Haber / Yorum / Bildiri

Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı Üzerine

“Başkasını ezen bir ulusun kendisi de özgür olamaz!”

Deniz ALTINER

Türkiye Komünist Partisi I. Kongresinde, ilk görev olarak önüne dağılan Osmanlı Devleti’nin ardından işgal altındaki Anadolu topraklarından emperyalist güçleri ülkeden kovmak olduğunu koyarken, Osmanlı’dan arta kalan çok kültürlü, çok inançlı, çok dilli bir topluma dinsel kurumların devletten ayrılarak dinsel topluluklar halinde bırakılacağını, değişik uluslara mensup ulusların ise dil ve kültür açısından her türlü ayrıcalığın kaldırılarak, farklı ulusların işçi, köylü şuraları cumhuriyeti kurmasını, „özgür ülkelerin özgürce birliği için“ bu cumhuriyetlerden oluşacak demokratik, federal bir devlet kurulması ilkesini kabul etti, programına yazdı. Türkiye’deki bütün halkların kendi kaderini özgürce belirleme hakkını, ayrılma hakkını savundu, ‘plebisit’ yöntemiyle, halk oylamasını öngördü.  

Bu konuyla ilgili olarak sunuş konuşmasında Mustafa Suphi’nin söylediği şu sözler TKP’nin bu soruna ilişkin yaklaşımının netliğini ortaya koymaktadır: “Partimiz özgürlüğü yolunda, uluslararası toplumsal devrim hareketine dayanma zorunluluğunun dayattığı işçi halkımız arasındaki örgütlenmesini de, uluslararası esasta yapmak zorundadır. Partimiz Türk işçi ve yoksul köylülerini gerici İttihat ve İtilafçılar veya hain sosyalistlerin etkisinden kurtarmaya ne derece zorunlu ise, Türkiye’de yaşayan Rum, Ermeni, Kürt milletlerinin mağdur sınıflarını da Etniki Eterya, Taşnak ve Bedirhan teşkilatlarından ayırarak, çıkar ve amaç ortaklığı olan bir sınıf halinde hem içteki sömürücülere hem de işgalci dış kuvvetlere karşı birleştirip ayaklandırmak göreviyle yükümlüdür”.

Kemalistler ise Anadolu’da gelişen ticaret burjuvazisinin temsilcisi görünerek, anti-demokratik yönlerini aşırı milliyetçilikle örtmeye çalıştılar. Yunan ordularının Anadolu’yu işgal etmelerini şovenizmle karşılayarak Türk burjuvazisinin egemenliğini düşündüler. Rum ve Ermeni halklarına, burjuvazisine karşı düşmanlığı körüklediler. Türk burjuvazisiyle Rum ve Ermeni burjuvazisi arasında çekişme, rekabet, piyasaya egemen olma kavgası vardı. İttihatçılar da, Kemalistler de azınlık burjuvazisini yerli olarak görmedi, bu çelişki ve ayrışmayı ulusal azınlıklardan gelen işbirlikçiler, ağalar ve beylerle uzlaşma içinde kanla, kılıçla, ’’varlık vergisi’’gibi haraçla, 6-7 Eylül 1955’te olduğu gibi talan ve yağmayla çözme yolundan yürüdü, hâlâ yürüyor. Lazları asimile ettiler; türkleştirdiler, Balkanlardan Türk devşirdiler, Rumları sürdüler, yok ettiler, aynı politikayı Kürtlere de uyguladılar, ancak Kürtler bu Türkleştirmeye boyun eğmedikleri gibi, onların asimilasyon politikasını yenecek büyüklükteydiler.

Tam 29 kez isyan eden, başkaldıran Kürt Halkı 80’li yıllarda 68, 78 kuşağından gelen gençleriyle 80’li yıllarda yeniden yükselişiyle Türk Devleti’nin direncini kırabileceklerini gösterdiler. Ulusal sorun aynı zamanda sınıfsaldır, bu savaşta emekçi, işçi, köylü yığınları etkindir, daha da etkin olmaları, onların bilinç ve örgütlülük düzeyine bağlıdır. Eksik olan Türk işçi, emekçi, köylü yığınların bu savaşın aynı zamanda gericilikle savaşan Kürt Hareketinin Ortadoğu’daki rolünü anlayamamaları, sıkıştıkça milliyetçilik silahına sarılan AKP ve diğer burjuva partilerinin parandası olmalarıdır. Oysa enternasyonalist olan işçi sınıfı, sömürü, baskı ve zulmün olduğu her yerde sınıf kardeşlerine ellerini uzatmalıdır. Kürt işçi, emekçi ve köylülerin egemenlere karşı verdiği savaş ortak düşmana karşı verilen bir savaştır. Türk işçi sınıfının Kürt emekçileriyle birlikte olmaması, Türk egemenlerin iktidarını güçlendirmekte, iktidarının süresini uzatmaktadır.

Bu topraklarda Mustafa Suphilerle başlayan, Nazım ve Bilenlerle serpilen enternasyonal tohumlara rağmen, bugün kendisine sosyalist, komünist, demokratım diyen solun önemli bir bölümü de Mustafa Suphileri ve yoldaşlarını iktidar hırsıyla katleden, iktidarı temsil ettiği burjuvazi adına alan Kemalist ideolojinin rüzgarlarına kapılmışlardır. Yanı başındaki ezilen bir halkın çilesini görmezden gelen, Lenin’in Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı’nın burjuva demokratik pragmatist bir taktik olduğunu, bugün hiçbir geçerliliği olmadığını savunurlarken; Kürtlerin mücadeleyi sınıf ekseninden etnik mücadeleye kaydırarak işçi sınıfına ihanet ettiklerini, Erdoğan’ın BOP projesi ile yakından ilişkili olmasıyla emperyalizmin çıkarlarına hizmet ettiklerini ifade edip, Kürt Özgürlük Savaşı’na sırtlarını dönerlerken Marksizmin en temel enternasyonalizm ilkesinden saparak kapitalist devletin milliyetçilik ideolojisini yeniden ürettiklerini göremiyorlar. 

Bunları ileri süren ve kendilerine komünist diyen bazıları Irak Kürdistanı’nda halkın bağımsızlık referandumunu, anti-leninist olarak adlandırmakta ve emperyal güçlerin oyunuymuş gibi görerek aşağılamaktalar, hor görmekteler, tıpkı Türk Devleti gibi Kürtlerin Kendi Kaderlerini Tayin Hakkını (UKKTH) tanımamaktadırlar. Kürtlerin kuracakları ulusal bir devlete emperyalizmin işbirlikçisi olacağı iddiasıyla karşı çıkmaktalar ve Kürtlerin bir devlet kurma hakkını kökten reddetmektedirler. Bunlar, Türkiye Cumhuriyeti kurulurken kaç tane emperyalist devletin mandacılığına yamandığını ve Lozan’da İngilizlerin tek tek dikte ettirmesiyle, Kemalistlerin de sayısız hokkabazlıklarıyla bu devletin kurulduğunu unutmuş görünüyorlar! Emperyalizm çağında bağımlılık ve işbirliği ilişkisi içinde olmayan hangi ulusal devlet vardır? Polonya ve Finlandiya’nın o dönem Rusya’dan ayrılarak, ulusal, hem de kapitalist bir devlet olma hakkını tanıyan Lenin değil midir? Daha serbest kapitalizm çağında Marx İrlanda’nın bağımsızlığını savunmamış mıdır?

Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkını tanımayan ve onları emperyalizmin işbirlikçisi olarak suçlayan „komünistler“ kendi ulusal, şoven duygularını Lenin’i çarpıtarak maskelemeye kalkışmaktadırlar. Kürt Halkı kendi kaderini tayin hakkını belirlerken-ister inisiyatifi Barzani kullansın, isterse KCK kullansın- kimseye sormaya, birilerinden müsade almaya ihtiyacı yoktur, tıpkı Katalanlar, Kebekler, İskoçyalılar gibi oylamasını yapar, dünyaya ilan eder. UKKTH ister kullanılır, ister kullanılmaz hem kapitalist, hem de proletarya diktatörlüğünde geçerli olan burjuva demokratik bir haktır! Bunları kabullenemeyen „ Türk komünistleri“ Kürtlerin 100 yıldır dört ateş altında yaşadıkları zulümle hala başbaşa kalmasını mı istiyorlar? Kürtler ister ayrılır, ister ayrılmaz kendi bilecekleri bir iştir, kimsenin aklına ihtiyaçları yoktur, ancak Türk işçi ve emekçilerinin onların bu mücadelelerine sahip çıkmalarını bekleme hakları vardır! Komünistlere düşen görev her zaman proletarya enternasyonalizm bayrağını yüksek tutmaktır. Kendi ülkesinin emperyalist emellerini görmeyen, Patagonya gibi bir ülkede yaşadığını zannedip Kürtlere ahkam kesen bu kişiler komünist olamaz! Komünistlerin önce kendi emperyalistleri ve işbirlikçileriyle hesaplaşmaları gerekir, Erdoğan ağzıyla konuşmamalıdırlar. Böyle bir konuşma ancak ırkçı, şoven, faşist AKP ve MHP’nin işine yarar. Kürtler bağımsız devletlerini oluşturduklarında Kürt işçi ve emekçileri, devrimcileri, komünistleri kendi emperyalistleri ve işbirlikçileriyle hesaplaşacaklardır.

Marx, Engels ve Ulusal Sorun

Ulusların ve dillerin tam eşitliği olarak ortaya çıkan “Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı” (UKKTH) Marks ve Engels’in İrlanda Ulusal Kurtuluş Hareketindeki tartışmalarıyla belirginleşmiş, Marksist bir program halini almıştır. Britanya İmparatorluğu, İrlanda’yı işgal ederken, burada bir direniş hareketi ortaya çıkmıştı. Kürtlerin Batı illerine göçmesi, Suriye’den, Afganistan’dan, Irak’tan gelenler gibi, İrlandalılar da İngiltere’ye sanayi kentlerine yoğun işgücüyle en düşük ücretlerle, en ağır işlerde çalışmaya başlamışlardı. En yakın örneğini Sakarya’da yaşadığımız Kürt işçilere yöneltilen saldırılar, son dönemde gelen göçmenlerin aşağılanması gibi İrlandalı göçmenler de, ulusal temelde bölünmüş İngiliz işçi sınıfının ırkçı, milliyetçi duygularıyla, aşağılamalarıyla, saldırılarıyla da savaşmak zorunda kalıyor, sınıfın bu parçalanmışlığı İngiliz kapitalizminin işine yarıyordu.

Marx, önce Britanya işçi sınıfının bu bölünmüşlükten zarar gördüğünü tespit ederken, asıl sorunun Britanya’nın İrlanda üzerindeki egemenliğinde olduğunu ve her iki ulusun emekçilerinin birliğinin tek yolunun, İrlandalıların kendi ulusal devletlerini kurmalarında ve İngiliz işçilerinin de tüm sosyal şoven önyargılardan kurtulmasında yattığını belirtirken 1870’de ünlü; “Başkasını ezen bir ulusun kendisi de özgür olamaz” yargısına vardı.

’’Eskiden İrlanda’nın İngiltere’den ayrılmasını olanaksız diye düşünürdüm. Gerçi ayrıldıktan sonra Federasyon gelebilir ama şimdi artık bu ayrılığı kaçınılmaz görüyorum…Giderek daha çok inanıyorum ki, -ve sorun bu inanışı İngiliz işçi sınıfının kafasına sokabilmekten başka bir şey değil- İngiliz işçi sınıfı, İrlanda politikasını egemen sınıfların politikasından kesin biçimde ayırmadıkça, İrlandalıların davasını ortak dava haline getirmekle kalmayıp, 1801’de kurulan birliği dağıtarak onun yerine özgür federal bir ilişki koymadıkça, burada, İngiltere’de, hiçbir şey yapamaz.’’ UKKTH, Sadece Ezilen Değil Ezen Ulusun da İşçilerin Yararınadır! Bu, İrlanda’ya duyulan sevgiden ötürü değil, ama İngiliz proletaryasının çıkarları doğrultusunda bir istem olarak ortaya konmalıdır.’’ (Londra, 29 Kasım 1869 Hannover)

Marx İrlanda konusunda önceleri İrlanda’nın özgürlüğünü baskıcı İngiliz ulusu işçi sınıfının mücadelesi sonunda elde edeceği görüşüne sahipti. Sonra Marx bu görüşünü değiştirdi ve İrlanda ulusal bağımsızlığının ve İrlanda tarımındaki devrimci demokratik dönüşümlerin İngiliz işçi sınıfının kurtuluşunun önkoşulu olduğunu belirtti, İrlanda’nın İngiltere’ den tamamıyla ayrılma hakkını da kapsayan bağımsızlık talebinin İngiliz işçi sınıfının bir talebi olması gerektiğini vurguladı. Zira Marx’a göre İrlanda’nın ulusal özgürlüğü İngiliz işçi sınıfının sosyal kurtuluşu için ilk koşuldur. Marx’ın bu görüşlerini günümüz Türkiye’sine uygulayacak olursak, kendisine Marksistim diyen bir Türk devrimcisinin veya aydınının şöyle konuşması gerekmez mi:

Türk işçi sınıfının ve emekçilerinin bugünkü otoriter baskıcı ve faşizan rejimden kurtulmak ve Türkiye’yi demokratikleştirmek için Kürtlerin Türkiye’den tamamiyle ayrılma hakkı da dahil özgürlüğünü ve bağımsızlığını savunmak gerekir; bu gerçeği Türk işçi sınıfının kafasına sokabilmekten başka çare yoktur; Türk işçi sınıfının faşist AKP/MHP iktidarının Kürt politikasından tamamen ayrı, Kürtlerin demokrasi ve özgürlük davasına sahip çıkan, bunu ortak dava haline getiren bir politika geliştirmesi, şimdiyi kadarki devletin inkârcı, imhacı, asimilasyoncu politikası yerine Kürtlerin ve diğer Türkiye halklarının eşitliği, özgürlüğü, özerkliği temelinde yeni demokratik bir politikayı, demokratik bir cumhuriyeti savunmak gerekir. Bu savunulmadan Türkiye’de hiç bir şey değişmez, Türkiye demokratikleşmez, ekonomik olarak kalkınamaz, yüksek bir refah düzeyine kavuşamaz. Kürtlerin ulusal özgürlüğüne kavuşması Türkiye işçi sınıfının sosyal kurtuluşunun ilk koşuludur.

Evet bunlar Marksist olmanın minimum koşullarıdır. Ne varki, Türk devrimcilerinin büyücek bir kısmı bu Marksist tutumdan fersah fersah uzaktır.

1890’lı yıllarda Engels’te Macarların, Romenlerin ve Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasıyla Sırp, Arnavut, Yunan, Bulgar ve Türk halklarının kendi geleceklerini özgürce belirlemelerini şart koşarak UKKTH’da olgun dönemine erişiyordu. Daha I. Enternasyonalde ulusal sorunun mekanik kavranışına karşı çıkan Marks ve Engels tarihsel gelişmenin çelişkili doğasını ortaya çıkardılar. Kapitalizmin uluslararası niteliği, kapitalist ülkelerin eşitsizlikten doğan rekabetleri, emperyalist savaşlar, sömürgecilik ezen ve ezilen uluslar arasında çelişkiler yaratması nedeniyle kapitalist üretim çerçevesinde ulusal çelişkilerin aşılmasının imkansız olduğunu gösterdiler. Bu nedenle, komünist partiler enternasyonal bir görev olarak işçi hareketi içinde ulusal sorunu politik bir mesele olarak kavrayıp ortak bir karakter bularak politikalar oluşturmak zorundaydılar. Aksi halde, ulusal baskılara, işgallere ve sömürgeciliğe hizmet etmiş olurlardı.

’’Fetheden bir milletin mensuplan, fethettikleri ve özgün milliyet ve pozisyonla­rını unutmaları için baskı yaptıkları milletten “milli farklılıkları gömmelerini” vs. isteselerdi, bu enternasyonalizm olmazdı; bu, boyunduruğa teslim olmaları­nı öğütlemekten ve enternasyonalizm kılıfı altında fetheden ülkenin hakimiye­tini haklı çıkarmaya ve sürekli kılmaya çalışmaktan başka bir şey olmazdı.’’ Engels, 14 Mayıs, 1872

Sömürgeciliğe karşı alınan bu kararlı tutum, İrlanda sorununda olduğu gibi haklı savaş-haksız savaş ayrımının yapılmasını gündeme getirmiş, Marx ve Engels, haklı savaş olarak tanımladıkları ulusal kurtuluş savaşlarında sö­mürgeci devletlere karşı ezilen ulusların yanında tavır almışlardı. Engels’in “İkinci Afyon Savaşı” (1856-59) sırasında Çinlilerin Avrupalılara karşı gösterdiği direnişe ilişkin yazdığı şu satırları dikkatle okunması gerekir:

’’Halk kitlesi yabancılara karşı mücadelede aktif, aktif ne demek fanatik bir rol üstleniyor. Ellerine geçirdikleri her yabancıyı kaçırıyor ve öldürüyorlar. Bütün Çinlilerin bütün yabancılara karşı bu evrensel isyanına ve bu isyanın bir imha savaşı karakteri kazanmasına İngiliz hükümetinin korsanca politikası yol açtı. Çinlilerin korkunç katliamları konusunda ahlâk hocası kesileceğimize, bu sa­vaşın Çin ulusunu muhafaza amacıyla verilen bir halk savaşı olduğunu kabul edelim.”

Türkiye’de Kürtlere karşı açılan savaşta olduğu gibi, ezen -ezilen ulus çelişkisinin ürünü olan savaşların tamamında, savaşı hangi tarafın başlattığına bakılmak­sızın, ezilen ulusun desteklenmesinin gerekliliği Lenin tarafından açıkça ifade edilmiştir: ’’Sosyalistler bir savunma savaşından, her zaman, bu belirli anlamda haklı savaşı anlamışlardır. Sosyalistler her zaman, ama yalnız bu anlamda, vatan savunması için ya da savunma için savaşları meşru, ilerici ve haklı saya gelmişlerdir. Mesela yarın Fas Fransa’ya savaş açacak olsa, ya da Hindistan İngiltere’ye, İran ya da Çin Rusya’ya savaş açacak olsalar, vs. bunlar, ilk kim saldırırsa saldırsın, haklı ve savunma için savaşlar olurdu. Bütün sosyalistler de ezilen, bağımlı ve eşit olmayan devletlerin ezen, köle – sahibi ve galip “Büyük” Devletleri yenmele­rini isterlerdi.” Lenin, 1915

UKKTH burjuva bir hak, kapitalizme özgü bir fenomendir. Her burjuva ulus binlerce eşitsizlik temelinde yükselse de bu hakka sahip olmalıdır ve onların bu hakkı savunulmalıdır. Dünyanın hemen her yerinde uluslaşma ile ilgili sorunlar vardır, hiçbiri de birbirine benzememektedir. Her ulusal sorun kendi dinamikleri, tarihiyle, emperyalistlerle ilişkileriyle ele alınmalıdır. Emperyalistler bu ulusal sorunları kullanmaktadır, hatta eski sosyalist ülkeleri kapitalist ulus haline dönüştürürken de, bu ülkelerin kapitalizm öncesi geçmişlerini hortlatmaktadır. Birlikte yaşamın kökleri yüzyıllara dayansa da burada hukuksal eşitlik, burjuva bir hak olarak, her burjuvazinin kendi devletine, özerk ya da federal yapısına sahip olma durumu savunulmalıdır. Proletaryanın burjuvaziyi devirip iktidara gelmesiyle burjuvası olmayan uluslar olur ki, burada kendi ulusunu milliyetçilik kisvesi altında sömürüp onların emeğini emperyalistlere peşkeş çeken, kendi işçi, emekçi ve köylülerine karşı iktidarını koruyan bir burjuvazi yoktur. Tam tersine artık ulusal baskılardan sıyrılmış, kendilerini ifade edebilen halklarla, onların emekçileriyle, köylüleriyle birlikte iktidarı elinde tutan proletarya bir sınıf olarak iktidardadır.

Bugün emperyalist güçler tüm ulus devletlerini sömürmek için onları ekonomik, teknik ve askeri alanlarda tam bağımlı hale getirmişlerdir. Kendi sınırları içinde çok uluslu olmasalar da, diğer ulusları ezen çok uluslu devletler konumundadırlar. Bunların bazıları da çok ulusludur. Dünya gelirinin bir avuç insan alinde yoğunlaşması nedeniyle gitgide yoksullaşan emekçilerin gelişmiş kapitalist ülkelere göçleri, onları çok kültürlü devletler haline de getirmektedir.

Büyük emperyalist güçler, diğer devletleri sömürmek, tekelci bir konum elde etmek için rekabet ediyorlar. Bu mücadele kaçınılmaz olarak onları savaşa sürüklüyor. Bu savaş eğilimleri diğer ulus ve ülkeleri hakimiyet altına alma savaşı olarak sanılmasına rağmen; komünist bir topluma işaret eden bir aşamada duran dünya kapitalizmi üretimdeki olağanüstü gelişmeyle, büyük çapta ürün bolluğu yaratırken, bu ürünleri paraya dönüştürecek pazarın çok yavaş büyümesi krizin asıl nedenidir. Kendi tekellerini sarsacak hammadde kaynaklarının, mali ve diğer pazarların diğer tekellerin erişimini engellemek, ülkelere, bölgelere hiç kimsenin, hiçbir gücün erişmemesini sağlamak için ne gerekiyorsa yapmak; savaş çıkarmak, kaos yaratmak, etnik-dini sorunlarla her türlü farklılığı kışkırtmak, bu farklılıklar temelinde birbirleriyle savaşan gruplar oluşturmak, onları silahlandırarak kendilerine bağımlı hale getirmek, çatışan bu grupları Şengal’de, Afrin’de olduğu gibi ya da Kürt Halkını yok olma tehditiyle karşı karşıya bırakarak can havliyle kendilerine bağımlı kılmak, işi bitince de bir kenara atmak, işte emperyalizmin günlüğü!

Emperyalistler, buna Erdoğan’ın Türkiye’si de dahil, bu amaçları için toplumları yok olmakla tehdit eden gerici bağnaz, gözü dönmüş katillerden oluşan İŞİD gibi örgütler kurmakta, onlara yardım etmekle barbarlıklarını kurumsallaştırmaktadırII. Dünya Savaşı sonrası, yenilmiş emperyalist devletler NATO ile ABD’nin egemenliğini kabullenerek bir ittifak oluşturmuşlardı. Sovyetler Birliği ve Halk Demokrasileri 1953 yılına kadar bu ittifaka karşı her alanda mücadele etmişler, Reel Sosyalizmin yenilgisinden sonra ABD’nin tek başına hegemonyası sarsılarak, emperyalist güçler arasında ilişkilerde ve diğer devletleri sömürme tekeli konusunda kıyasıya bir çatışma, devletler arası ilişkilerde yeni ittifaklar, yeni düzenlemeler gerçekleşmiştir. Dünya kapitalizminin geldiği aşama bugün budur.

Eski sömürgeler ve bağımlı ülkeler, bağımsız bir konumda görünseler bile, hepsi de bağımlı durumdadırlar. Bu ülkeler kendi içlerinde burjuva bir yapılanma oluştursalar da, bir yığın ulusal, dini çatışmaların sahnelendiği ülkeler konumundadırlar. Bu devletler, emperyalist sistem içinde oldukları için, Türkiye gibi kendi içlerinde ulusal burjuva devletler haline bile gelememişlerdir. Bu devletler, emperyalist büyük güçlere bağımlı, büyük güçlerin çıkarları çerçevesinde, kendi halklarını sürekli bir tehdit altında bırakmaktadırlar. Erdoğan’ın bile bir gün Putin’le, ertesi gün Trump ile konuşarak, kendi emperyalist emelleri içinde kendine de bir yer açma, Ortadoğu’da bir aktör olma eğilimi taşıması nedeniyle, Kürt Halkına savaş açıyor, IŞİD’li katilleri besliyor, milliyetçilik rüzgarını da önüne katarak işçileri, emekçileri, köylüleri bölüp parçalıyor. Türkiye gibi ülkeler de güçleri oranında emperyalist kanattan birine ya da diğerine yaslanarak ülkeyi kaosa sürüklemekte, ülkeyi emperyalistlerin Ortadoğu cehenneminin içine sokma ’’başarısı’’ göstermektedirler.

Emperyalistlere bağımlı ekonomik olarak petrol zengini Irak, Suriye, Libya gibi, ABD ve onun işbirlikçisi İngiltere tarafından kontrol edilen bu ülkelerin durumu da sarsılmış, yeniden biçimlendirilmeye çalışılmıştır. Kısacası başta ABD olmak üzere, büyük güçler burjuva devletler içindeki her türlü farklılığı, çatışmayı tetikleyerek, o ülkelerin bağımlı olduğu güçleri zayıflatmayı hedeflemektedirler. Güçlü olmayan ülkeler bu yöntemleri kullandıkları ölçüde daha kolay kullanılır hale gelmektedirler. Devletlerine sahip olmayan uluslar, feodal ve gerici düzene gitmekte ısrarlı olan dini gruplar bu emperyalist zincire dur demedikleri, ondan kopmadıkları sürece bu yöntemlerin kullanıcısı, kullanılanı olmaktan kurtulamayacaklardır. Ülkelerin bağımsızlığı, iç işlerine karışılmaması, sınırların ihlal edilmezliği, devletleri olmayan halkların bir devlete sahip olamamaları gibi tüm ilkeler çiğnenmekte, bu ülkelerin yöneticileri de emperyalist büyük güçlerle uyum içinde, sonuçta ülkelerini çıkmaza sokan, halkların eşit kardeşçe bir arada yaşamını, barışı tehdit eden bir duruma getirmektedirler.

İşte bugün emperyalizmin barbarlığı dünyayı, Ortadoğu’yu kan gölü haline getirmiştir. Emperyalistler krizin kaynağı olan bunalımdan çıkış yolunu her yana yaydıkları kaoslarda, savaşlarda, proletaryanın kendisinin ve örgütlerinin kaos içinde tutulmasında bulmaktadırlar ve bu oyunu bozacak olan emekçiler, köylüler, komünistler, sosyalistler, demokratlar, aydınlar, kadınlar, gençler ve halklardır. Emperyalistlerin bu oyununu bozmak için, bölgede sıkışan halklara el uzatmak, ortak geleceği birlikte kurmak, emperyalizmin gücünü kırmakla demokratik, sosyalist Türkiye’ye biraz daha yakınlaşmaktır.

Devrimcilerin, Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkını kavrayamamaları, ezilen ulusa ayrı bir devlet kurmak ya da önermek anlamına gelmiyor. Marx ve Engels’in işaret ettiği gibi, bu hakkın tanınması, ifade edilmesi, ulusal önyargıları, çelişkileri, güvensizlikleri ortadan kaldırarak, ezilen ulusun hiçbir baskı altında olmadan birlikte yaşam isteğini özgürce alması demektir. Eğer Kürt Halkı tarihten gelen dil, toprak, kültür birliği gibi kıstaslara sahip ortak yaşam iradesini savunuyor, bunu yüksek sesle dillendiriyorsa, proletarya onların eşitlik haklarını programlarına almak zorundadır, ’’sözde’’ almakla yetinmeyip bunun savaşını vermelidir. Çünkü, eşitlik, hak, hukuk tanımamak proletaryaya değil, burjuvaziye ait bir olgudur. Emperyalizm Kürtleri dört coğrafyaya bölmüş, ekonomik-kültürel olarak geri bırakmış, oysa işçi sınıfı öncelikle birleşmeyi, bütünleşmeyi programına alarak onların hızla gelişmesine, eşitsizliklerin ortadan kalkmasına, her iki ulusun da kurtuluşunun alt yapısını oluşturmakla yükümlüdür. Komünistler, en zor, en ağır olgularla hesaplaşan, korkmayan ve bu ruhla zafere koşanlardır. Türkiye işçi sınıfı, Kürt politikasını egemen sınıfların politikasından kesin biçimde ayırmadıkça, ortak dava haline getirmedikçe, özgür özerk bir ilişki koymadıkça, bir şey yapamaz. Bu, Türk işçi sınıfının da kendi çıkarları doğrultusunda bir istem olarak ortaya koyulmalıdır!

Lenin, Stalin, Ekim Devrimi, Halklar ve Uluslar arasındaki ilişkileri değiştirdi

1917’den önce Güçlü Rus İmparatorluğu egemenliğinde yaşayan uluslar, Çarlık despotizminin yanı sıra Büyük Rus şovenizmine de maruz kalıyor, ulusal ezgi altında yaşıyorlar ve Rusya “halklar hapishanesi” olarak anılıyordu. Özellikle tarih Yahudilerin sayısız zulüm ve katliamlarına tanıklık etmiştir. Rusya’da Lenin’in ’’en modern kapitalist emperyalizm’’ dediği yapı ile feodal köleliğin kalıntıları yan yana varlığını sürdürüyor, kapitalizmin az ya da çok geliştiği alanlar, kapitalizm öncesi yarı-feodal, hatta feodal ilişkilerin olduğu bölgeler sınır teşkil ediyordu. Burada, çarlık yönetimine ve feodal kölelik kalıntılarına karşı ülke çapında yürütülen bir mücadele, işçi sınıfının yoksul köylü ve proleter olmayan emekçi yığınlarıyla güçbirliği yaparak yürütülen sosyalizm mücadelesi, işçi-köylü hareketi, ulusal kurtuluş hareketleri ve barış kampanyası ile birlikte yer alıyor, yeryüzü kara topraklarının altıda birine sahip bu ülkede sosyalizm kurma yoluna giriliyordu. Lenin’in işaret ettiği gibi, çağdaş toplumun tüm sınıflarının, halklarının birlikte uyguladığı çok değişik mücadele yöntemleri ve nüanslarının uygulanmasıyla toplumsal gelişme kanunları harekete geçirilmiş ve zafer mümkün kılınmıştır.

Lenin’in öncülüğünde Bolşevikler, demokrasi ve sosyalist devrim mücadelesiyle iç içe geçmiş ulusal soruna 1913’ten başlayarak erken bir dönemde, burjuvazinin de ulusa dahil olduğu dönemde vurgu yaptılar. Lenin’in bu konuyla ilgili bilinen eseri, “Ulusların kendi Kaderlerini Tayin Hakkı’’dır. Daha Bolşevikler iktidar olmadan 1916 yılında Lenin bu soruna dair şunları söylüyordu: ’’Sömürgelerden çıkmalarını ya da ajitasyon çığlıkları yerine kesin siyasi terimlerle belirtecek olursak, sömürgelere tam ayrılma özgürlüğü, gerçek kendi, kaderini tayin hakkı vermelerini istiyoruz hükümetlerimizden; ve de biz kendimiz iktidarı ele geçirir geçirmez bu hakkı yürürlüğe koyacağımızdan, bu özgürlüğü tanıyacağımızdan eminiz. Biz mevcut hükümetlerden bunu istiyoruz; ve biz hükümet olduğumuz zaman, bunu yapacağız; ayrılmayı ’salık vermek’ için değil; tersine, milletlerin demokratik birleşmelerini ve kaynaşmalarını hızlandırmak için biz ayrılmadan yana olduğumuz için değil, zorla birleşmeye karşıt olarak serbest, gönüllü birleşme ve kaynaşmadan yana olduğumuz için istiyoruz.”

Lenin’in bu söylediklerinden Türkiye ulusal sorunu için ne çıkar? Kürtlerin kendi kaderini belirleme, ayrılma hakkını savunmak, Kürtlerin mutlak olarak ayrılacağı anlamına gelmez. Marksistler, devrimciler milletlerin demokratik birleşmelerinden kaynaşmalarından yanadır. Ama bunun için Türk Marksist ve devrimcilerinin her şeyden evvel Türk devletinin Kürtleri zorla Türkiye sınırları içinde tutma, zorla asimile etme, eritme, inkâr ve imha etme politikasına ve uygulamalarına ardıcıl olarak karşı çıkması ve Kürtlerin ayrılma hakkını savunması gerekir. Ayrılma hakkı, özgürlük ve demokrasi, özerklik ayrılmanın, bölünmenin panzehiridir. Baskı ayırır, ayrılma hakkı, özgürlüğü birleştirir. Kürt sorunu bir etnik, kültür, ekonomik sorun değildir, ayrılma hakkı sorunudur.

 J.V. Stalin’de, Avusturyalı Marksistlerinin kültürel özerklikten oluşan düşüncelerini ve Yahudi Bund’cuların hatalı ulusal algılarını mahkum etmiştir. Stalin’in ’’Marksizm ve Ulusal Sorun’’adlı çalışması da 1913’te yayınlanmıştır. Burada Stalin, o zamandan beri bilinen modern ulus tanımını, yani o dönem burjuva uluslara özgü tanımını yapmıştır: „Ulus, rastlantısal ve geçici bir topluluk değil; tarihsel olarak ortaya çıkmış dil, kültür, iktisadî yaşam, ortak yazgı birliğine sahip ve psikolojik özgünlük temeli üzerinde ortaya çıkan kararlı insanlar topluluğudur.“ Burjuvazinin ekonomik faaliyetleri çerçevesinde ortak bir pazar etrafında oluşturulan iktisadi birlik temelinde dil, kültür ve ahlak anlayışıyla oluşan, merkezi bir otorite etrafında bölünmüş aşiretleri ya da beylikleri birleştirerek toprak bütünlüğünü sağlayan burjuvalar, ulusu oluşturur.

Ekim Devrimi ile Çarlık Rusya’sı yıkılıp yerine sosyalist uluslardan oluşan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği kurulduktan sonra, gericileşmiş burjuva ulusların yerini, aktif bir unsur olarak tarih sahnesine giren proletarya, mevcut burjuva ulusu bir sınıf olarak yok etmiş, burjuvazinin kapitalist üretimi yerine ortak mülkiyet temelinde sosyalist ekonomiye, burjuva kültür ve ahlakını dönüştürerek proleter kültür ve ahlakıyla sosyalist ulusları oluşturmuştur.

Ekim Devrimi, burjuva uluslar olarak oluşamamış, feodal üretim tarzında kalmış ulusları, özellikle Türki Cumhuriyetler olarak anılan ulusları da proleter kültür ve anlayışıyla sosyalist uluslar olarak biçimlendirmiştir. Proletarya bu feodal halkları birleştirerek birer ulus haline getirmiştir. Ve Ulusal İşler Halk Komiseri olarak görev yapan Stalin: “ Ulusal sorunun çözümünün çok önemli bir parçası her şeyde uluslar için eşit haklar (dil vb.) Bu nedenle, istisnasız tüm ulusal özellikleri ve ulusal azınlık haklarındaki tüm eksiklikleri veya sınırlamaları yasaklayan ülkenin tam demokratikleşmesine dayanan bir devlet yasasına ihtiyacımız var. Bu, azınlık haklarının gerçek bir garantisidir ’’ derken burjuvazinin ulusların burjuva uluslar olarak veya özerk yapılara kavuşmasını engelleyerek, ulusların parçalanmasına yol açarak, savaş, açlıklar, sürgünlerle yok edilmesinin eşliğine getirirken, sosyalist devlet onları ulus olarak birleştirerek, gelişmelerinin önünün açılacağının yasalarla garantiye alınması gerektiğini ifadesidir. Ekim Devrimi, proletarya öncülüğünde uluslaşma, gelişme, kaynaşma, dayanışma ve birleşmenin adı olmuştur. ’’Bir tek, yalnız bir tek gerçek enternasyonalizm vardır. O da tüm gücümüzle devrimci hareketin ve devrimci mücadelenin kendi ülkemizde gelişmesine çalışmak ve istisnasız her ülkede bu mücadeleyi, yalnızca bu mücadele çizgisini, propoganda, dostluk ve maddi yardım yoluyla desteklemektir’’diyordu Lenin.

Ho Şi Minh’in dediği gibi: ’’Yaşamı boyunca bizim babamız, öğretmenimiz, yoldaşımız ve akıl danıştığımız büyüğümüzdü. Şimdiyse çoban yıldızımız oldu, bizlere sosyalist devrimin yolunu gösteriyor’’. Lenin, Sovyet sisteminin örneklediği sosyalist sistemi, emperyalizme karşı verilecek mücadelede öncülük edecek güç olarak tanımlıyor, Sovyetler ülkesinin, kaçınılmaz bir biçimde, bir yandan tüm ülkelerde gelişen ilerici işçi hareketlerine, diğer yandan sömürgelerde ve ezilmiş halklar arasında gelişen tüm ulusal kurtuluş hareketlerini çevresinde topladığına işaret ediyordu. Bugün reel sosyalizmin çöküşünden sonra bu dengenin bozulmasıyla emperyalizmin barbarlıkta sınır tanımamasıyla bunun anlamı daha iyi anlaşılmaktadır.

Sosyalist ülkeleri eşitlik kuralına göre örgütlenmiş, eşitsiz gelişmiş ülkeler arasındaki eşitsizliği gidermek için güçlü ülkeler, zayıf ülkelere destek olmuşlardır.

Bu nedenle Ekim Devrimi, dünya tarihinin en kapsamlı ulusal kurtuluş savaşı anlamına geliyordu. 1918 Ocak’ında Bolşevik Hükümeti Finlandiya, Baltık Ülkeleri (Estonya, Litvanya ve Letonya) ve Polonya gibi ülkelerin ayrılma haklarını tanıyarak, ulusal bağımsızlıklarına sahip olmalarıyla kanıtlamıştır.

Halkların Kardeşliği

1917’de Rusya’da 130 ila 140 dil vardı. Bunlardan sadece 20’si yazı diline sahipti. Okuma yazma bilmeyenlerin oranı, yazılı dilleri olanlarda dahil yüzde 95’in üzerindeydi. Çarlığın baskı politikası nedeniyle, bu diller, özellikle yazılı dili olmayanların ölmesine yöneltilmişti. Ama Sovyetlerin dil ve ulusal politikası bu duruma son vermiştir.

Stalin, Ekim Devrimi’nden hemen sonra İkinci Sovyet Kongresi’nin Ulusal İşler Halk Komiserliği görevine atandı. Bolşeviklerin ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesi ve ulusal azınlıkların haklarına dayanarak yeni hükümet derhal birçok ulusa anadillerini özgürce kullanma ve demokratik haklar vermek için harekete geçmiş, 1918’de, Ulusal Halk Komiseri olarak, tüm milletlere kendi dillerinde eğitimi düzenleme hakkının garanti edildiğini belirten bir kararname çıkarmıştır.

Bu girişimler, 1922’de Sosyalist Sovyet Cumhuriyetlerinin gönüllü birlikteliğinin gerçekleştirilmesinin, başta Rusya Federal Sovyet cumhuriyeti olmak üzere bir dizi özerk ulusal cumhuriyetin kurulmasının temelini atmıştır. 26 Nisan 1966’da korkunç bir deprem felaketi sonucu büyük ölçüde yıkılan Taşkent tüm Sovyet Cumhuriyetlerinden gelen gönüllü işçi birliklerinin katkısıyla yeniden, daha güzel ve daha modern bir şehir olarak inşa edilmiştir. Taşkent’in yeniden inşası Sovyet halkları arasında gelişmiş olan kardeşliğin, dayanışmanın ve sosyalist enternasyonalizminin en seçkin örneklerinden biri olarak tarihe geçmiştir.

1921’deki 10. parti kongresinde Stalin, ulusal sorunla ilgili ünlü konferansını vermiştir. Orada geri kalmış halkların Rusya’ya yetişmeleri için her türlü ekonomik, politik ve kültürel olarak destek verilmesi gerektiğinin altını çizmiş, bu tartışmalar Lenin’in ölümünden sonra birçok SBKP (b) kongresinde devam etmiştir.

Stalin, 1930’da yapılan 16. Parti Kongresi’nde, “Birlik ve ortak dil” gibi taleplerin Büyük Rus şovenizmine doğru ve Lenin’in geleceğin komünist toplumunda ulusların, kültürlerin birbiri içinde erimesi gerektiği görüşünün çarpıtıldığına dair tehlikeli eğilimler taşıdığını savunmuştur.

SSCB’nin ulusal politikası, halklar arasındaki eski güvensizliğin ve milliyetçiliğin aşılarak, yerine gerçek halkların kardeşliğinin getirilmesine neden oldu. Çeşitli uluslar ve milletler Sovyetler Birliği’nin her kademesinde, ayrıca parti üst kademelerinde ve devlet organlarında temsil edilmiştir.

Revizyonistler ulusal politikayı Ruslaştırdılar

Stalin’in ölümünden sonra, Ukraynalı Nikita Kruşçev’in sahneye çıkmasıyla revizyonistler iktidarı devraldı ve paradoksal olarak Büyük Rus şovenizmine ve Rusya politikalarına geri dönülmesine neden olmuştur.

1960 yılında Kruşçev yeni okul yasasını getirmiştir. Kruşçev’in iktidara gelmesi, Sovyet ulusal politikaları tarihinde en belirgin bozulmaya neden olmuştur. Eski yasalarda, okulun çocuğa anadilini öğretme görevi varken, yeni yasaya göre, “gönüllü olarak çocuk” Rusça’yı seçebilirdi, başka bir deyişle, seçim özgürlüğü, Rusça’yı seçme özgürlüğüydü ve bireyin kendisinin seçme özgürlüğü değildi. Bu yeni kanun, 1960-63 döneminde yeni müfredatlar tamamlandıktan hemen sonra uygulamaya koyulmuştur.

Bugün, revizyonistlerin önünü açarak kapitalizme dönen Rusya, çarkı geriye Ekim Devrimi’nden önceki zamana döndürdü. Bir yandan Ruslar, diğer yandan Kafkas halkları arasında hortlayan ırkçılık, nefret ve korku var. Sosyalist inşa yıllarında yaratılan Halkların Kardeşliği, Kruşçev ile başlayan ve Gorbaçov, Yeltsin ve Putin ile sona eren kapitalist restorasyonla parçalandı.

Irkçı ve Nazi örgütleri Rusya’da yeniden dirildi ve Yahudileri, Rus olmayan halkları korkutup öldürüyor. Tam tersine bir durumda, Gürcistan, Ukrayna ve Baltık cumhuriyetlerinde olduğu gibi faşist ve yarı-faşist eğilimlere sahip olan milliyetçi Rus karşıtı hareketlerin etkinlikleridir. Büyük Rus şovenizmi, Rus burjuvazisinin ve Putin rejiminin, işçi sınıfını ve halkları yeni bir sosyalist devrim ve halkların kardeşliğini sağlamak için birleşmelerini önlemek için kullandığı bir araçtır. t

One thought on “Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı Üzerine

  • Atilla Çetiner

    Bunu insanım diyen herkes okumalı! Okumak biraz zahmetli iş, ama bu zahmetin karşılığında beyninizde güneşler doğacak..

Bir yanıt yazın