Haber / Yorum / Bildiri

“Üniversiteler ayakta, sendikalar nerede?”

SENDİKALAR YOK HÜKMÜNDE Mİ?

Ekrem EBEDİ

İSTANBUL Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun suç örgütü kurmak, rüşvet almak, ihaleye fesat karıştırmak ve terör örgütüyle iş birliği suçlamalarıyla, belediyenin üst düzey yöneticileri, bürokratlarıyla birlikte gözaltına alındı ve terör örgütüne destek haricinde diğer suçlamalardan suçlu bulunarak tutuklandı. Terör örgütü ile ilişki suçlaması ise karşılıksız kaldı.

İstanbul Büyükşehir Belediye yönetimine yapılan operasyon, CHP’li belediyelere yapılan basınç ve soruşturma ile operasyonların o güne kadar yapılanların en tepesine çıktı.

Bu tutuklanmadan sonra, başta İstanbul Saraçhane (İstanbul Büyükşehir Belediyesi Önü), Ankara Kızılay Meydanı (Güven Park ve Milli Müdafaa Caddesi), İzmir (Konak Meydanı) olmak üzere yurdun tüm kentlerinde başlayan gösteriler kitlesel protesto hareketine dönüştü.

Bu protesto gösterilerinde, geleceğine kuşkuyla bakan, yakın bir zaman diliminde, yaşamlarında kendileriyle ilgili bir gelecek göremeyen lise ve üniversite öğrencileri de katılım vererek müdahil oldu. Ekrem İmamoğlu’nun 35 yıl önce mezun olduğu İstanbul Üniversitesi’nden aldığı diplomanın iptal edildiğinin açıklanması, belki de, öğrencilerin protesto gösterilerine aktif katılımının oranını arttırmıştır.

Bu protesto gösterileri şunu göstermiştir: 1- Halk önündeki korku duvarını yıkarak, en totaliter iktidarlara karşı da olsa, protesto ve eylem hareketlerinin bir karşılığı olduğu, 2- Geçmişte öğrenci gençliğin sıkça uyguladığı uzun yıllardır eğitim alanında yapılmayan/yapılamayan ders/okul gibi protesto davranışı olan boykotları, ülkemiz gündemine tekrar sokmuştur.

Özellikle öğrencilerin yapmış olduğu protesto gösterilerinde, öğrencilerin taşıdığı pankart ve dövizlerde yazan bir çağrı dikkatleri çekmiştir. Neydi bu çağrı?: “Üniversiteler Ayakta, Sendikalar Nerede?” “Sıra İşyerlerinde Grevde” gibi yazılar yansımıştı bu eylemlerden. Protesto eylemlerine katılan yurttaşların en büyük merakı ise “sendikaların bunca baskı ve sıkıntıya rağmen neden Genel Grev karar almadığı”ydı.

Bu haklı tepkilere yanıt verebilmek için ülkemizin yakın geçmişine göz atmak gerektiğini düşünüyorum.

Bugüne kadar gelen bütün kötülüklerin anası 12 Eylül faşist cuntasıdır. Demokrasiyi katleden cunta, Fetullah Gülen’e neredeyse özel görev vermiştir. AKP iktidarının fikir babasıdır. Siyasal İslam’a iktidar yolunu açan Kenan Evren’dir. Cunta lideri, miting meydanlarında Kur’an-ı sallayarak Türk-İslam sentezcilerine açık kapı bırakarak, resmî ideoloji olarak ülkemizin gündemine koşar adımlarla sokmuştu.

Cunta gelmeden önce TUSİAD Yüksek İstişare Konseyi başkanlığına seçilen Vehbi Koç, Cunta ilan edilince, Kenan Evren’e yazdığı mektupta “Milli Güvenlik Konseyi’nin emrinde olduğunu” belirterek, bu darbenin başta işçi sınıfının sendikal örgütü DİSK olmak üzere kimlere karşı dikkatli ve sert tedbirler alması gerektiğini belirtmiştir.

Sözde “demokrasiye geçiyoruz” diyerek, 12 Eylül Cuntası’nın liberal akademik uzmanlara hazırlattığı 2821 numaralı “Sendikalar Kanunu”, 2822 numaralı “Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanunu” adeta “sendikalaşmayın!” dercesine engellemeler, anti demokratik barajlar, yasaklamalarla doluydu.

Bu yasalar gereği, Türkiye’de sendikal mücadele için ya bir mucize ya da devletin görülmez elinin uzamasına ihtiyaç gerekmesidir.

12 Eylül 1980 askeri faşist darbesinin gelişi, Türkiye işçi sınıfı tarihinde pek çok yönüyle özel bir yer tutmaktadır. Faşizmin en doğrudan sonucu, 1960’ların ikinci yarısından itibaren yükselişe geçen, sınıfsal devrimci gelişim, 12 Mart darbesine rağmen engellenemeyen yükselişi durdurması ve işçi sınıfının siyasal ve sendikal örgütlülüğünü dağıtmasıydı. İşçi sınıfının faşist darbeye karşı duramayarak ağır bir yenilgi almasıyla sınıf mücadelesinde bir kırılma yaşandı. Bu kırılma Türkiye’deki sınıfsal güç dengelerinde ciddi bir kaymaya yol açarken, işçi hareketi o günden beri, bir daha eski düzeyine yükselemedi.

Sınıfsal güç dengelerindeki bu bozulma sonucu, örgütsel mevzilerini yitiren işçi sınıfı, 12 Eylül’ün monte ettiği mevzuatla şiddetli baskı, engellemeler ve yasaklamalar sonucunda bir taraftan pasifize oldu, öte taraftan da uygulanan yeni-liberal politikalarla ekonomik-sosyal kazanımlarını da yitirmeye başladı.

12 Eylül Cuntası’nın ilanından hemen sonra Türkiye Tekstil Sanayi İşverenleri Sendikası (Tütsis) başkanı Halit Narin tarafından “Bugüne kadar işçiler güldü, artık gülme sırası bizde” dedi. Halit Narin burada, darbenin kendi sınıfsal çıkarları doğrultusunda işçileri ağlatmak için yapıldığını vurguladı. 12 Eylül cuntasından sonra, başta DİSK olmak üzere tüm işçi sendikalarının faaliyetlerinin durdurulduğu, sendikacılarla birlikte işyeri sendika temsilcileri ile aktif üyelerinin dahi hapse atılarak ağır işkencelerden geçirildiği gerçeği gayet yerinde bir açıklamadır.

Ama sermaye ve onun iktidarları 12 Eylül’den beri sırıtmaya devam ediyor. Zira 12 Eylül cuntacılarının hazırlattığı mevzuat gereği, sendikaların kendi çabasıyla faaliyetine devam edebilmesinin şartları oldukça zorlaştırılmıştı.

Getirilen çiftli baraj (%10 işkolu barajı, %51 İşyeri barajı), Noter şartı (Türkiye’de herhangi bir partiye üye olabilmek için bir imza yeterliyken, sendikaya üye olabilmek için, iş saatleri içerisinde açık olabilen notere giderek, sendika üyelik başvurunuz için noterlik ücretini de ödeyerek tastik (onay) almanız gerekmekteydi.

Binlerce çalışanı olan bir işyerinde çalışan işçilerin tamamını sendikanıza üye yapsanız da, eğer o işkolunda ülke barajını aşmadığınız takdirde o işyerinde toplu sözleşme yapamıyordunuz.

Türkiye’nin en büyük sendikal konfederasyonu olmasıyla övünen Türk-İş’in faaliyetlerine 12 Eylül döneminde kısa bir süre kısıtlılık getirildi. Türk-İş cuntaya açıkça destek verdi. Cuntanın kontrolündeki Bülent Ulusu hükümetinde Türk-İş Genel Sekreteri Sadık Side Sosyal Güvenlik Bakanı oldu. Görev süresince işçilerin aleyhine olan birçok uygulamaya destek vererek imza attı. Türk-İş’in o dönem Genel Başkanlığını yapan İbrahim Denizcier, İLO’nun 1982 yılında yapılan Uluslararası Çalışma Konferansına katılarak burada yaptığı konuşmada 12 Eylül’ün darbe olmadığını belirtmiş, bu düşüncesini uzun yıllar ısrarla savunmuştur.

Yine 12 Eylül Cuntasınca faaliyetten alıkonan Hak-İş, kendi faaliyetlerinin durdurulması üzerine Milli Güvenlik Konseyine (MGK) başvuru yaparak, 12 Eylül öncesi “anarşi” içerisinde yer almadıklarını, bu nedenle faaliyetlerine izin istemişti. MGK’da bu başvuru üzerine 18 Şubat 1981 gün ve 45 sayılı karar ile faaliyetine izin vermişti. 20 Şubat 1981 yılında Hak-İş ve bağlı sendikalar bıraktıkları yerden faaliyetine devam etti. Hak-İş hazırladığı raporlarda 12 Eylül darbesini överek destekledi.

Türk-İş ve Hak-İş faaliyetlerine bıraktıkları yerden devam ederken DİSK ve bazı bağımsız sendika yöneticileri işkenceden geçirildi, yıllarca savaş esiri anlayışıyla tutsak edildi.

DİSK Başkanı Abdullah Baştürk ve DİSK Yürütme Kurulu üyeleri, cezaevinden 3 yıl 11 ay sonra tahliye oldular. Askeri Mahkeme’nin 24 Aralık 1986’da açıklamış olduğu dava kararında, DİSK’ten 261 sendikacı ve 3 uzman, 5 yıl 6 ay ile 15 yıl 8 ay arasında değişen hapis cezasına çarptırıldı. Mahkeme ayrıca DİSK ve DİSK’e üye sendikaların kapatılıp mal varlıklarına el konulmasına hükmetti. Askeri Yargıtay’a gönderilen dava dosyası hakkında karar verilme süresi 16 Temmuz 1991 gününe kadar sürdü. Askeri Yargıtay 3. Dairesi DİSK’in faaliyetlerinin durdurulmasından yaklaşık 11 yıl sonra DİSK Davası ile ilgili kararını açıkladı. DİSK Genel Başkanı Abdullah Baştürk ve arkadaşları için TCK’nın 141. ve 142. maddelerinin kaldırılmış olması gerekçesiyle beraat kararı verdi. El konulan mal varlıkları sendikalarına iade edildi.

DİSK kapatılıp yöneticileri askeri cezaevlerinde tutukluyken Türk-İş ve Hak-İş 12 Eylül Cuntası ve onun atadığı hükümetlere sığınarak, faaliyetlerine devam ettirilerek, işbirlikçi tavrını sürdürmeye devam ettiler. DİSK’in kapatılmasıyla sendikasız kalan işçiler kendilerine en yakın sendikalara üye olarak işyerlerinde çalışmayı sürdürdüler.

Başta Türk-İş olmak üzere diğer sendikalara geçen, yüzbinlerce DİSK’li işçi tsunami dalgası yaratarak, o dönemlerde Türk-İş içerisinde, yönetim kademelerinde 900 civarında değişikliğe neden oldu. Bu değişiklik, Türk-İş tarihindeki en örgütlü eylem ve mücadele dolu günleri getirdi. İşçi sınıfının mücadeleci bahar eylemlilikleri bu dönemde hayata geçirilmiştir.

Bu değişiklikten sıkıntı duyan egemenler ise bir süre sonra mücadeleci sendikacıların birçoğunu tasfiye ettirmiş veya kendilerine uygun, işçi sınıfı mücadelesini olumsuz normda değiştirmiştir.

Yıllardır iktidara gelen siyasi partilerin dümen suyuna göre siyaset belirleyen Türk-İş ve bağlı sendikaların çoğu, yıllardır AKP zihniyetine yakınlığı ile tanınan sendikacılardan oluşturulmuştur. Mücadeleden uzak, sermayeyle ve iktidarla barışık faaliyetine devam etmektedir. Türk-İş içerisindeki bazı sendikalar varlığını Akp iktidarına bağlamış durumda ona sığınmıştır.

Mücadeleyi önüne koyan işçilerin hak ve menfaatleri için mücadele eden sendikalar ise sayısı bir elin parmak sayılarını geçemeyecek orandadır. Ancak yine de sayıları az olmasına rağmen mücadeleden vazgeçmemeleri umudu yükseltmektedir.

Hak-İş yıllardır Milli Görüş, muhafazakâr ve işçi sınıfı siyasetinden uzak zihniyetiyle faaliyetine devam etmektedir. AKP ile siyaset arenasına, parti yöneticisi, milletvekili, Bakan ve yardımcıları pozisyonlarında boy göstermektedir.

DİSK ise bugüne kadar geçmişin mirasını bitirmekle meşgulken, bir muhalefet partisi normunda bulunmakla beraber, 12 Eylül’ün sendikalara bulaştırdığı, işçi sınıfından uzaklaşan sistemle barışık mikrobu, az da olsa taşır halde görevini sürdürmektedir.

Ekrem İmamoğlu tutuklanması sonrası yurt genelindeki protesto gösterilerine, büyük yelken pankartlarla katılım veren sendikalar (DİSK, TÜRK-İŞ), CHP’li belediyelerde örgütlü olmaları nedeniyle adeta CHP yöneticilerine “biz de buradayız!” diyerek göz kırpmaktadır.

Sosyalistlerin hâkimiyetinde olan bağımsız sendikaların, ne yazık ki; toplu sözleşmeli örgütlülükleri olmaması nedeniyle, işyerlerindeki konumları zayıf olmaları bir yana, hitap ettikleri küçük grup işçiler dışında inandırıcılıktan uzaktır. Öğrenciler 12 Eylül darbesinin işçi sınıfına ve sendikalara verdiği ağır tahribatı bilmedikleri için haklı olarak “işçiler, sendikalar nerede?” diye soruyorlar. Onları yanlarında görmek istiyorlar. Çünkü onlar hissediyorlar ki, 19 Mart’ta başlayan direnişler işçi sınıfı ve sendikaların katılımıyla daha güçlü ve sonuç alıcı olacaktır. Ama işçi sınıfı ve sendikaların 12 Eylül darbesinin yarattığı “yorgunluğu” üstlerinden atıp, 12 Eylül öncesi devrimci konumuna erişmesi için devrimci işçi ve komünist partilerine ihtiyacı vardır. İşçi sınıfının partisi, Suphilerin, Nâzımların, Bilenlerin partisi olan Türkiye Komünist Partisi TKP’dir. TKP ise yaşadığı likidasyon nedeniyle hâlâ zayıf konumdadır. O güçlendikçe işçi sınıfı ve sendikaların da aktivitesi artacak, 12 Eylül öncesinde olduğu gibi işçiler, sendikalar, meslek odaları, gençler, öğrenciler, kadınlar kolkola iktidarın üstüne yürüyeceklerdir. İşçi sınıfının ayağa kalkması için partisi TKP’nin bir an evvel toparlanması gerekmektedir. Şimdi eski komünistler işçi sınıfını soran gençlerle bağlanmalı, onlara çıkış kapısının burası olduğunu anlatmalıdır.

Bir yanıt yazın