskı altında olan halkın dilini ve kimliğini inkâr durumu yoktur. İngilizler Hindistan’ı, Afrika’yı zapt edip sömürgeleştirirken, “Sen bundan sonra Hintli olmayacaksın, Afrikalı olmayacaksın, Hintliliğini, Afrikalılığını inkâr edeceksin, İngiliz olacaksın” diye baskı yapmadı. Böyle baskı zapt edilen, sömürgeleştirilen ülkelerin hemen hiçbirinde görülmedi. İngiltere, Kanada, İspanya, Rusya gibi çok uluslu ülkelerde de sorunlar, halkların direnişleri vardır, ama bu sorunlar halk oylamalarıyla çözülmektedir. Bu ülkelerde belli ölçülerde gönüllü asimilasyonlar bile yaşanmaktadır.

Ama Türkiye’deki gibi Kürtler üzerinde sömürgecilik, zorla asimilasyon İran ve Irak’ta bile yok. İran ve Irak’ta azınlıklar kendilerini oldukları gibi ifade edebilmektedirler. Türkiye’deki asimilasyonda, sömürgecilikte barbarlık var; halkların dili yasaklanmış, kimlikleri inkâr edilmiş, Kürt, Çerkes, Laz diye kendisini halkının adıyla ifade etmesi engellenmiş, Türk diye ifade etmeye zorlanmış, Türkiye’de yaşayan herkes Türk olmak zorunda bırakılmıştır. İnsanlık onuru ancak bu kadar ayaklar altına alınabilir. Cumhuriyetin kuruluşundan beri Türkiye’deki halklar böylesine insanlık dışı bir barbarlıkla karşı karşıyadır, esaret altındadır. Türk devletinin inkâr ve imha politikasında Türkiye’de bir Kürt halkının var olduğu gerçeği yoktur. Bunun için Kürtlerle konuşma, görüşme, barış diye bir sorunu da yoktur.

Esaret altındaki Kürt halkına direnmek, silaha sarılmak dışında bir yol bırakılmadı. Kürt halkı cumhuriyet tarihinde 29 kez baskıya karşı silaha sarıldı, ayaklandı. Türk Devleti Kürt halkının direnişini kırmak, sürekli asimile etmek, baskı altında tutmak için Kürdistan’da özel işgal ve sömürge düzeni oluşturdu. Dün de bugün de asker, polis ve güvenlik güçleri Kürdistan’da yasaları, hukuku yok sayıyor, istediği gibi zulmetmeyi kendine hak görüyor. Bu koşullarda Kürt halkı her fırsatta ayaklanmak zorunda kaldı. Kemalisti ya da İslamcısı egemen güçler, geçmişte CHP ve diğer parti iktidarları ve bugün de AKP, Türkiye’deki halklardan zorla Türk-İslam sentezi temelinde sûni bir Türk milleti yaratma projesinden vazgeçmediler. Bu tasarımı hayata geçirmeye çalıştıkları sürece Kürtler ve diğer halklar Türk olmayı kabul etmeyecekler, direnişi, savaşımı sürdüreceklerdir.

Baskı ve asimilasyonu, Türklüğü, Türk olmayı reddeden Kürt gençleri 80’li yıllarda yeniden silahlı savaşım başlattılar. Bu Kürt gençleri, Ankara ve İstanbul’daki 68 hareketinde, 70’lerdeki hareketlerde yer aldılar, dünyadaki devrimci gelişmelerden, ulusal kurtuluş hareketlerinden esinlendiler. Barıştan söz etmeyen, ulusal zulmü sürdüren egemenlerin silahlı gücüne aynı güçle karşılık vermeden özgürlüğün kazanılamayacağını saptadılar. Bu fikir ve eylemlerin içinde doğan PKK Kürdistan’da Türk devletinin zulmünün kırılabileceğini gösterdi. Halkın büyük çoğunluğu onları Kürdistan Özgürlük Hareketinin önderi ve ordusu olarak bağrına bastı, etle tırnak gibi oldular. Kürt halkının kurtuluş umudu PKK Kürt Özgürlük Hareketinin bel kemiği, onun silahlı, devrimci, demokratik, siyasi örgütüdür. Silahlı bir örgütün demokratik, siyasi olması önüne koyduğu hedeflere ve eylem yöntemlerine bağlıdır. PKK, Kürt halkı ve halkların özgürlüğü, Türkiye’nin demokratikleşmesi hedefini önüne koymuştur. Barışçıl yol kapatıldığı için silahlı yollardan hedefine ulaşmaya çalışıyor. Eylemlerinde sivil halkı değil, daha çok devlet güçlerini karşısına alıyor. Ama barış olasılığını hiçbir zaman elden bırakmıyor. Türk devleti ise uzatılan zeytin dallarını kırıyor, barış masalarını deviriyor. Egemen güçlerin PKK’ye terör örgütü yaftasını yakıştırması, halk yığınları önünde itibarsızlaştırmaya çalışması, Kürtler ve Orta Doğu halkları üzerinde yarattığı özgürlük ve demokrasi akımını küçültmeyi amaçlamaktadır. Ama bu politikalar hep başarısızlıkla sonuçlanmaktadır.

Ulusal sorun aynı zamanda sınıfsaldır ve birbirinin karşısına konulamaz. Ulusal Özgürlük hareketlerinde en önde savaşan işçi, köylü, emekçi yığınlardır. İşçi ve emekçi yığınların Ulusal Özgürlük Savaşında hegemon olması bilinç ve örgütlülük düzeyine bağlıdır. Kürt Özgürlük Hareketinde işçi, köylü ve emekçi yığınların etkinliği oldukça yüksektir. Eksik olan Türk işçi, köylü ve emekçilerinin Kürt Özgürlük Savaşına desteği, destekten de öte, bunun aynı zamanda kendi savaşı olduğunu görmemesidir. Türk işçi ve emekçileri böyle bir yaklaşımdan ne yazık ki uzaktırlar. Kürt Özgürlük Hareketi yalnız Kürdistan’ın değil, Türkiye ve Orta Doğu’nun demokratikleşmesi için de savaşıyor. Kürtler özgürleşmeden Orta doğu demokratikleşemez. Demokratikleşme Türk işçi sınıfının da önünde duran en acil savaşımdır. Kürt Özgürlük Hareketi ile Türk işçi sınıfının yakın hedefleri; halkların özgürleşmesi, Türkiye’nin demokratikleşmesidir. Türk işçi sınıfının bu savaşımda felç durumda oluşunun nedeni saflarında şovenizmin, Türk milliyetçiliğinin etkin olmasıdır. Milliyetçilik ve şovenizm işçi sınıfı ideolojisine tümden terstir. İşçi sınıfı Enternasyonalist‘tir; sömürü, baskı ve zulmün olduğu her yerde, oradaki sınıf kardeşlerinin yanında savaşır. Kürt işçi, köylü ve emekçilerinin Türk egemenlerine karşı verdiği mücadelede Türk işçi, köylü ve emekçilerinin onların yanında yer alması gerekir. Kaldı ki Türk egemenlerine karşı savaşım Türk işçilerinin kendi ana savaşımıdır. Bu mücadelede Türk işçi ve emekçilerinin Kürt işçi ve emekçileriyle birlikte olmaması, Türk egemenlerinin iktidarını güçlendirmekte, milliyetçilikle kendisini esir almasını kolaylaştırmaktadır. Milliyetçi olan, egemenlerin esiri olan işçi sınıfı sömürüye, baskıya karşı ekmek için, demokratik hak ve özgürlükler için savaşamaz. Bugün Türk işçi sınıfının bu durumu egemen güçlerin iktidarını uzatmaktadır. Türk işçi sınıfının önünde duran görev; Türk milliyetçiliğini üzerinden atması, Kürt emekçileriyle birlikte Kürt özgürlüğü ve Türkiye’nin demokratikleşmesi için savaşmasıdır. Kürt halkı ve diğer halklar özgür olmadıkça Türk halkı özgürleşemez, Türkiye demokratikleşemez. Sınıf mücadelesiyle Kürt halkının özgürlük mücadelesi böylesine birbirine girifttir. Ancak özgür olan halk ayrılma, ayrı devlet kurma veya demokratik bir cumhuriyette birlikte yaşama yönünde karar verebilir.

Ne ki Türk sol ve demokratik güçleri sınıfsal olanla ulusal olan arasındaki ilişkiyi, Kürtlerin mücadelesi desteklenmeden sınıf savaşının başarısız olacağını görememektedir. Onlar, Kürtlerin Orta doğu’da böylesine güçlü hareket yarattığına şaşmakta, Kürtler statü isteyerek emperyalizmin oyununa geldiği, hatta onunla iş birliği yaptığı gibi Kürt halkına, Kürt Özgürlük Hareketine haksız suçlamalar yöneltmektedir. Onlara göre; küreselliğin egemen olduğu, ulusal devletlerin kalkacağı dünyada Kürtlere statü istemek, bir Kürt devleti kurmaya kalkmak anakronizmdir. Onlar hâlâ iki sistem mücadelesi döneminde olduğu gibi; Kürtler bizimle birlikte olsunlar, biz onlara abilik, ablalık yapalım düşüncesindedirler.  

İşçi sınıfının kurtuluşu insanlığın kurtuluşu olacak; Proletaryanın savaşımı sonunda yalnız işçi ve emekçiler değil, tüm ezilenler, halklar, tüm insanlık sömürüden, baskıdan, zulümden kurtulmuş olacaktır. Dünya işçi ve komünist hareketi, proletarya hareketi, sosyalizm yıllarca tüm ezilen halkların, azınlıkların, kadınların, gençlerin, sosyal ve kültürel grupların umut ve çekim merkezi, müttefiki olmuştur. Reel sosyalizm yıkıldıktan sonra, işçi sınıfının doğal müttefiki durumunda olan ulusal kurtuluş hareketleri, kadın hareketleri, kapitalist düzende aşağılanan ve horlanan, baskı gören sosyal, kültürel, dinsel ve etnik gruplar arkalarındaki büyük bir desteğin kaybolduğunu, kapitalizmle tek başına karşı karşıya kaldıklarını gördüler.

Kapitalist, emperyalist baskı ve sömürüye karşı her sosyal, dinsel, etnik grup ve halk tek başına savaşmak ve boğuşmak zorunda kaldı. Tek tek ülkede işçi sınıfı örgütlerinin, komünist partilerinin dağınıklığı, ortak bir cephenin yaratılamaması bu süreci daha da hızlandırdı. Her grup ve halk kendisi için maksimum çıkarlar sağlama yoluna girdi. Özellikle Amerikan sosyologları, Neo-con’lar, antikomünist, antisovyet sözde aydınlar bu yeni durumun teorisini yapmaya, kapitalist-emperyalist baskı altındaki bu sosyal grup ve halkların işçi sınıfı ile aralarını açmaya, işçi sınıfının dünya görüşünden bağımsız hareketler yaratmaya kalkıştılar. Huntington’un “Kültürler Çatışması”, Negri’nin “yeni çoğulculuk” görüşleri, Wallerstein, Hobsbawn gibilerinin teorileri bunlara örnektir. Attac, Dünya Sosyal Forumu gibi kuruluşlar bu dönemde çıkan küresel kapitalizmi eleştiren kuruluşlardır. Bunların amacı kapitalizmi kaldırmak değil, eleştirmek, iyileştirmek, reforme etmek, demokratikleştirmek, daha iyi işlerliğini sağlamak, yığınlar için tahammül edilir hale getirmektir. Bu teorisyenler özellikle ezilen etnik grupların baskıya karşı mücadelelerinin arttığını, ama bunların bir ulusal devlete evrilmesinin yanlış olduğunu, ulusal devletler çağının geçtiğini yaymaya çalışmaktadırlar. 

Küresel dünyadaki bu gelişmelerin etkisi altında kalan bazı Türk sol ve demokratik güçler, Kürtlerin kendi devletlerini veya politik birimlerini veya öz-yönetimlerini oluşturmak, bir statüye kavuşmak istemelerini, emperyalizmin, özellikle ABD emperyalizminin bir oyunu, onun Türkiye’yi bölecek olan bir BOP, Büyük Orta doğu Projesi olarak görmektedirler. Bu ise bir çarpıtmadır. ABD’nin Orta doğu petrollerine, Kürt petrolüne hükmetmek için birçok projeleri vardır. Türkiye’nin de vardır. Türkiye’de emperyalist bir ülkedir. Özellikle Orta Doğu’da yayılmak istemektedir. Bunun için İŞİD’i desteklemekte, İŞİD’i Kürtlerin üstüne sürmekte, Kürtlere baskı yapmaktadır. Kürtler de baskıya karşı çıkmakta, savaşmakta, bu savaşta kendilerine “müttefik” aramaktadırlar. ABD, Rusya, İngiltere, Fransa, Almanya gibi emperyalist devletlerle konuşmakta, emperyalistler arasındaki, özellikle Türk emperyalistleriyle diğer emperyalist devletler arasındaki çelişkilerden yararlanmaktalar, bu çelişkileri özgürlüklerini elde etmek, en azından İŞİD teröründen kurtulmak için kullanmaktadırlar.

Bu, baskı altındaki bir halkın en doğal hakkıdır. Eğer Türk sol ve demokratik güçleri, Türk işçilerinin çoğunluğu şoven ve milliyetçi olmasalardı ve Kürt Özgürlük Hareketiyle ittifak kursalardı, Türk devletinin baskılarına karşı birlikte savaşsalardı, hem Kürt Özgürlük Hareketinin emperyalistlerden “destek” aramasına gerek kalmaz, hem de Türkiye halkları ve işçi sınıfı Erdoğan gibi faşist bir diktatörü çoktan başından atmış, ülke demokratikleşmiş olurdu. Kaldı ki Kürtler yaşadıkları topraklarda Kürtlerin egemenliğinde bir ulusal devlet yaratmak için savaşmıyorlar, Kuzey Suriye’de olduğu gibi orada yaşayan diğer halklarla birlikte bir ulusal devlet anlayışına karşı demokratik yapılar, şuralar oluşturmakta, “özgür halkların özgür birliğine” dayalı yeni demokratik bir devlet örneği yaratmaktadırlar. 

Ayrıca burjuva sol aydın ve demokratlarının Türkiye’nin bölüneceğinden korkmaları Türkiye gerçeğini tanımamalarından veya tanımak istememelerinden ileri gelmektedir. Türkiye gerçeği; içinde Kürdistan, Lazistan, Ermenistan gibi birçok toprakların bulunduğu ve bu topraklar üzerinde o halkların ve diğer birçok halkın yaşadığı çok uluslu, çok dinli, çok kültürlü bir ülke oluşudur. İsteyen halkın ayrılma hakkı vardır. Kürt halkı da ayrılabilir. Bu onun en doğal hakkıdır. Türkiye’nin bölünme gerçeği kendi varoluş gerçeğidir. Önce bu gerçeğin kabulü gerekir. Kaldı ki Kürt halkı ayrılmak istemediğini, demokratik bir Türkiye Cumhuriyetinde Türklerle ve diğer Türkiye halklarıyla birlikte eşitlik, özgürlük, özerklik ve barış temelinde birlikte yaşamak istediğini defalarca beyan etti. Türk devleti ise bunlara hep kulağını tıkadı ve tıkıyor, Kürtlere baskı yapmaya, başlarına bomba yağdırmaya, onları asimile etmeye, tek Türk milleti yaratmaya devam ediyor. Bu koşullarda bir gün Kürtler yeter deyip, Kürdistan olan kendi topraklarında ayrı devlet kurduklarını ve ayrıldıklarını ilan edeceklerdir. O zaman bu parçalanmanın, bölünmenin sorumlusu Türk devleti ve onun baskı ve asimilasyon politikasına karşı çıkmayan Türk sol ve demokratik güçleridir, işçi sınıfı olacaktır. ABD’nin BOP ya da Rusya’nın Akdeniz’e inme projesi değildir. Kaldı ki, bu projeler Kürt ve Türk halkının birliği ile dumura uğratılabilir.

Kemalizm, Türk Milleti, Türk Milliyetçiliği ve Şovenizm

Kemalizm üzerine çok konuşulur. Ama onun gerçekte ne olduğu hiç tartışılmaz. Ya göklere çıkarılır ya da yerin dibine geçirilir. Kemalizm kimilerine göre yoktan var olmamaktır, modernleşmek, batılılaşmak, çağdaşlaşmaktır, laiklik, ulusalcılık, 7 düvele karşı direnmektir, antiemperyalistliktir. Kimilerine göre de Türkiye’yi doğudan, İslam‘dan, kültürel köklerinden koparmak, ülkeyi batı kültürünün etkisine sokmaktır, imparatorluğu, halifeliği yok etmektir. İlki Kemalizm‘i putlaştıran, öbürü lanetleyen yüzeysel, eklektik yorumlardır. Kemalizm ne köklü bir modernleşme, aydınlanma, laiklik ve antiemperyalistliktir, ne de Türkiyeyi doğudan, tarihi ve İslami köklerinden zorla koparan bir harekettir. Kemalizm özü itibarı ile I. Dünya Savaşı sonunda dağılan ve yıkılan Osmanlı İmparatorluğu üzerinde arta kalan halklardan burjuvazinin zorla Türk-İslam tezi temelinde modern bir devlet ve millet yaratma projesi ve ideolojisidir.

Kemalizm görünüşte bir batılılaşma ve modernleşme, laikleşme ve doğudan kopuş projesidir. Ama köklü bir modernleşme ve aydınlanma projesi değildir. Aydınlanma özünde dinle hesaplaşma, dinin değil, önce aklın yolunda gitmektir. Kemalizm‘de olduğu gibi, aydınlanma Avrupa yaşam tarzını halka yukarıdan zorla dayatmakla olmaz. Arabistan siyasal İslam ve kültüründen kopma ise yasakçılıkla, Anadolu İslamı‘nı, kültür ve yaşam tarzını inkârla, küçümsemekle olmaz. Aydınlanma ve modernleşme bizde de, hem üstte, hem tabanda İslam‘la, özellikle siyasal Arabistan İslamı‘yla, feodal anlayışlarla ve kendi Anadolu İslam ve kültürüyle, yaşam tarzıyla akla ve bilime dayanan köklü bir tartışmayı gerektirir. Kemalizm tam tersine, İslam ve feodal anlayışlarla tartışmadan ve onlarla uzlaşma içinde, Avrupa aydınlanmacılığını ve laikliğini tepeden halka dayatmış, halkı kendi Anadolu kültürü ve tarihsel gelişiminden koparmış, yabancılaştırmış, siyasal İslamı kendi Kemalizm ideolojisine yamamış, yeni bir Türk milleti yaratmak için kullanmıştır. Kemalizm gerici, ırkçı, faşizan bir burjuva ideolojisidir. Bir burjuva ideolojisi olarak Kemalizm, Türk-İslam sentezi temelinde Türkiye’de, Anadolu’da yaşayan halkları inkâr, imha ve zorla asilime ederek yapay Türk milleti, Türk ülkesi, Türk burjuvazisi, Türk kapitalizmi, üniter Türk devleti yaratma projesidir.

Bir ülkede halkların uluslaşması kapitalist gelişimle birlikte olur. Osmanlıda kapitalizm geç ve çarpık geliştiği için bir ulus oluşamamıştır. Tersine çok uluslu, çok dinli, çok kültürlü Osmanlı yıkılıp Cumhuriyet doğarken ulusun kim olduğu, ülkenin neresi olduğu tartışmalıdır. O zamanlar henüz Türk diye bir ulus, Türkiye diye bir ülke, Türk devleti diye bir devlet yoktu ve ortaya çıkan Yeni Osmanlıcılık, Panislamizm, Pantürkizm, Turancılık gibi akımların ulus ve ülke anlayışları çelişkilerle doludur ve o günün gerçeğini de yansıtmaz. Panislamizm yürümez; halkın yarısı gayri müslümdir. Pantürkizm işlemez; halkın yarıdan fazlası Türk değildir, Turancılık işlemez; vatan Turan, Orta Asya ve Altaylar değildir. Elde tek Anadolu kalmıştır. Onun da İslamlaştırılması ve Türkleştirilmesi gerekmektedir. O dönemde bu anlayışın uygulanması sonunda Ermeniler soykırıma uğratıldı, Pontos Rumları imha edildi, kalanlar ve Batıdaki Rumlar mübadele edildi, Kürt isyanları kanla bastırıldı.

O günün dünya koşullarında emperyalist güçlerin çıkarı, kuzeyde doğan yeni proletarya devleti Sovyetler Birliği karşısında, Sevr’deki gibi parçalı bir Anadolu değil, bu topraklar üzerinde güçlü, modern, batı yanlısı tampon bir devlet gerektirdi. Lozan’da bu devletin sınırları ve ulusu belli oldu. ‘Misak-ı Milli’ yerine bugünkü Türkiye Cumhuriyeti sınırları kabul edildi. Dinsel eksende homojen bir halk oluşturmak için Anadolu’daki Hıristiyanlarla Yunanistan ve Balkanlar’da Osmanlının dayanağı olan Müslümanlaşmış Makedonlar, Arnavutlar, Ulahlar, Rumlar mübadele edildi. Türkiye’de, İstanbul’daki küçük bir Hristiyan azınlık dışında herkesin Müslüman olduğu bir çoğunluk kabul edildi. Bu çoğunluk genel olarak Müslüman görüldü ama hepsi Türk değildi. Kürt, Laz, Çerkes, Rum, Ermeni, Arap, Arnavut, Boşnak, Roman, Süryani, Kafkas ve Balkan göçmeniydi. Dinsel olarak da hepsi Müslüman değil, Sünni, Hanefi hiç değildi; Alevi, Şafi, Zerdüşt, Ezidi, Süryani, Hristiyandı..

Türkiye tek halkın, Türklerin ülkesi değildi. Güney Doğusu Kürdistan; çoğunlukla Kürtler yaşıyordu ve yaşıyor. Doğusu Ermenistan; Ermeni çoğunluk yaşıyordu. Doğu Karadeniz Lazistan; Laz çoğunluk yaşıyordu ve yaşıyor. Orta Karadeniz Pontus; çoğunlukla Rumlar yaşıyordu. Diğer halklar Türkiye’nin dört bir yanına yayılmış, bazı yerlerde yoğun, bazı yerlerde dağınık olarak yaşıyorlardı. İttihat ve Terakki döneminde Ermeniler, Pontuslular soykırıma uğradı, Kurtuluş Savaşı sonunda Rumlar mübadele edildi. Cumhuriyet kurulurken Türkiye’de büyük bir halk olarak Kürtler ve sonra Lazlar, Çerkesler, Balkan ve Kafkasya’dan gelen göçmen halklar bulunuyordu. 

Kemalistler, halkın büyük çoğunluğunun ayrı halklardan, din ve mezheplerden olmasını uluslaşma projelerinin önünde bir engel olarak gördüler. Ulus için homojen bir yapı gerekiyordu. Homojenleştirmek için tüm halkları Türk, farklı inançları sünni Müslüman yapmak gerekiyordu. Bu da ancak zor ve asimilasyonla sağlanabilirdi. Halklar kendi dillerini, kimliklerini, dinlerini, kültürlerini inkâr edip Türklüğü kabul edecekler, “Ne Mutlu Türküm” diyeceklerdi. Demeyenler zorla ezilecekti. İşte Kemalizm bu zorla asimilasyonun, halkları inkâr ve imhanın, tek dilli, tek dinli, tek bayraklı, vatanı ve milletiyle bölünmez bir Türk devleti yaratmanın, halkları zorla Türkleştirmek ve sünnileştirmenin adıdır. Sünni Müslümanlık Türkleştirmenin harcıdır. “Ne mutlu Türküm diyene”, “Elhamdülillah, hepimiz Müslümanız”, “Türk-İslam sentezi” gibi belgiler bu projenin gereğidir. Kemalizm Türk milliyetçiliği ve şovenizmdir, Türkiye’deki halkları zorla asimile ederek yapay Türk ulusu yaratmaktır. Bu milliyetçilik ve şovenizmle Türkleri esir almaktır.

Kemalistlerin neredeyse 100 yıldır yapay Türk ulusu, Türk devleti yaratma, halklara zorla antidemokratik cumhuriyet dayatma projesi iflas etti. Şimdi önümüzdeki görev Türkiye’nin çok uluslu, çok dinli, çok kültürlü gerçeğinden hareketle yeni bir projenin yaratılmasıdır. Bu proje halkların, inançların, kültürlerin eşitliğine, özgürlüğüne, özerkliğine dayanan demokratik cumhuriyet projesidir. Aslında bugün Türk sorunu, zorla Türkleştirme sorunu vardır. Türk olmayı kabul etmeyen, onurunu koruyan ve savunan halklarla sorunlar vardır. Bunun için hemen hemen yüzyıllık Cumhuriyet tarihi, halkları zorla asimile etme, halkların bu zora karşı direnme tarihidir. Mustafa Kemal nispeten küçük ve dağınık olan halkları, Lazları, Çerkesleri, diğer Kafkas ve Balkan halklarını, diğer azınlıkları kolayca ezdi ve büyük ölçüde asimile etti. Ama Kürtleri ezemedi, asimile edemedi. Geçmişten zengin bir direniş geleneğine sahip olan Kürt halkı asimilasyona karşı çıktı, isyan etti. Kürt halkının bu direnişi günümüzde büyüyerek sürüyor. Ulusal sorun çözülmeden, ulusal baskı kalkmadan Türkiye demokratikleşemez ve özgürleşemez.

Bir halka baskı yapan halkın kendisi de özgür olamaz. Kürt halkına baskı yapıldığı sürece Türk halkı özgür olamaz. Özgürlük ve demokrasi Türklerin Kürtlere ve diğer Türkiye halklarına yapılan baskıya karşı çıkmakla, Kürt halkının direnişini desteklemekle sağlanır. Bu da Kemalizm‘in zorla Türkiye’deki halkları asimile ederek yapay bir Türk milleti yaratmasına karşı çıkmayı ve Türkiye’deki halkların kendi kaderini, ayrılma ve ayrı devlet kurma hakkını savunmayı, bir halkın birlikte yaşama yönünde karar verdiğinde, ortak yaşamın eşitlik, özgürlük, özerklik ve barış temelinde demokratik bir cumhuriyette olacağını ilan etmektir. Baskı, imha, inkâr ve asimilasyonun yeri tarihin çöplüğüdür, gündemde olan eşitlik, özgürlük, özerklik, barış ve demokrasidir.  

Kemalistlerin içinde kendisini demokrat, ilerici, devrimci diye niteleyen olabilir. Ama onlar Kürt halkına uygulanan asimilasyona sessiz kaldıkları, dahası doğru buldukları ve yapılan baskıları, sürdürülen kirli savaşı destekledikleri sürece ne devrimci, ne demokrat, ne de ilerici olabilirler. Kendilerine Kemalist diyen, ulusalcı diyen bu kişi, grup ve partiler bu tutumlarını sürdürdükleri sürece, sosyal şovenist, milliyetçi, ırkçıdırlar, demokrasi ve özgürlük mücadelesinde, demokratik devrimde müttefik de değildirler. Somut bir konuda bunlarla bir eylem birliği yapılabilir, yapılmalıdır ve konuşulmalıdır. Ama tabanda yığınlara, halka onların Kürt sorunundaki, ulusal sorundaki anlayışları, şovenlikleri anlatılmalı, her zaman teşhir edilmelidir. Bu yapılmazsa halk yığınlarında ki Türk milliyetçiliği kırılamaz, Türkiye demokratikleşemez, halklar özgürleşemez, faşizm kapıdan hiç eksik olmaz, sınıf savaşı asla gelişemez. Emperyalizme karşı savaşılamaz. Türkiye büyük emperyalist devletlerin bir oyuncağı olmaktan kurtulamaz. Antiemperyalist savaş Türkiye’de işçi sınıfının ve tüm halkların hem Türk emperyalizmine hem de ABD, AB ve diğer emperyalist ülkelere karşı verecekleri savaştır. Özgürlüğün, demokrasinin temeli böylesi bir antiemperyalist savaştır.

Yakın hedef: Demokratik Cumhuriyet temelinde Türkiye’yi yeniden yapılandırmak

Partimizin yakın hedefi olan demokratik devrimin merkezinde Türkiye’nin demokratikleşmesi yatar. Demokratikleşme barış, eşitlik, özgürlük, özerklik ilkeleri temelinde Türkiye’nin yeniden yapılandırılması, halkların özgür iradesiyle demokratik bir cumhuriyetin yaratılması demektir. Bunun için işçi sınıfının ve demokratik güçlerin, Türkiye halklarının devrimci ittifakı gerekir. Demokratikleşmenin gelişip, derinleşmesi sosyalist devrime dönüşebilmesi, demokratik devrimde işçi sınıfının oynayacağı aktif role bağlıdır. Devrimde işçi sınıfının hegemonyası sınıfın ve örgütlerinin; başta komünist partisi ve devrimci sendikaların ve diğer devrimci örgütlerinin aktif savaşımını gerektirir. İttifak güçleriyle birlikte demokratik hak ve özgürlükler için mücadelede işçi sınıfı ve örgütleri ancak koydukları bilinçli, örgütlü, kararlı tavır ve davranışlarıyla öncülüğü kazanabilirler. Hegemonya, öncülük, ben işçi sınıfıyım, öncüyüm demekle olmaz. Bugün işçi sınıfı öncülüğü, hegemonyası, Türkiye’nin demokratikleştirilmesi mücadelesinde Kürt özgürlük hareketiyle birlikte oluşturacağı ittifak içinde alacağı role bağlıdır. Eğer Türk devrimcileri, ilericileri, komünistleri, demokratik güçleri Türk işçi ve köylülerinin, emekçilerinin Kürt ve diğer Türkiye halklarının işçi ve köylüleri, emekçilerinin devrimci birliği için mücadele eder ve Kürt Özgürlük Hareketinin mücadelesini kendi mücadelesi olarak özümserse demokratik devrimde öncü hegemon güç olabilirler. Aksi milliyetçilik ve şovenizm batağında Kemalistlerin ve Erdoğan’ın kuyruğunda gitmektir. Demokratik devrim Türkiye işçi sınıfının başta Kürt halkı olmak üzere tüm Türkiye halklarının özgürleşmesi, “özgür halkların, özgür birliğini” yaratmasıdır.

Şurası asla unutulmamalı ki, neredeyse bir yüzyıllık Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşundan beri halklar hapishanesidir, baskı ve zulüm dünyası, zorba bir diktatörlüktür. Demokrasi ve insan haklarını hiçe sayan keyfi bir rejimdir. Bu cumhuriyet Türkiye halklarının inkâr ve imhası, Türkleştirilmesi üzerine kuruludur. Kuruluş felsefesi Kemalizm‘in özü; halkların asimilasyonu ile yapay Türk ulusu ve devleti yaratmaktır. 90’ı aşkın yıldır süren bu anlayış yürümemekte, Türkiye Cumhuriyeti artık Kemalizm‘le yol alamamaktadır. Halklar başkaldırıyor; dilleri, kimlikleri, dinleri, kültürleriyle kendilerini ifade etmek, kendi kaderlerini kendileri belirlemek, özgür olmak istiyorlar.

Bu gelişmeler karşısında Türkiye ‘ne yapmalı’ sorunuyla karşı karşıyadır. Kemalizm‘e bir alternatif var mıdır? diye sormaktadır. Bir kısmına göre Kemalizm alternatifsizdir, bir kısmına göre ise alternatifi vardır. Alternatifsizdir diyenler; asimilasyon ve Türkleştirmeyi devam ettirmek, ülkesi ve milletiyle bölünmez Türk devletini sonsuza kadar yaşatmak, statükoyu korumak isteyenlerdir. Onlara göre bunun bedeli ne olursa olsun ödenmelidir. Tek millet, tek dil, tek din, tek bayrak, tek devlet, tek ülke bu anlayışın günümüzdeki ifadesidir. Bu görüşü savunanlar AKP, MHP, CHP, ulusalcılar, bazı sol, demokrat geçinen aydınlardır. Bunlar ‘ülkeyi böldürtmeyeceğiz’ diye milliyetçiliği, şovenizmi, Kürt düşmanlığını, ırkçılığı körüklemekte, Kürdistan’da kirli savaşın sürmesi gerektiğini savunmaktadırlar. Politikaları Kürt ve ulusal sorunun çözümü değil, çözümsüzlüğüdür, asimilasyon ve baskının sürdürülmesidir.

Kemalizm‘in alternatifi vardır diyenlerin önerisi ise demokratik cumhuriyettir, halkların kendi kaderlerini özgürce belirleme hakkını savunmaktır. Türkiye’nin gerçeklerinden yola çıkarak çözüm aramaktır. Türkiye’deki gerçek, halkların Türklük esaretinde yaşamak istememesi, esarete başkaldırmış olması, kendi kaderini belirlemek istemesidir. Bu gerçek karşısında yapılacak iş, her halkın kendi kaderini özgürce belirlemesi hakkını tanımaktır. Halklar ayrılma ya da birlikte yaşama yönünde karar verebilir. Karar onlarındır ve saygı göstermek şarttır. Ayrılma yönünde karar verirse, ayrılır ve kendi devletini kurar. Buna müdahale barbarlıktır, insanlık suçudur. Halklar birlikte yaşama yönünde de karar verebilir. O zaman bu ortak yaşamın nasıl hayata geçirileceği sorunu ortaya çıkar.

Eğer halklar birlikte yaşama yönünde karar verirse bu kararın gerçekleşmesi barış, eşitlik, özgürlük ve özerklik temelinde demokratik bir cumhuriyette olabilir. Bu cumhuriyette tüm halklar, büyük veya küçük eşittir, özgürdür, özerktir, hepsi aynı haklara sahiptir. Halkların büyük ve küçük olması önemli değildir. Her biri kendi öz yönetimini oluşturma, dilini, kimliğini, kültürünü kullanma ve geliştirme hakkına sahiptir. Aynı şekilde, tüm dinler, mezhepler, inançlar ve kültürler, cinsiyetler de eşittir, biri diğerinden üstün değildir, hepsinin kendisini özgürce ifade etme hakkı vardır. Bunlar anayasal haklar olarak tescil edilir.

Halkların, dinlerin, kültürlerin, cinsiyetlerin eşit ve özgür olduğu, alternatif yaşamın ve çevrenin korunduğu Demokratik Cumhuriyet partimiz TKP’nin yakın hedefidir. Bu hedef partimizin 1920 Bakû Kongresinde saptanmış ve bugüne kadar gelmiştir. Demokratik Cumhuriyet demokratik devrimin özüdür. Demokratik cumhuriyete giderken erkin önce işçi sınıfı ve Kürt Özgürlük Hareketinin, demokratik güçlerin, köylü, kadın, gençlik ve aydın hareketlerinin, ilerici, demokrat burjuva kesimlerin oluşturduğu cepheye geçmesi gerekir. Bu erk hızla devrimci reformları gerçekleştirecek, faşist, ırkçı, şoven yapıları ortadan kaldıracak, devleti eşitlik, özgürlük, özerklik, demokratik temelde yeniden örgütleyecektir. Demokratik cumhuriyetin temeli eşitlik ve özerkliktir. Özerklik şimdiki Türkiye Cumhuriyeti’nin üniter yapısına tümüyle terstir, ona alternatiftir. Üniter yapı güçlü merkezi otoriteye, zayıf yerel yönetimlere, halkların inkâr ve imhasına, baskıya dayanır. Özerk yapı demokrasiye, özgürlüğe, eşitliğe dayanır, güç merkez ve yerel yönetimler arasında demokratik merkeziyetçilik esasına göre dağıtılır, biri diğerinden üstün değil, birbirine demokratik ilkelerle bağlıdır. Devlet hem merkezidir hem yereldir. Bunun için şimdiki baskıcı Türkiye Cumhuriyeti yerine, özgürlük, eşitlik ve öz-yönetim temelinde yeni demokratik bir Cumhuriyetin yaratılması gereklidir. Bu cumhuriyeti hayata geçirmek Türkiye işçi sınıfı ve devrimci örgütlerinin, en başta partimizin önünde duran en acil görevdir. Bu görev Türkiye işçi sınıfının Kürt Özgürlük Hareketiyle ittifakını bir an evvel kurmayı gerektirir. Demokratik devrim Türkiye işçi sınıfının ve Kürt halkının ortak eseri olacaktır.

Bir yanıt yazın