Türk burjuvazisi: Ne TÜSİAD ne MÜSİAD, iktidarı ele alamayan bir burjuvazi
TÜSİAD’ın Erdoğan rejimine karşı devam ettiremediği geç kalmış çıkışının sonuçları
Ceylan DENİZ
Güçlü devlet zayıf burjuvazi
60’lı, 70’li yılların kuşağı Marks ve Engels’in mavi kaplı, Lenin’in kırmızı kaplı kitaplarını okuyarak büyüdüler, öğrendiklerini işçilere, halka anlatılar: “İktidar, egemenlik halkın değil burjuvazinin elindedir, başbakanı, bakanları, bürokratlarıyla hükümet burjuvazinin muhasebecileri, icra memurlarıdır. Ordu, polis, güvenlik güçleri burjuvazinin işçi sınıfına, halka karşı vurucu güçleridir. Halkın iktidarını, egemenliğini geri alması için işçi sınıfı öncülüğünde örgütlenmesi, mücadele etmesi gerekir” derlerdi. Ama Türkiye’de yaşananların bu söylenenlere pek uymadığı görülürdü. Türkiye’de güçlü olan, siyasi iktidarı elinde tutan ordu, iktisadi, mali iktidarı elinde tutan hükümet idi. Bu durum Cumhuriyetin kuruluşuyla ilgiliydi. Bu ülke için savaşan halktı, ama bu Cumhuriyeti, devleti kuran ordu, bir avuç paşaydı. İktidar, hükümet onların elindeydi. Onlar yıllarca kendilerine destek olacak bir burjuva yetiştirmeye çalıştılar. Bu uğraş bugüne kadar devam etmektedir. Bu gelişme istendiği gibi hızlı olmayınca büyük sanayi yatırımlarını, Sovyetlerin de yardımıyla devlet yapmak zorunda kaldı. Devletçilik, planlı kalkınma güçlendi, yatırımcı, fabrika ve işletme sahibi devlet oldu. Özel sektör devlet sektörünün yanında cılız, cüce kalıyordu. Buna rağmen devlet sürekli onun büyümesi için özel sektörü, burjuvaziyi destekledi.
Darbelerle önü açılan bir burjuvazi
Cumhuriyetin ilk yıllarında burjuvazi güçsüzdü. Hükümetin desteğine bakardı. Hükümetten destek gören şahlanır, zenginleşirdi, görmeyen fakirleşir veya yok olur, kendi yağıyla kavrulmaya çalışan kesimi oluştururdu. Daha Cumhuriyetin başında bu iki eğilim var ola gelmiştir. Yeni iktidarın politik tutumuna uygun laik iş insanı ile Anadolu’daki muhafazakâr İslami iş insanı yıllarca yan yana durmuşlar, laik kesim hükümetten destek görürken muhafazakâr İslami kesim kendi içine kapalı kalmıştır. Laik kesim zamanla güçlendi, toparlanması 1970’lere kadar sürdü. İslami kesim Erbakan şahsında bir önder buldu, toparlanması 90’lı yıllara kadar sürdü. Toparlanma derken daha çok hükümetten aldığı destekle zenginleşmesi kastedilmektedir.
Laik kesim zamanla emperyalizmle bağlandı, özellikle 1960 darbesinden sonra montaj sanayisi ile tanıştı. Üretici burjuva olmaya başladı. Bu onları palazlandırdı. Emperyalizmle daha çok bağlanmak, devletin sanayiden ve ticaretten, yatırımdan elini çekmesini, yatırımları emperyalist tekellerle işbirliği içinde kendilerinin yapmasını istiyorlardı. Buna karşı ise işçi sınıfında, halkta ve devrimci gençlikte Sovyet destekli devletçilik hızla savunulmaya başlandı. Çünkü ülke serbest Pazar ekonomisi denen emperyalist yardımlarla, yani borçlarla kalkınamazdı, ancak karşılıklı çıkara dayalı Sovyet yardımıyla devlet öncülüğünde karma planlı ekonomiyle kalkınabilirdi. Palazlanan “modern, laik” burjuvazi bu gelişmeyi kırmak, kendi önlerini açmak için 12 Mart 1971 askeri darbesini yaptırdılar. Dünya Bankası’ndan gelen Attila Karaosmanoğlu ekonominin başına geçirildi, emperyalizme bağımlılık derinleştirildi. Bu ara palazlanan burjuvazi kendi istemlerini daha iyi hükümete dayatmak için darbeden sonra hemen örgütlenmeye geçti ve 2 Nisan 1971’de TÜSİAD’ı (Türkiye Sanayicileri ve İş Adamları (İnsanları) Derneği) kurdular. Dün de bugün de örgütün çekirdeğini Koçlar, Sabancılar, Eczacıbaşılar olmak üzere üç aile oluşturmaktadır.
12 Eylül 1980 Darbesi, Özal ve neoliberal politikalara geçiş
Darbeye ve emperyalizmle işbirliğine rağmen ithal ikameci, devletçiliği koruyan bir politika izlendi. Palazlanan TÜSİAD ekibi sürekli ithal ikamesinin, devlet müdahalelerinin kaldırılmasını dayattı. 60’lı-70’li yıllar bu “kavgalarla” geçti. Bu kez devletçiliği tamamen kırmak için ekonominin başına Dünya Bankası’ndan İMF önerili Turgut Özal getirildi. Özal neoliberal politikalara geçiş için bir program hazırladı. Tarihe 24 Ocak kararları olarak geçen bu programı tabandan gelen tepki nedeniyle o zamanki Demirel hükümeti uygulayamadı. 12 Eylül 1980 hükümet darbesi kaçınılmaz oldu. 12 Eylül Türkiye’nin üstünden silindir gibi geçti. Devrimci yükseliş, sol, işçi, sendikal, demokratik hareketler ezildi. Türkiye’nin kapısı emperyalist neoliberal politikalara sonuna kadar açıldı. Özal başbakan oldu. 24 Ocak kararları uygulanmaya başlandı. İthal ikamesi, kur koruması kaldırıldı. Devlet iktisadi teşekkülleri özelleştirilmeye başlandı. Türkiye emperyalist yağma ve talana açıldı. TÜSİAD tekelleri iyice büyüdü. Ama Özal daha çok Anadolu’da olan İslami muhafazakâr sermayeyi de destekledi. Çünkü o Erbakan ekolündendi. Böylece onlar da güçlenmeye başladılar. “Anadolu kaplanları” bu dönemde ortaya çıkmaya başladı. Bunlar da kendi çıkarlarını korumak için MÜSİAD’ı (Müstakil Sanayici ve İş adamları Derneği) kurdular. Özal’dan sonra gelen eski parti yöneticilerinin kurdukları koalisyon hükümetleri Türkiye’yi büyük bir ekonomi ve mali krize soktular. İlk büyük kriz 1994’de Çiller döneminde yaşandı. 5 Nisan kararlarıyla hükümet İMF’ye teslim oldu. Daha büyük bir kriz 2001’de geldi. Bu krizin boyutunu anlamak için iki rakam yeterli: 1. Gecelik bankalararası faiz yüzde 5 bin ile 7 bin 500 oranına çıktı. 2. Dolar bir gecede 684 bin TL’den 1,2 milyon TL’ye yükseldi. Bu durumu düzeltmek için İMF Dünya Bankası’ndan Kemal Derviş’i ekonomiden sorumlu bakan olarak Türkiye’ye yolladı. 2002’de Erdoğan’ı iktidara getiren bu ekonomik krizler oldu. Belki onu götürecek olan da günümüzdeki kendi yarattığı krizli, enflasyonist ekonomi olacaktır.
2002’den sonra Erdoğan yönetimindeki AKP iktidarı döneminde özelleştirme hızlandı, tüm devlet kuruluşları satışa çıkarıldı, yüz yıllık halkın birikimi yağma ve talan edildi. Dış konjonktürün de yardımıyla Erdoğan’ın ilk yıllarında bu yağmayla halk ekonomik bir rahatlama yaşadı. Erdoğan döneminde MÜSİAD devlet desteği ile hızla gelişti, güç ve büyüklük bakımından TÜSİAD’a yetişti ve geçmeye başladı. Ama Gezi olaylarına verdiği destekten sonra TÜSİAD “bertaraf” olmaya mahkûm edildi. Devlet ihalelerinden büyük pay alamaz oldu. MÜSİAD belirli bir şekilde TÜSİAD’ı geçmekle artık Türkiye’de iki büyük tekelci burjuva kesimi oluşmuş oldu. Biri MÜSİAD, islami muhafazakâr sermaye kesimi, diğeri TÜSİAD, laik Kemalist sermaye kesimi. MÜSİAD iktidarın Türkiye’de İslami kesimin elinde kalmasını ister, TÜSİAD ise iktidarın laik Kemalist kesimlere geçmesini ister. Denebilirki, bugün Erdoğan iktidarından en çok muzdarip olan TÜSİAD’tır.
TÜSİAD Erdoğan’a karşı cephe alıyor
Erdoğan açıkça devlet desteğini TÜSİAD’a değil MÜSİAD’a vermeye başladı. O bu destekle son 20 senede kendi burjuvazisini, zenginini yaratmış oldu. TÜSİAD’a “ihtiyacı” kalmadı. Ama TÜSİAD’ı da tam yok edemiyordu. Onun da Cumhuriyetle birlikte gelişen uluslararası bağları vardı. Zor da olsa durumlarını koruyabiliyorlardı. Kendilerine karşı Erdoğan’ın ekonomik ablukasına daha direnebiliyorlardı. Ama Erdoğan’ın toplumda yarattığı otoriterlik, hak, hukuk, adalet tanımaz tutumu, toplumda her gün yaşanan tutuklamalar, yargı bağımsızlığının kalkması, keyfiliğin had safhaya varması, toplumda yaşanan kutuplaşmalar, artan yoksulluk, yolsuzluk, artık Erdoğan’a bir dur denmesi gerektiği kanısı TÜSİAD çevrelerinde de ortaya çıkmaya başladığı görüldü. Onlar bu tutumlarını 13 Şubat’ta yaptıkları kongrede açıkça beyan ettiler. Erdoğan karşıtı cephede yerlerini aldılar. Böylece Erdoğan’a karşı ittifakta fiilen genişlemiş oluyordu.
Önce şunu belirtmek gerek: TÜSİAD işçi sınıfına ve halkımıza karşı tekelci Türk burjuvazisinin, sermayesinin çıkarlarını savunmak, işçi sınıfı ve sendikalarını baskı altında almak, sermayeye en iyi sömürü ve kâr koşullarını yaratmak, hükümetlerin sermayeye yasal, siyasal, mali her türlü olanakları sağlaması için mücadele etmek üzere kurulan en eski ve en etkin örgütüdür. Kurulduğundan beri neoliberal serbest piyasa ekonomisine, ülkenin emperyalist talanına karşı çıkan işçi sınıfına, emekçilerle, ilerici ve devrimci güçlerle, hatta hükümetlerle hep savaş içinde olmuş, gerici, milliyetçi güç ve hükümetleri desteklemiştir. Ama şimdi AKP hükümetiyle ters düşmüştür. Çünkü AKP hükümetinin favorisi artık MÜSİAD’tır. Şimdi TÜSİAD; AKP-Hükümeti ve onun lideri Erdoğan’ın uyguladığı politikalara karşı ağır eleştiriler getirmektedir. Bu nedenle Erdoğan hükümetinin hışmına, saldırısına uğramakta, hapse atılma tehlikesiyle karşı karşıya kalmaktadırlar. TÜSİAD’a yapılan bu hukuk dışı antidemokratik uygulamaları şiddetle protesto etmek gerekir. TÜSİAD’ın işçi sınıfı, sol, demokratik devrimci güçler gibi Erdoğan rejimine karşı olması yalnız memnuniyet yaratır. Kimse eleştiri ve fikirlerinden, yazı ve yayınlarından dolayı kovuşturmaya tabi tutulamaz. Erdoğan hükümetinin antidemokratik uygulamalarına karşı TÜSİAD’la bir cephede olmak işçi sınıfının sınıf mücadelesine bir değişiklik getirmez, sınıf mücadelesi devam eder. Şimdi yapılması gereken TÜSİAD’ın neden böyle bir çıkış yapmak zorunda kaldığına bakmak, onun Erdoğan rejimine karşı ne kadar tutarlı olduğunu irdelemek, Erdoğan iktidarına karşı nasıl mücadele edilmesi gerektiği konusunda ne kadar tutarlı olduklarına bakmak gerekmektedir.
TÜSİAD Erdoğan’a cephe alıyor
Türkiye kamuoyu günlerce 13 Şubat 2025 tarihinde yapılan TÜSİAD Genel Kurulu’nu tartıştı ve sonuçları hâlâ tartışılmaktadır. Nedeni Genel Kurulda Yüksek İstişare Konseyi Başkanı Ömer Aras’ın ve Yönetim Kurulu Başkanı Orhan Turan’ın yaptıkları konuşmalarda hükümete yönelttikleri “beklenmeyen” sert eleştirilerdi. Başkanlar hükümetin başta ekonomi, enflasyon, mali politikalarına yönelttikleri eleştirilerin yanısıra, onun güncel politiklarını, özellikle son günlerdeki tutuklamaları, kovuşturmaları, kayyım atamalarını eleştirerek sistemin bozulduğunu, demokrasi ve özgürlüklerin uygulanmadığını, yargının siyasallaştığını, tutukluluğun istisna değil, kural haline geldiğini belirtmeleridir. Bu gelişmelerin toplumda endişe yarattığını, güven sarstığını açıklamalarıdır.
Bunlar ise halkın her gün yaşadığı ve dillendirdiği, isyan ettiği konulardı. Görünüşte şimdi bu “isyana” TÜSİAD da katılıyordu? Gerici, faşizan tek adam rejimlerine karşı burjuva kesimlerini de kapsayan en geniş anti diktatörlük cephesini oluşturmak antifaşist mücadelenin özünde vardır. Çünkü onlar da bu diktatörlüğün hem kendilerinin hem ülkenin gelişmesine büyük bir engel teşkil ettiğini yaşamaktalar, artık susmamak gerektiği kanısına varmaktadırlar. Bunu Erdoğan’ın hışmına uğrayacaklarını bile bile kongrelerindeki konuşmalarında açıkça ifade ettiler. İşte bu konuşmalardan birkaç örnek:
Ülkede olağanüstü olaylar yaşanıyor
TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Başkanı Aras Kongredeki sunumunda son haftalarda politikada yaşanan olağanüstü olaylara değinerek şunları söyledi: “Seçilmiş belediye başkanları görevden alınıyor, yerlerine kayyım atanıyor. Bir siyasi parti lideri hakkında önce soruşturma başlatılıyor, sonra farklı bir nedenle tutuklanıyor. Birçok sanatçının menajerliğini yapan bir iş kadını hakkında önce soruşturma başlatılıyor, sonra farklı bir nedenle tutuklanıyor… Bir büyükşehir belediye başkanı hakkında, yaptığı konuşmalar nedeniyle basın toplantısından dakikalar sonra soruşturmalar açılıyor. Bilirkişi görüşmesini yayınlayan gazeteciler gözaltına alınıyor, genel yayın yönetmeni tutuklanıyor… Teğmenler ordudan ihraç ediliyor” diyerek TÜSİAD iş dünyasının bu gelişmelerden duyduğu rahatsızlığı dile getirdi. “Bir büyükşehir belediye başkanı” derken kastedilen İmamoğlu idi. İmamoğlu bugün Silivri’de tutuklu. Bu öngörüsüyle TÜSİAD zamanında sorunlara parmak basmış oluyordu. Ama bu yetmeyecekti.
Aras konuşmasında 6 Şubat depremi, Kartalkaya yangını, İliç ve Soma’daki ölümler gibi trajik olaylara değinerek bunların kuralların işlemediğinden, sistemin bozulmuş olduğundan kaynaklandığını ileri sürerek şunları belirtti: “Kurallarımız vardır ama uymayan çoktur, yeterli denetim yoktur. Bu ölümlerin ana nedeni sistem bozukluğudur… Bu sistemin nasıl düzeleceği çok net bellidir. Sistemin kendi kendini düzeltme mekanizması olmalıdır. Sorumlular görevden ayrılmalı, hesap vermeli ve yerlerine yetkin kişiler gelmelidir” dedi. Bu da bir yerde TÜSİAD yönetiminin “naifliği.” Zira sistemi, düzeni bozan düzeltme mekanizması yaratmaz. O zaman düzeni bozmanın anlamı kalmaz. Erdoğan döneminde İhale Yasası 198 kez boşuna değiştirilmedi. Her şey kılıfına uydurmak, sorumluları sorgulamamak için yapıldı. Bozuk sistem, düzen düzeltilmez, değiştirilir, doğrusu getirilir. Doğru, gerçek yeni düzen de TÜSİAD’a ters gelebilir. Ama ilk aşamada demokratik bir düzen herkesin isteğidir. Birleşilen noktadır. Yine Aras başta enflasyon olmak üzere ekonomideki kötü gidaşattan iktidarı sorumlu tutuyor ama, sorumlu tutmak yetmez sistemi, düzeni değiştirmek için mücadele gerektirir. Sorulması gereken soru, TÜSİAD buna ne kadar hazırdır?
Kimin yüzü gülüyor, sussak gönlümüz razı değil
“Sussak gönlümüz razı değil” diye konuşmasına başlayan TÜSİAD Başkanı Orhan Turan da, “Yolsuzluk, dolandırıcılık ve karaborsa haberlerinin ardı arkası kesilmiyor. Suç işlemek amacıyla örgüt kurmak, artık şirket kurmaktan daha kolay hale geldi” diyerek hukuk devletinin işlemedğini belirtti. Türkiye’nin geleceği için insana değer katan eğitim, liyakat ile hukukun üsütünlüğü ve bağımsız yargı gibi konularda temel yapısal reform vurgusu yaptı. “Zaman kalmadı… Dünyada büyük bir değişim yaşanıyorken önümüzde bir sıçrama fırsatı olduğunu görüyoruz. Bundan yararalanalım diyoruz, ama enerjimiz boşa gidiyor” diye sitemde bulundu. O zaman Erdoğan iktidarının TÜSİAD’a ihtiyacı kalmadığı ortaya çıkmaz mı? Eleştirmek için eleştiri yapılmaz, eleştiri silahının iyi kullanılması gerekir. Sonuç alıcı, yol gösterici olmalıdır. TÜSİAD ise eleştirmek için eleştiri yapıyor izlenimi bırakmaktadır. Buna rağmen bu eleştirici tavır bir mücadele “azmini” de ifade ediyor.
Devamla TÜSİAD Başkanı Turan “Hem sanayici mutsuz hem çalışanlar. Hem büyük işletmeler zorlanıyor hem KOBİ’ler. Hem Batıdaki girişimciler yakınıyor hem Doğudakiler. Peki kimin yüzü gülüyor?” diye soruyor ve Mehmet Şimşek’in politikalarını eleştiriyor, enflasyonla mücadelenin yetersiz kaldığını belirtiyor ve “artık daha hızlı netice almalıyız, yoksa stres birikiyor, Enflasyonla mücadelenin maliyetine katlanmak zorlaşıyor. Hem girişimciler için hem çalışanlar için… Sanayiciler çok zorlanıyor. İhracatçılar kan ağlıyor. İthalatın cazibesi artıyor” diye sert eleştiriler getirdi. Sermayecinin, emekçinin, tüm insanların mutsuz ve yüzü gülmez olan bir ülkede sistem ve düzen değişikliği ortaya konmazsa, iktidara eleştiri geri teper, bumerang gibi geri döner, atanı vurur. Nihayetinde öyle de oldu. İktidar TÜSİAD’a haddini bildirmek üzere harekete geçti.
Erdoğan: Yeni Türkiye’de haddinizi bileceksiniz
Kamuoyunun büyük kesimi Türkiye sermayesinin en büyük ve etkin örgütünün her iki başkanının dile getirdikleri eleştirileri cesurane, haklı ve yerinde bularak selamlarken, sermaye kesiminin hükümetin politikasına karşı aldığı konumdam memnuniyet duyarken, hükümet ve AKP çevrelerinden, Erdoğan’dan sert tepkiler geldi. Adalet Bakanı Tunç her iki başkanı da tehdit ederek şöyle konuştu: “Türkiye eski Türkiye değil. Hiç kimse ve hiçbir kuruluş, kendisini milletin iradesinin ve hukukun üstünde göremez… Hukuk düzenine yönelik her türlü müdahale girişimine karşı, bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da… en güçlü şekilde karşılık vereceğimizden hiç kimsenin şüphesi olmasın” dedi. Sanki ülkede hukuk kaldı da Adalet Bakanı hukuktan bahsediyor. Tek başına bu tehdit açıklaması bile ülkede hukuksuzluğun bir ifadesidir. Tunç’un bu açıklaması, şimdiye kadar gazetecilere, akademisyenlere, insan hak ve özgürlük savunucu ve aktivistlerine karşı uyguladıkları polis ve yargı tutuklama ve soruşturmasının TÜSİAD yöneticilerine de uygulanacağının ilanıydı. Öyle de oldu.
Ama TÜSİAD Başkanlarına karşı en sert tepki ve tehdit Erdoğan’dan geldi. Onların açıklamalarını birer “provokasyon” olarak nitelendiren Erdoğan ”TÜSİAD’ın açıklaması haddini aştı. TÜSİAD zihniyeti siyasetin zayıf ve devletin onun tasallutu olduğu dönemlerin zihniyetidir. 2002 öncesinde TÜSİAD zihniyetinin neye tekabül ettiğini biliyoruz. Eski Türkiye’de siyaseti istedikleri gibi dizayn ediyorlardı. Gazete manşetleri vasıtasıyla iktidarlara ayar veriyorlardı. Biz buna dur dedik… Eski Türkiye’yi özlüyor olabilirsiniz, ama yeni Türkiye’de haddinizi bileceksiniz. İş adamı derneği iseniz, iş adamı derneği gibi davranmayı öğreneceksiniz. Milleti kışkırtmayacak, devletin kurumlarını provoke etmeyeceksiniz. Yargıyı baskı altına almaya çalışmayacaksınız. TÜSİAD haddini bilmeyi öğreneceksin!” tehditlerini savurdu. Geçmişte siyaseti ve devleti “tasallutu” altına alan TÜSİAD’ın kendi döneminde bunu yapamayacağını, “haddini” bilmesi gerektiğini söyleyen Erdoğan çok iyi biliyor ki, TÜSİAD, MÜSİAD ve diğer büyük sermaye kuruluşları siyaseti ve devleti “tasallutu” altına almak için kurulurlar. Bu yalnız Türkiye’de değil, tüm kapitalist ülkelerde böyledir. Ama gelişmiş kapitalist ülkelerde TÜSİAD gibi bir sermaye kuruluşu hükümete böyle bir eleştiri getirse, hükümet anında istifa eder. Ama Türkiye gibi çarpık gelişen kapitalist ülkelerde ise durum tamamen farklıdır. Farklılık hakimiyetin, iktidarın burjuvazide değil, iktidara gelen partide, politik grupta olmasıdır.
Devlete hükmetmekte TÜSİAD’dan MÜSİAD’a el değiştiren “tasallut”
Her kapitalist ülkede büyük sermaye ile devlet içiçedir. Ama devletin, iktidarın, hakimiyetin sahibi tekelci burjuvazidir. Bu sağlanmadığı zaman da sermaye medyada feryadı koparır. Hükümetin gitmesi an meselesidir. Bu Türkiye’de pek olmaz. Erdoğan’ın dediği “eski” Türkiye’de TÜSİAD feryadı 1979 senesinde Ecevit hükümeti döneminde olmuştur. Demirel ve Özal döneminde böyle bir şey olmamıştır. Çünkü Ecevit devletçiliği, bir yere kadar planlı ekonomiyi savunuyordu. Bu TÜSİAD’ın işine gelmedi. Gazetelere ilanlar vererek Ecevit hükümetini düşürdüler, 12 Eylül darbesinin ve İMF destekli neoliberal ekonomi politikaların önünü açtılar. Erdoğan’ın bugün uyguladığı neoliberal politikalar TÜSİAD’ın 12 Eylül ile birlikte getirttiği politikalardır. “Eski Türkiye’de” TÜSİAD’ın kongresine katılmayan bir hükümet başkanı düşünülemezdi. Erdoğan’ın ilk yılları da böyleydi. Erdoğan eskiden TÜSİAD toplantılarına katılıp yaptığı konuşmaları galiba unuttu. O zaman TÜSİAD’la iyi geçinmek gerekiyordu, çünkü siyasi etkinlik ve ekonomik güç bir yere kadar onların elindeydi. Ulusal ve uluslararası alanda onlara ihtiyacı vardı. Hatta Erdoğan AKP’yi kurarken TÜSİAD’dan icazet aldı. TÜSİAD patronlarıyla Boğaz’daki konaklarda toplanabilmek, onlara kendi düşüncelerini anlatabilmek için kaç kez taklalar attığı o zamanki gazetelerde bol bol bulunur.
Ama artık zamanla Erdoğan’ın TÜSİAD’a ihtiyacı kalmadı, zira bu ara Erdoğan kendi zenginini ve burjuvazisini yarattı ve onlar TÜSİAD’a karşı MÜSİD’da toplandılar. “Tasallut” TÜSİAD’dan MÜSİAD’a el değiştirmişti. Artık TÜSİAD’a devlet desteği, ihale vermenin anlamı yoktu. Onlara hadlerini bildirme zamanı gelmişti. TÜSİAD’ın 1979’da Ecevit hükümetine karşı koymasıyla şimdi Erdoğan hükümetine karşı koyması şeklen benziyor, ama öz ve içerik olarak tamamen farklıydı. O zaman Ecevit hükümetini devirmeyi planlayan TÜSİAD’ın şimdi Erdoğan hükümetini devirme gibi bir hedefi var mı? Büyük bir ihtimalle yoktur, ama biraz “tasallutu” altına alma isteği vardır. TÜSİAD bunu çıkışlarıyla, eleştirileriyle başarabilecek mi? Erdoğan’a karşı koyabilecek mi? Bu biraz zor. Zira Erdoğan eleştiriden korkmuyor, Erdoğan’ı korkutan tek şey yığınların meydanlara çıkmasıdır. İmamoğlu’nun gözaltı ve tutuklanmasıyla sokağa çıkan yığınlardan Erdoğan’ın ne kadar korktuğu bir kez daha görüldü. O kendini eleştirmeye ve etkisi altına almaya kalkışanlara, özellikle son zamanlarda, en ağır şekilde gereken dersi vermekten geri durmuyor. Hemen emniyeti ve adliyeyi harekete geçiriyor, hapislik dahil gereken cezaları yağdırıyor.
TÜSİAD Başkanlarına tutuklama ve yurtdışına çıkma yasağı
TÜSİAD konusunda da böyle oldu. Adalet Bakanı ve Erdoğan’ın konuşmalarından sonra İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı “durumdan vazife çıkarıp” harekete geçti. Önce Aras, sonra da Turan hakkında “gerçeğe aykırı, kamu barışını bozmaya elverişli nitelikli sözleri nedeniyle adil yargılamayı etkilemeye teşebbüs ve gerçeği aykırı bilgiyi alenen yayma suçlarından” soruşturma açtı ve iki başkanın adliyeye getirilmesi için Emniyet Müdürlüğüne talimat verildiğini belirterek şu açıklamayı yaptı: “Yapılmakta olan soruşturma sırasında, …TÜSİAD başkanı Orhan TURHAN isimli şahsın da konuşmasında, adli mercilerce yürütülmekte olan bir kısım soruşturma ve kovuşturmalarla ilgili yargıyı telkin ve yönlendirme ile gerçeğe aykırı, dezenformasyon içerikli, kamu barışını bozmaya elverişli nitelikteki beyanlarda bulunduğunun tespit edilmesi üzerine, yürütülmekte olan soruşturma kapsamında şüpheli Orhan TURHAN hakkında, Yanıltıcı Bilgiyi Alenen Yayma ve Adil Yargılamayı Etkilemeye Teşebbüs suçlarından dolayı re’sen soruşturma başlatılmasına karar verilmiş olup şüpheliler Orhan TURHAN ve Mehmet Ömer Arif ARAS’ın Cumhuriyet Başsavcılığımızda hazır bulundurulmalarının sağlanması için İstanbul Emniyet Müdürlüğü Güvenlik Şube Müdürlüğüne talimat verilmiştir.” Hemen harekete geçen polis hem Aras’ı hem Turan’ı evinden alıp bir gövde gösterisiyle adliyeye getirdiler. Sorgularından sonra haklarında yurtdışına çıkış yasağı verilerek serbest bırakılan Aras ve Turan şimdi açılacak davayı beklemektedirler. Bu ara dava da açıldı. Savcı yukardaki “suçları” kasdederek “içeriğini bilmedikleri konuda beyanda bulunarakTürkiye’nin iç ve dış güvenliği ile ilgili gerçeğe aykırı bilgileri yaymak”tan dolayı Turan ve Aras için 5 yıl 3 aya kadar hapis cezası istemektedir. Bunu yaparken de ileri sürdüğü iddiaları ispat etme gereği de duymamaktadır.
TÜSİAD yöneticilerine karşı açılan bu soruşturma ve dava Türk yargısının ne kadar siyasileştiğinin, ne kadar bağımsızlığını kaybettiğinin ve tarafgir davrandığının bir kez daha örneğidir. Zira ileri sürülen “gerçeğe aykırı yanıltıcı bilgiyi alenen yayma, kamu barışını bozmaya elverişli nitelikli sözleri nedeniyle adli yargılamayı etkilemeye teşebbüs” suçlamalarının hiçbir dayanağı yoktur. Gazetecilerin, iş insanlarının, politikacıların sorgulanmasını ve tutuklanmasını, Teğmenlerin ordudan ihraç edilmesini, belediyelere kayyım atanmasını, belediye başkanlarının tutuklanmasını, İmamoğlu’na davalar açılmasını söylemek ne zamandan beri gerçeğe aykırı yanıltıcı bilgilerdir? Bunlar kamuoyunun bildiği, her gün gazete ve televizyonlardan, medyadan izlediği, TÜSİAD’ın alenen yaymasına gerek olmayan bilgi ve haberlerdir. Ne zamandan beri gazetecilerin, iş insanlarının, politikacıların, belediye başkanlarının “rehin” olarak hapiste tutulmalarının doğru olmadığı yönünde fikir söylemek, AYM ve AIHM kararlarına uyulmadığını konusunda fikir beyan etmek adli yargılamayı etkilemek oluyor? Suç oluyor? Esas suç AYM ve AİHM kararlarını uygulamayarak Anayasayı çiğnemek değil midir? Bir yargı kurumunun böyle iddialarda bulunması hukuk için bir ibret abidesidir. Yine TÜSİAD yöneticilerinin Genel Kurulda dillendirdikleri bu Türkiye gerçekleri nedeniyle suçlanmaları ve sorgulanmaları tarihe yargının bir yüzkarası olarak geçecektir. Bunun sorumlusu da Erdoğan’ın yarattığı dinci faşizan tek adam rejimi olacaktır.
TÜSİAD neden böyle bir çıkış gerekliliği duydu
Kısaca toparlamak gerekirse, TÜSİAD, Cumhuriyet’in ilk yıllarında devlet desteği ile palazlanan, II. Dünya Savaşı yıllarında vurgun vuran, savaş sonrasında ABD ve Batı Avrupa ile bütünleşen Türkiye’de emperyalist tekellerle iş birliği yapan ve işbirlikçi sermaye konumuna gelerek devletin de olanaklarıyla gelişen, tekelleşen sermayenin Anadolu’da yeşermeye başlayan sermayeye karşı kendi çıkarlarını korumak için kurdukları bir kuruluştur. 1969-70’li yıllarda Türkiye Odalar Birliği’nde Erbakan ile Demirel arasında yaşanan kavganın altında yatan Tekelleşen sermaye ile yeşermekte olan Anadolu sermayesi arasındaki kavgaydı. Dinci-islamcı Erbakan devletin Anadolu sermayesini desteklemesini savunurken, laikliği ve Batıcılığı savunan Demirel devletin büyüyen işbirlikçi sermayenin desteklenmesini istiyordu. Koç ve Sabancıların ağırlıkta olduğu tekelleşen sermaye 1971’de laikliğin ve Batıcılığın savunucusu olarak TÜSİAD’ı kurup devletin olanaklarının kendilerine akmasını sağladılar. Devletçilik mi, neoliberal politikalar mı tartışmasında Ecevit’i devirip tekrar Demirel’i getirerek 12 Eylül’e giden 24 Ocak kararlarını çıkarttılar. Askeri darbe döneminde emperyalistlerle ve devletle artan iş birliği sonunda belli ölçüde tekelci devlet kapitalizmi konumuna yükseldiler.
Ama emperyalist neoliberal politikaların uygulayıcısı olan Özal döneminde yükselen Anadolu sermayesi belli ölçüde kendinden söz ettirmeye başladı. MÜSİAD’ın kurulmasıyla toplumsal bir güce de kavuştu. Erdoğan’ın iktirarı döneminde devletin olanaklarıyla bu sermaye daha da güçlendi. Böylece Türkiye’de devlet olanaklarını kullanmakta birbirine rakip iki önemli sermaye grubu doğmuş oldu. Biri laik, batıcı, kemalist burjuva kesiminin örgütü TÜSİAD, diğeri islâmi-muhafazakâr burjuva kesiminin örgütü MÜSİAD. İlk yıllarında TÜSİAD’a da çok uzak durmayan Erdoğan açık bir şekilde MÜSİAD’ı desteklemeye başladı. Giderek TÜSİAD dezevantajlı konuma düşmeye başladı. Gezi direnişiyle birlikte Erdoğan ile araları tamamen açıldı, devlet olanaklarından tamamen dışlanmaya başlandı. Bunun somut örneği KOÇ’lara verilmiş olan fırkateyn ihalesinin iptali oldu. Erdoğan iktidara yerleştikçe TÜSİAD desteklenmez, çoğu kez devletten büyük ihaleler alamaz hale geldi. MÜSİAD ise her gün devlet olanaklarından daha yararlanır oldu. Böylece kökü Cumhuriyet’in kuruluşuna kadar giden bu iki burjuva kesimin arasında devlet olanaklarına sahip olma, iktidarı, devlet denen “yağlı kuyruğu” ele geçirme, “tasallutu” altına alma konusunda kıyasıya bir mücadele başladı. MÜSİAD için bu mücadele AKP ve Erdoğan iktidarının devam etmesidir. TÜSİAD için ise CHP’nin iktidara gelmesi, devlet denen “yağlı kuyruğu” yeniden ele geçirmesidir. Yıllardır devlet olanaklarından yararlanamayan TÜSİAD anlaşılan çareyi 13 Şubat 2025 kongresindeki Erdoğan iktidarını sert eleştiride buldu. Ona göre Erdoğan gitmeden ve CHP iktidarı almadan devletin olanaklarından yararlanma olanağı yoktu. Ama bir kongrede iktidarı sert eleştirerek bu mümkün müydü? Buna olumlu yanıt vermek galiba mümkün değil.
Artık eleştiri değil eylem zamanı!
TÜSİAD’ın Erdoğan’a karşı çıkışının hedefi artık Erdoğan’ın gitmesi gerektiğini kamuoyuna duyurmak, iktidarı muhalefetin alıp devlet olanaklarının kendisine akmasıdır. Sol ve demokratik güçler TÜSİAD’ın iktidarın değişmesi konusundaki çıkışını destekler, bundan dolayı Erdoğan’ın onlara yaptığı saldırılara karşı çıkar. Ama devlet olanaklarının “yalnız” kendilerine akmasına da karşı çıkar. Çünkü sol ve demokratik güçler; devletin kıt olanaklarının ülkenin planlı bir şekilde kalkınmasına akmasını savunur, TÜSİAD’ın talancı ve yağmacı anlayışıyla geçmişte olduğu gibi bugün de mücadele eder. TÜSİAD ancak planlı kalkınmada yerini aldığı sürece hem kendine hem ülkeye daha yararlı olabilir. Bu diğeri, MÜSİAD için de geçerlidir.
Ama bugün burada öne çıkan Erdoğan’a karşı mücadeledir. Özellikle Erdoğan son aylarda kendine karşı gelen, eleştiren, gitsin diyen sol, demokratik ve tüm muhalif güçlere karşı yoğun bir saldırıya geçmiş bulunmaktadır. İstanbul Barosu’nu “terör örgütü propagandası” yapmakla suçlamakta, yalnız Kürt illerinde değil, İstanbul’da da arka arkaya belediye başkanlarını tutuklatmakta, İmamoğlu’nun diplomasını sorgulatmakta, CHP Kurultayı’nı şaibeli göstermekte, gazetecilerin, DEM üyelerinin ve diğer muhaliflerin her gün tutuklanmakta olduğu bir dönemde TÜSİAD’ın bir protesto olan bu çıkışının sorgulanması gerekmektedir. Kimsenin yüzünün gülmediği, mutsuz olduğu bir dönemde susmaya gönüllerinin razı olmadığını söyleyerek bu çıkışı yapmakla vicdanlarını rahatlatabilirler, ama çıkış yerini bulmuş olmaz. Bu haliyle çıkış hem geç kalmış hem de yetersiz olmuştur. Olması gereken bu çıkışın çok önceleri olmasıydı. Yetersizdi, zira böyle “arkasız” bir protestonun hakkından Erdoğan hemen gelebilmektedir. Böyle bir çıkışın en azından kendi içinde iyice hazırlanması, diğer muhalif güçlerle görüşülmesi gerekirdi. Yapılması gereken artık Erdoğan’ın icraatını eleştirmek ve yorumlamak değil, ki bu dönem artık geçmiştir, yapılması gereken sokaklara, meydanlara çıkmaktır. TÜSİAD yöneticileri bu eleştiriyi yaptıktan sonra Erdoğan’ın kendilerini rahat bırakmayacağını, mahkemeye çıkartacağını, hatta tutuklatabileceğini bilmeleri gerekirdi. Onlar böyle bir durumda tüm TÜSİAD camiasının kendilerinin arkasında olup olmayacağından emin olmalıydılar. Evlerinden alıp götürüldüklerinde en azından TÜSİAD üyelerinin yarısının Adliye önünde toplanması, başkanlarının yalnız olmadıklarını göstermesi gereekirdi. Bu sağlanmadan yapılan eleştirilerin Erdoğan’a hedef olmaktan başka bir rolü yoktur. Bu yalnız TÜSİAD çıkışı için değil diğer kişi, grup ve kuruluşların çıkışları için de geçerlidir. Zira eleştirilmek artık Edoğan için kolayca haddinin bildirileceği bir çıkıştan başka bir şey değildir. Erdoğan’ı durduracak olan yığın çıkışlarıdır. İmamoğlu’nun tutuklanması sonrasında gençliğin de katıldığı dev milyonluk protesto mitingleri bunu açıkça ortaya koydu. TÜSİAD kongresinde Erdoğan’ın gayrı hukuki uygulamalarını sayarken ve İmamoğlu’nun adını anarken tutuklama sırasının ona geldiğini ve ondan sonra kendilerinin sırada olduğunu çok iyi biliyorlardı. Bunu önlemenin yolunun da TÜSİAD’a gelecek bir saldırıda TÜSİAD üyelerinin adliye önüne yığılmalarıydı, işçilerine, sendikalara çağrı yapmalarıydı, önceden muhaliflerle konuşup yüzbinlerin adliyenin önüne gelmelerini sağlamaktı. Bu olsaydı hem TÜSİAD yöneticilerine yurt dışına çıkma yasağı konamazdı, hem İmamoğlu’nun tutuklanması zor olurdu. Ama böyle bir tutum TÜSİAD’ın tabiatına karşıdır. Ne düşünürler ne de yaparlar. Bu da onların şu an içinde bulundukları çelişkileridir.
İmamoğlu’nun tutuklanması: Yığınlar sokaklara çıktı, şimdi aslolan iktidarı değiştirmektir
19 Mart’ta İmamoğlu’nun tutuklanması bir dönüm noktası olmuştur. Artık ürkek eleştiri dönemi bitmiş, eylem dönemi başlamıştır. Marks’ın 11. Tezi hemen hemen herkes tarafından bilinir. Karl Marks Feuerbach ile ilgili bu meşhur tezlerinin onbirincisinde şöyle der: “Filizoflar dünyayı yalnızca değişik biçimlerde yorumladılar, aslolan onu değiştirmektir.” Marks dönemindeki filozofların yaptıkları gibi, bizim ülkede de solcular, demokratlar, devrimciler, akademisyenler, gençler, muhalif güçlerin çoğu Erdoğan’ın yaptıklarını çok iyi bir şekilde eleştirmekteler, onun ne kadar antidemokratik ve özgürlük karşıtı olduğunu, yargıyı tamamen kendisine bağladığını, ne kadar otoriter, gerici, İslami-faşizan bir rejim kurduğunu en iyi şekilde yorumlamakta, anlatmaktadırlar. Ama esas yapılması gereken bunlar olmuyor. Bunlar da yapılmalıdır, ama esas yapılması gereken, aslolan praksistir, onu değiştirmek işin çalışmaktır, mücadele etmektir. Bu da onun yaptıklarını anlattığımız yığınlarla birlikte meydanlara sokaklara çıkmaktır. Yapılması gereken artık sırf Erdoğan’ı eleştirmek değil, onu değiştirmek için mücadeleye geçmektir. Eleştirmek, yorumlamak işin kolay yanıdır, zor olan değiştirmektir. Başarılması gereken de budur.
Artık İmamoğlu’nun tutuklanmasından sonra bu da gerçekleşmeye başlamıştır. Yapılan dev mitingler İmamoğlu’nun tutuklanmasını protesto etmeyi çoktan aşmıştır. Özellikle mitinglere katılan gençler “Hükümet İstifa” sloganıyla gelmişler, Erdoğan gitmeden ne kendi durumlarında ne de ülkede hiçbir şeyin değişmeyeceğini beyan etmişlerdir. Bu ülkede yeni bir durumdur. Bu durumun devrimci, sol, demokratik güçler tarafından çok iyi değerlendirilmesi gerekmektedir. Erdoğan’ı eleştirmekten Erdoğan’a karşı eylem yapmaya, sokaklara meydanlara çıkmaya geçildi. Şimdi bu eylemlerin Erdoğan’ın değiştirilmesi, gönderilmesi aşamasına geçmesi gerekmektedir. Erdoğan’ın gitmesi için şimdiye kadarki eylemler yetmez, daha büyük, daha kapsayıcı eylemler gerekmektedir. Bu eylemlere, mitinglere şimdiye kadar katılanların ve özellikle gençliğin, öğrencilerin yanı sıra diğer kesimlerin, işçi ve emekçi yığınların, köylülerin, esnaf ve zanaatkarların, akedemisyenlerin, küçük burjuva çevrelerin, onların örgütlerinin, sendikaların, meslek odalarının, baroların, muhalif burjuvazinin ve örgütlerinin katılması ve sahip çıkması, tüm Türkiye’nin ayağa kaldırılması gereekmektedir. Burada en geniş güçlerin, en geniş muhalefetin ittifakının oluşturulması şarttır. Bu muhalefetin içinde TÜSİAD da olmalıdır, sendikalar ve odalar da bulunmalıdır, buna Kürtlerin aktif desteği de sağlanmalıdır. Erdoğan’ı göndermek böylesine geniş bir ittifakı gerektirmektedir. Önümüzdeki günlerde Öcalan’ın çağrısı sonrası hareketlenmeye başlayan Kürtlerin demokrasi ve özgürleşme mücadelesi yükselişe geçecektir. Batı’daki Erdoğan’a karşı yükselen mücadele ile Kürtlerin özgürleşme mücadelesi mutlak birleştirilmelidir. Ülkede demokrasi güçlendikçe Erdoğan’ın gidişi de hızlanacaktır. Erdoğan hâlâ içte, özellikle dışda ABD’de Trump’tan AB’de von der Leyen’e kadar büyük bir desteğe sahiptir. Ama halkın direnişi dış güçlerden daha büyük ve güçlüdür. Ayağa kalkan halka, halklara hiçbir dış güç engel olamaz. Halklarımızın önünde tarihi bir fırsat vardır. Bu fırsat kaçırılmamalıdır. Bunu kaçırtmamak Kürt, Türk sol, demokratik, devrimci, barış güçlerinin elindedir. Bunun reçetesi en geniş ittifakla halkların ayağa kalkmasıdır.