Üçüncü Yol Stratejisi
„Demokratik İttifak“ hem burjuva partilerine karşı üçüncü bir yol, hem de faşizme karşı tek cephe politikasıdır.
Savaş YENER
23 Haziran 2019 İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimiyle birlikte Üçüncü Yol Stratejisi Türkiye’nin sol ve demokratik politik mücadele gündemine oturdu. Bu kavram esasında yeni değildir. Avrupa ve Amerika’da 20. Yüzyılın başından beri kullanılmaktadır.
Kapitalist toplumda iki temel sınıf vardır: Burjuvazi ve proletarya. Bunların çıkarları, hedefleri birbirine kökten zıttır. Bu sınıfların çıkarlarını ifade eden birbirine zıt yine iki politikaları vardır: Burjuva politikası, proletarya politikası. Burjuva politikasının hedefi işçi sınıfını sömürmek, bu sömürünün devamı için bir baskı rejimi, bir diktatörlük kurmaktır. Proletaryanın amacı bu sömürü ve baskıdan kurtulmak, bunun için burjuva iktidarını bertaraf edip insanlığın kurtuluşu olan sömürüsüz, baskısız, özgür bir toplum yaratmak için mücadele etmektir. İki sınıfın bu mücadelesi kaçınılmazdır. Marks Manifesto’da “burjuvazi yalnız kendisine ölüm getiren silahları yapmakla kalmamış, bu silahları ona karşı yöneltecek olan insanları, modern işçileri, proleterleri yaratmıştır” der. 1850’de Komünistler Birliği`nin Merkez Yönetimi`nde yaptığı konuşmada daMarks, proletaryanın hem küçük, hem liberal büyükburjuvaziye karşı, ondan bağımsız bir politikaya ve örgüte sahip olmasının önemini belirtmiş, seçimlerde deproletaryanın onların adaylarına, özellikle deburjuva demokratik adaylarakarşı komünist partili olan işçi adaylarının çıkarılmasını, partininkendi bağımsızlığını korumasını, devrimci konumunu ve parti görüşlerini yığınlar içinde yaymasını ve demokratik partiyi parçalama ve gericiliğe zafer kazandırma gibi ithamlara aldırış edilmemesini, burjuva demokratlarına aldanmadan kendi politikasını yürütmesini vurgulamıştır. Çünkü proletarya partisinin böylesine bağımsız bir çıkışıyla yapacağı ilerleme, bir kaç gericinin meclisteki varlığının yaratacağı zarardan kat ve kat daha önemlidir. Bu yıllar proletaryanın burjuvazinin tümüne ve gericiliğe karşı politik sahneye çıktığı yıllardır. İşçi sınıfının burjuvazinin büyüğüne ve demokrat küçüğüne, ikisinekarşı bu mücadelesi, amansız bir biçimde 20. yüzyılın başına kadar sürmüştür.
Avrupa’da 3. Yol
20. Yüzyılda kapitalizmin emperyalizm aşamasına yükselmesi, çağımızın sosyal devrimler çağına girmesi, işçi sınıfı hareketi içinde oportünist sosyal demokrat bir hareketin doğmasıyla, çıkarları birbirine zıt bu iki sınıfı uzlaştırmaya, daha doğrusu işçi sınıfını burjuvazinin kuyruğuna takmayı hedefleyen yeni bir yolu savunanlar ortaya çıkmaya başlamıştır. Bunlar Bernsteinlar, Kautskylerdi. Bunlarla revizyonizm ve reformizm, sınıf uzlaşmacılığı üçüncü bir yol olarak işçi sınıfı saflarına yerleşti. İşçi sınıfı hareketi reformist sosyal-demokrasi ve devrimci sosyal-demokrasi (Bolşevizm-komünizm) olarak ikiye bölündü. Bolşevizm-komünizm tekelci burjuvazi ve reformist sosyal-demokrasiye karşı yoğun bir mücadele içine girdi. 1917’de Oktober Devrimi ile Sovyetlerde komünizm zafere ulaştı ve dünyada iki blok meydana geldi: Komünist blok ve kapitalist blok. Bu iki blok arasında kıyasıya bir mücadele başladı. Gelişen komünist harekete karşı faşizmin ortaya çıkarılması ve büyük bir tehlike oluşturmasıyla Komintern VII. Kongresi‘nde Halk Cephesi Politikası kabul edildi, faşizme karşı sosyal-demokratlar ve burjuva demokratlarıyla yeni ittifaklar arayışına gidildi. Böylece iki cephe oluştu: Faşist cephe, antifaşist cephe. Bu mücadele sonunda faşizm yenildi. Bu antifaşist cephe politikası, değişik versiyonlarıyla tekelci burjuvaziye karşı mücadelede bugün de hâlâ geçerlidir.
II. Dünya Savaşı sorasında reel sosyalizmin doğması, dünyada iki sistemin, kapitalist sistemle sosyalist sistemin daha belirgin ortaya çıkması ve iki sistem arasındaki savaşın daha da kızışmasıyla sınıf uzlaşmacılığı, üçüncü yol yeniden gündeme girdi. Bu kez de Konvergenz Teorisi‘yle sistem uzlaşmacılığına, iki sistemin dışında yeni bir sistem, üçüncü bir yol arayışına gidildi. Maalesef buna Kruşçev’le birlikte Sovyetler Birliği yöneticileri de katıldı. Bu da Sovyetler Birliği’nin çökmesinin nedenlerinden biri oldu. Üçüncü Yolu 2000’li yılların başında son deneyen Almanya Şansölyesi Schröder’le, İngiltere Başbakanı Blair olmuştur. Onların içi boş dayanışma ve sosyal adalet kavramlarıyla dolu bu 3. yolu sonunda işçi ve emekçilerin daha çok fakirleşmesine, işinden olmasına, sosyal statüsünü kaybetmesine veya kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalmasına, yani deklase olmasına yol açan neoliberal politikalara saplanıp kalmıştır. İki sınıfın ve iki sistemin çıkar ve hedeflerinin üçüncü bir yolda birbirleriyle uzlaştırılamayacak kadar zıt olduğu bir kez daha ortaya çıkmıştır.
Türkiye’de 3. Yolun devrimci içeriği
Genellikle Avrupa’da, dünyada birbirine zıt iki sınıfın, iki sistemin politikasına, gittikleri yola karşı uzlaşmacı üçüncü bir politika olarak ortaya çıkan 3. Yol anlayışı bizim gibi ülkelerde, özellikle Türkiye’de Avrupa’da kullanılışının tersine başka içerik kazanmaktadır, Türkiye’de 3. Yol devrimci politik bir içeriğe sahiptir.
Kapitalizmin topluma total, tümden egemen olduğu Avrupa ülkelerinde yalnız Hıristiyan demokrat gibi tekelci burjuvazinin partileri değil, kendisine sol, sosyalist, demokrat, sosyal-demokrat, yeşil, liberal, halkçı, diyen bütün partiler hem Hıristiyan demokrat partilerle hem de birbirleriyle tekelci burjuvazinin, finans kapitalin çıkarlarını daha iyi savunmak, onun daha iyi bir “muhasebecisi” olmak için yarışırlar. Bunların politikaları arasında küçük nüanslar dışında bir fark yoktur. Hepsi sonunda tekelci burjuvazinin partileridir. İktidara bunlardan birinin gelip diğerinin gitmesi toplumda, burjuva demokrasisinin uygulanışında, kuvvetler ayrılığında, ekonomide, maliyede, askeriyede, adliyede, güvenlikte, eğitimde, din ve kiliselerde, ulusal birlikte bir “alt-üst” olma yaratmaz, yaşatmaz. Bu sorunların hepsi 19. Yüzyılda çözülmüş ve günümüzde tüm bu konularda söz sahibi olan tekelci burjuvazi, fınans kapitaldir, burjuva partileri değildir. Onların görevi tekelci burjuvazinin, finans kapitalin egemenliğini, görüşlerini topluma, başta işçi sınıfına ve emekçilere kabul ettirmektir. İşçi sınıfının ve emekçi yığınların çıkarlarını savunanlar hâlâ komünist partileridir. Bunların ise reel sosyalizmin çökmesinden sonra sınırlı olan etkileri daha da azalmış, ama yine de burjuvaziye karşı alternatif politikalar üreten, zayıf da olsalar, bu komünist, Marksist, antifaşist parti ve güçlerdir. Bu güçlerin görevi üretici güçlerin hızla geliştiği tekelci kapitalizmin yeniden üretim sürecinde deklase olan veya olma tehlikesiyle karşı karşıya kalan güçleri tekelci burjuvazinin egemenliğine karşı demokratik bir platformda toparlamak ve harekete geçirmeye çalışmaktır. Bu politika şu anda maalesef toplumda belirleyici değildir. Ama tekelci burjuvazi böyle bir alternatifin bir an gelişebileceğinden sürekli korkmaktadır Bunun için 3. Yol günümüzde yığınların sosyal devrimlerçağında sosyalist bir alternatife kaymalarını önlemek için hem sosyalizmi, özellikle reel sosyalizmi ve “yaşayan” kapitalizmi eleştirerek ikisi dışında sanki başka bir alternatif varmış gibi yeni bir yol arayışı olarak ortaya çıkar. Yığınlar bu hayallerle avutulur. Ama önümüzdeki dönem sol, demokratik, antifaşist güçler mutlak devrimci bir alternatif yaratacaklardır. Bu yaratılmadan veya bir kriz sonrasında yaşanacak bir “alt-üst” olmada faşist güçlere görev verilmeye kalkışılmadan, gelişmiş kapitalist ülkelerde bugünden yarına bir değişiklik beklenmez.
Türkiye’de burjuvazinin iki kanadı devleti ele geçirmek için savaşır
Türkiye’de ise durum hemen hemen bundan tamamen farklıdır, sınıfların ve partilerin konumu oturmuş değil, hareketlidir. Avrupa’da tekelci burjuvazi tek başına topluma hükmederken, Türkiye’de burjuva kanatları birbiriyle kıyasıya savaşmaktadır. Burjuva devrimlerinin çözmesi gereken toplumun hiçbir sorunu bugüne kadar Türkiye’de çözülmemiştir; ne ulusal sorun, ne din sorunu, ne eğitim sorunu, ne askeriye ve güvenlik sorunu, ne güçler ayrılığı sorunu, ne demokrasi sorunu ve en önemlisi ne de ekonomik kalkınma ve istihdam sorunu. Sınıfların oluşumu ve konumlanması daha tamamlanmış değildir. Tekelciliğe, finans kapitale yükselen bir zenginler zümresi var, ama bunların burjuvalaşması, devlete ve tüm topluma hükmeden bir konuma gelme süreçleri hâlâ devam etmektedir. Hâlâ bunlar devlete, onun yürütme organı hükümete ve onun iktidar partisine göbeğinden bağlıdır. Devletten destek almadığı anda varlığı sönebilmektedir. Burjuvazi devlete değil, devlet burjuvaziye hükmetmektedir. Devletin burjuva yaratma misyonu daha tamamlanmış değildir. Gerçi görünüşte her burjuva partisinin arkasında bir sermaye grubu vardır. AKP kurulup iktidar olduğu 2000’li yıllara kadar CHP hep Kemalist dediğimiz yerli, milli, büyük burjuvazinin, devletçiliğin temsilcisi olmuştur, Terakkiverper Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Fırka’dan Demokrat Parti DP, Adalet Partisi AP, hatta Anavatan Partisi ANAP ise liberalizmin, işbirlikçi, tekelci burjuvazinin temsilcisi olmuştur. Hangi parti iktidara geldiyse devletin olanakları, hazinenin kaynakları, ihale ve sübvansiyonlar o sermaye çevresine akmıştır veya yeni palazlanan sermaye çevresi ortaya çıkartmıştır. AKP ile birlikte yeni islamisermaye grupları doğmaya ve yeni bir burjuva sınıfı oluşmaya başlamıştır.
AKP’ye kadar özellikle Anadolu’daki dinci sermaye kesimleri Kemalistler tarafından desteklenmedi. ABD’nin de önerisi ve desteği ile AKP iktidara geldikten sonra hızla islami sermayeyi ve işadamlarını desteklemeye, devletin olanaklarını onlara aktarmaya başladı. Kısa bir zamanda tekelleşen, bankalarıyla finans sermayeye yükselen islami bir sermaye ve burjuva kesimi oluştu. Diğer “geleneksel” sermaye kesiminin büyük bir kısmı CHP’nin etrafında laik, Kemalist sermaye kesimi olarak toplandı. Bu kesim eskisi gibi devlet olanaklarından yararlanamıyor, şimdi de CHP ile birlikte devleti yeniden ele geçirme mücadelesi veriyor. Devleti ele geçiren büyüyor, tekelleşiyor, diğeri küçülüyor. CHP ile AKP arasındaki mücadele Kemalist sermaye ile islami sermayenin devlet denilen yağlı kuyruğu ele geçirme, kapma ve kaptırmama mücadelesidir. Bu mücadele en son bir kez daha kıyasıya 23 Haziran 2019’da Istanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimlerinde yaşandı.
Hem 31 Mart Yerel Seçimleri‘ne hem de 23 Haziran İBB Başkanlığı seçimine Türkiye burjuvazisi keskin iki kampa bölünerek girdi. Dinci ve faşist kesim Cumhur İttifakı‘nda birleşti, Kemalist-laik, ulusalcı kesim de Millet İttifakı‘nda buluştu. Cumhur İttifakı faşizan, otoriter tek adam rejimi olan başkanlık sistemini savunuyor, Millet İttifakı ise başkanlık sistemine karşı çıkıyor, parlamenter sisteme yeniden dönülmesini istiyor. Böylece iki burjuva kesimi, iki politikayla, iki ayrı yolda giderek, yerel yönetimleri ele geçirmek mücadelesine başladılar. Ama bu iki gücün dışında Türkiye’de 3. bir güç vardır: Kürtler, işçi sınıfı, devrimci-demokratlar, solcular, sosyalistler, komünistler ve diğer ilerici ve barışçıl güçler. Bunların ayrı politik tutum ve mücadele biçimleri, ayrı ayrı yolları olmasına rağmen, Türkiye’nin yıllardır çözülmeyen ulusal veya halklar sorununun, özellikle Kürt sorununun, dinler ve mezhepler sorununun barış içinde eşitlik, özgürlük, özerklik, demokrasi temelde çözülmesi, Türkiye’nin halkların birlikte yaşayabilecekleri şekilde yeniden yapılandırılması, Türkiye’nin köklü bir şekilde demokratikleştirilmesi konularında anlaşmaktadırlar. Bu politik tutum ve yolla bu 3. güç diğer iki güce ve onların gerici politikalarına karşı taban tabana zıt bir konumdadır, onların politikalarına karşı devrimci 3. bir politikayı, 3. bir yolu savunmaktadırlar. Bunların devlet denen yağlı kuyruğu ele geçirme, yeme-içme, yağmalama-talan etme diye bir dertleri yoktur. Tam tersine devleti demokrasi temelinde yeniden yapılandırma ve devletin olanaklarını ülkenin kalkınması ve halkın refahının yükseltilmesi için seferber etme görevleri vardır.
Türkiye’de Kürtler kilit bir konuma sahip
Bu 3. bloğu oluşturan güçler içerisinde şu an nicel ve nitel olarak en gelişkin olanı Kürtler‘dir. Kürtler 6 milyonu aşkın seçmeni ve halkının özgürlüğü, ulusal ve demokratik hakları için savaşan silahlı ve sivil örgütleri ve partileriyle Türkiye siyasetinde kilit, belirleyici bir konuma yükselmişlerdir. Kürt sorununun barışçıl ve demokratik çözümünün zorunluğunu Türkiye’nin politik gündeminin merkezine oturtmuşlardır. Kürt sorunu çözülmeden Türkiye’nin demokratikleşemeyeceği, işçi sınıfının sınıf mücadelesinin gelişemeyeceği, Türkiye’nin kalkınamayacağı, ekonomi krizden kurtulamayacağı toplumda kavranmaya başlamıştır. Ne var ki, ilk iki blok Kürt sorununun barışçıl demokratik çözümüne karşıdırlar. Onlar hâlâ tekçi anlayıştan yanadırlar. Onlara göre hâlâ Kürt sorunu diye bir sorun bile yoktur. Ama gerçekler bazen insanın gözüne iğne gibi batmaktadır. 35 yıldır verdikleri mücadele Kürtleri de değiştirdi, bilinçlendirdi, özgüvenlerini arttırdı, onurlu duruşlarını yükseltti. Özellikle HDP’nin politik, parlamenter sahneye çıkmasıyla bu değişiklikler daha belirgin ortaya çıktı. HDP bir Kürt partisi olarak doğdu, hızla bir Türkiye partisi olma yoluna girdi. Artık Kürtler‘in ve Türk sol ve demokrasi güçlerinin seçebilecekleri bir partileri vardır.
HDP’nin parti olarak seçimlere girmesi burjuvazinin her iki blokunun da hesaplarını, oyunlarını bozdu. Eskiden partileri olmayan Kürtler burjuva partilerinden birine oy verirlerdi. 2000’li yıllarda da Kürtlere gösterdiği sahte yakınlıktan dolayı AKP’ye oy vermeye başladılar. AKP’nin % 30-40 gibi oylarla mecliste mutlak çoğunluğu sağlaması Kürt illerinden çıkarttığı silme milletvekilleri sayesinde olmuştur. Ne zaman ki, HDP 2015’de seçimlere girdi ve % 13 oy aldı, AKP mecliste mutlak çoğunluğunu kaybetti. Erdoğan bir şok yaşadı. Kürt oyları elden gitmişti. Ne yapmalıydı? O, Kürtlere saldırıyı arttırdı, savaşı kızıştırdı. PKK ve Kürt düşmanlığına sarıldı. Bazı dindar Kürtleri kazanmaya çalıştı, ama tutmadı. Yaptığı Kürt ve Kürdistan düşmanlığı, Rojova ve Kandil’e yaptığı saldırılar karşısında, onlar da oylarını O’ndan sakındılar. Erdoğan MHP ile kurduğu ittifakla iktidarını bugüne kadar sürdürebildi. Ama 31 Mart yerel seçimleri gösterdi ki, artık iktidar için MHP ile kurulan ittifak yeterli değildir. İktidar için Kürtlerin oyuna ihtiyaç vardır. Başta İstanbul olmak üzere en büyük şehirlerin belediye başkanlıklarını kaybetmek AKP’nin varlığını tehdit eder duruma gelmişti. Artık AKP kadrolarının nemalanacakları, arpalıkları olan belediyeler Kürtlerin vermediği destek yüzünden elden kaçmıştı.
Erdoğan Öcalan’dan yardım talebinde bulundu
Bu koşullarda en azından İstanbul’u ne yapıp ne edip kurtarmak gerekiyordu. Erdoğan’ın baskılarına dayanamayan YSK İstanbul’da seçimlerin yenilenmesine karar verdi. Seçimler yenilenecekti, ama kazanmak için Kürtlerin desteğini kazanmak gerekiyordu. Bunu için ne yapmalıydı? Anketler hala Kürtlerin AKP’ye oy vermeyeceklerini gösteriyordu. Erdoğan önce Kürt ve Kürdistan düşmanlığından vazgeçti, açlık grevlerini kabul etti, Öcalan üzerindeki tecridi kaldırdı, 8 yıl sonra Öcalan avukatlarıyla görüştü. Erdoğan „Kürt kardeşlerim, HDP’li seçmenlerim“ demeye başladı. Ama Kürtleri eskisi gibi kandırmak mümkün değildi. Hâlâ AKP’ye oy vermemekte ısrarlıydılar. Erdoğan için son bir çare kaldı. Öcalan’a gitmek, en azından O’nun yardımıyla Kürtlerin sandığa gitmesini engellemek ve tarafsız kalmalarını sağlamaktı. Böylece seçim iki burjuva ittifakı arasında geçecekti.Düne kadar terörist başı, bölücü, katil diye hakaretler yağdırdığı, Kürt Özgürlük Hareketi‘nde O’nun rolünü vurgulayanları hapse attığı Öcalan’a bir “öğretim üyesini” elçi olarak gönderdi. İki gün öncesinden Öcalan’ın Avukatlara verdiği mektubu bu “elçi” vasıtasıyla o gece kamuoyuna açıklattı. Amaç halkın kafasını karıştırmak, Kürtler arasına nifak sokmaktı, onları kararsızlık içine itmekti.
Ama bu tutmadı. Çünkü ertesi günü hem avukatlar, hem de HDP yönetimi, kamuoyuna mektuptaki Öcalan’ın görüşlerine açıklamalar getiren beyanatlarda bulundu ve HDP politikalarında bir değişiklik olmadığını, sandığa gideceklerini ve oylarını demokrasi için kullanacaklarını ilan etti. Zira Öcalan Cumhur ve Millet İttifaklarına karşılık HDP’de vücut bulan Demokratik İttifak anlayışının, üçüncü yol tavrının güncel seçim tartışmalarına, bu iki ittifaka “taraf ve payanda” yapılmamasını, mevcut ikilemlere “angaje” olmamasını, şimdiye kadar olduğu gibi “tarafsız çizgisinde” ısrar etmesini belirtiyordu. HDP ve birlikte hareket ettiği sol, demokratik, devrimci ve komünistlerden oluşan Demokratik İttifak Cumhur ve Millet İttifaklarından oluşan bu ikileme ne angaje, ne de taraf ve payanda oldu, onlara karşı bağımsızlığını ve tarafsızlığını korudu ve İstanbulluları demokrasi için oy vermeye çağırmakla kalmadı, aktif olarak tabanda seçim kampanyası boyunca farklı parti ve görüşlerden seçmenler arasında demokratik ittifaklar kurulması için çalıştı. Bu da Öcalan’ın sözünü ettiği 3. Yol, Demokratik İttifak politikasına uygundu. Bu politikayla HDP ve demokratik güçler hiç bir burjuva ittifakına veya partisine taraf ve payanda olunmamış, tarafsızlığını korumuş, gerektiği şekilde demokrasiye oy vermişlerdir.
Bu deneyler gösteriyor ki, bundan böyle Türkiye’de de hem Marks zamanında olduğu gibi işçi sınıfı ve devrimci-demokratik partiler, demokratı da dahil tüm burjuva partilerinin yanı sıra, seçimlerde kendi parti ve adaylarıyla gireceklerdir. Kendi bağımsız politikalarını, 3. Yolu savunacaklar, hem de Komintern döneminde olduğu gibi faşizme karşı tek cephede hareket edeceklerdir. Tüm bu mücadeleler sırasında deklase olmuş sınıf ve katmanları gerici faşist güçlere kaptırmamak, onları demokrasi ve sosyalizm mücadelesine kazanmak için çalışacaklardır. Her zaman yığınları kazanmak çalışmaların odak noktasını teşkil edecektir.