Haber / Yorum / Bildiri

Türkiye Komünist Partisi TKP’nin ve Komüntern’in 1920 ve 30’lu yıllarındaki Kürt Politikası

1920 yıllarının başında Ulusal Kurtuluş Hareketinde iki politik çizgi ortaya çıkmıştı. Birincisi Mustafa Kemal çizgisi: Ulusal Kurtuluşu istilacılara karşı savaşla sınırlamak, savaş sonunda burjuva ve ağaların desteğinde burjuva egemenliği kurmaktı. İkincisi Mustafa Suphi çizgisi: Ulusal Kurtuluşu sosyal kurtuluşla tamamlamak, işçi ve köylülerin egemenliğini kurmaktı. Bu iki çizgi, bu savaşım bugüne kadar sürmüş ve hâlâ sürmektedir.

TKP’nin I. Kongresi’nde ulusal azınlıklar konusu ele alındı ve Osmanlı’dan kalan tüm uluslara ve ulusal azınlıklara karşı Ankara hükümetinin yürüttüğü aşırı kanlı politikayı yerdi, hükümeti suçladı. Bu barbarlığın halkımızı lekelediğini, ulusları ve ulusal azınlıkları ezme politikasına karşı savaş açılmasını istedi. Emperyalizme, sömürücülere, istilacılara, gerici çevrelere karşı omuz omuza savaşmak için, Türkiye’deki tüm ulusların emekçilerini ve çabalarını birleştirmek, bu birliği örgütlemek gereğini önüne koydu. Bunun için de Türkiye’deki bütün halkların kendi kaderini özgürce belirleme hakkını, ayrılma hakkını savundu, ‘plebisit’i, halk oylamasını öngördü. TKP’nin, değişik uluslardan devrimci işçi ve köylü sınıfları arasındaki eski düşmanlıkları kaldırmak için savaşacağını belirterek her ulusun dil ve kültür açısından tam özgürlüğünü ve eşitliğini savundu, herhangi bir ulusa özgü her türlü ayrıcalığa karşı çıktı. Kongre devlet örgütlenmesi konusunda; farklı ulusların işçi-köylü şuraları cumhuriyeti kurmasını, “özgür ulusların özgürce birliği” için bu cumhuriyetlerden oluşacak demokratik, federal bir devlet kurulması ilkesini kabul etti, parti programına yazdı.

Ne var ki,  parti programını hayata geçirmek üzere ülkeye gelen Mustafa Suphi ve yoldaşları katledildikten sonra partiye Şefik Hüsnü egemen oldu. Şefik Hüsnü ise politik olarak uzlaşmacı, Kemalist bir çizgiye sahipti, bu durum Mustafa Suphi’nin çizgisine taban tabana zıttı. Şefik Hüsnü, Komünternle ilişkilerinde de bu çizgiyi taşıdı. Komintern’e verdiği raporlarla onların Türkiye hakkında yanlış değerlendirmeler yapmalarına neden oldu. Bu politikanın partiye ve Komintern’e uzun zaman egemen olmasında Şefik Hüsnü’nün rolü büyüktür. Eski TKP’lilerin çoğunda olduğu gibi, bugün ‘’TKP’’ adını alan SİP’lilerde, Ürüncülerde ve diğerlerinin bir çoğunda hâlâ Şefik Hüsnü’nün Kemalist anlayışı sürmektedir.

Şefik Hüsnü’nün Komintern Yürütme Kurulu’na sunduğu raporlarda, İngiliz emperyalizminin feodal gericilikle işbirliği yaptığı ve Türkiye’de Kemalist rejimin “feodalizmin tüm kalıntılarıyla hesaplaşmaya doğru” gittiği saptaması, özellikle Kürt sorununda, Şeyh Sait isyanında yanlış değerlendirilmelere neden oldu: Kürdistan’daki başkaldırılar genellikle İngilizlerle işbirliği halinde feodal gericiliğin kalkışması olarak görüldü, bu başkaldırılar Kürt halkının ulusal baskıya karşı direnişi olarak görülmedi ve ayaklanmaların demokratik karakteri anlaşılamadı. Kürt isyanlarının bastırılması gericiliğe karşı Kemalizmin başarısı olarak yorumlandı. Özellikle Komünist Enternasyonal Yürütme Kurulu Raporunun, ‘’Doğu Ülkelerinde Devrimci Hareketler – Türkiye 1925-1926’’ ile ilgili bölümünde Kürt konusundaki bu yanlış tutum tüm çıplaklığı ile ortaya çıkmaktadır. Raporda şöyle denmektedir:

“Bu raporun yazıldığı dönemde Türkiye’nin iç durumu tam bir istikrara kavuşmuştu. Devrimle iktidara gelen ve hakimiyeti elinde tutan Kemalistlerin burjuva cumhuriyetçi partisi, başını Şeyh Sait’in çektiği Doğu’daki ayaklanmayı altetmeyi başardı. Kürt ayaklanmasının bastırılması, Türk hükümetinin saygınlığını ülke sınırları içinde ve dışında önemli ölçüde artırdı. Şeyh Sait’i tutan İngilizlerin, yeni Türkiye’nin milli iktidarının zayıflayacağı hesapları boşa çıkarıldı…”

Komintern’in raporunda böyle bir yaklaşımın yer almasında Şefik Hüsnü’nün Kürt isyanları ve Kemalizm konusundaki tutumunun büyük etkisi olmuştur. Şubat 1925’de Şeyh Sait ayaklanması başladığında ‘’Aydınlık’’ dergisi çıkamadığından, Kürt isyanı, işçi ve köylüler için çıkartılan “Orak Çekiç” gazetesinde değerlendirildi. Gazetenin 26 Şubat 1925 günlü 6. sayısı ile 5 Mart 1925 günlü 7. sayısında Şeyh Sait isyanı ele alınmış ve şiddetle karşı çıkılmıştı. 6. sayının manşetinde şöyle denmektedir: “Gericiliğin başında Şeyh Sait değil, derebeylik duruyor; İrticaa karşı mücadelesinde halk hükümetledir”. Yine ilk sayfadaki “Kahrolsun İrtica” başlıklı yazıda da “Ankara Büyük Meclis’inde aşırı sol burjuvazinin tırnakları, kafasına orta çağı dolamış yobazların gırtlağına yapıştı…” denmektedir. 7. sayının manşetinde de şunlar yazmaktadır: “Yobazların Sarıkları Yobaz Topluluğuna Kefen Olmalı! Yobazlarıyla, Ağalarıyla, Şeyhleriyle, Halifeleriyle, Sultanlarıyla Birlikte Kahrolsun Derebeylik! Gericilik ve Derebeyliğe Karşı Mücadele İçin: Köylüler Köy Meclislerinde, İşçiler Sendikalarda Örgütlenmelidirler”.“İngilizlerin Oynattığı Gericilik Kuklası” adlı başyazıda da, “azınlıkların elebaşlarını” ayaklandırmanın eski İngiliz ve Rus oyunu olduğu belirtilmekte ve Türkiye’nin siyasal bağımsızlığını kazandıktan sonra iktisadi ve sosyal devrim yoluna girdiği “iki yıldan beri bu yönde büyük adımlarla ilerlemekteyiz” diye vurgulanmaktadır. “İsyanın bastırılması ve elebaşlarının cezalandırılmasından sonra, doğuda toprak sorunu mutlaka çözülmelidir, çünkü “arazi ve meralar parçalanmadıkca, Şark illerimizde düzenin yerleşmesi olanaksızdır

Gazete, düşen Fethi Bey kabinesini tutucu olarak eleştirmekte, Kürt isyanını yanlış değerlendirdiğini belirtmekte, yapılması gerekenin “Genç isyanını adi sıradan bir olay gibi algılamak olmadığı’’, “derebeylik düzenini tasfiye etmek” olduğu vurgulanmaktadır. Yine ‘’Orak Çekiç’’in bu sayısında “Ali ile Veli” sütununda da “Şeyh Sait Ne Biçim Eşkiyadır” başlığı altında aynı konu işlenmekte, Genç’teki ayaklanmanın gerisinde Kürdistan derebeylerinin olduğu, Cumhuriyet hükümetinin bu derebeyliği tasfiye edeceği söylenmekte, “Arkadaş, kara kuvvet bizim de, burjuvazinin de düşmanıdır. Biz herşeyden önce bu düşmanı yenmeliyiz; burjuvazi ile ayrıca kozumuzu paylaşırız” denmektedir.

Şefik Hüsnü’nün Kürt başkaldırısı konusundaki bu tutumu Komintern raporlarına da yansımış, 1925 Şubat ortasında patlak veren Şeyh Sait isyanı bir irtica hareketi, derebeyliğin bir kalkışması, İngilizlerin bir oyunu olarak değerlendirilmiş, bu isyanın ulusal ve demokratik karakteri gözardı edilmiş, özellikle 1924 Anayasası ile getirilen tekçi ve inkârcı anlayışa, ulusal baskıya karşı bir başkaldırı olduğu görülmemiştir. Türkiye’de Kürtlere karşı nasıl bir politika uygulanacağı sık sık tartışma konusu olmuştur. Komintern’i bu konularda aydınlatmak TKP’nin ve Şefik Hüsnü’nün göreviydi.

Cumhuriyetin ilanından sonra artık Kürtlerin dolaysız desteğine gerek duymayan Mustafa Kemal, Kürtlere tamamen sırt çevirdi. 1924’de yapılan yeni anayasada Kürtler ve özerklik tamamen inkar edildi, tek Türk milleti anlayışına geçildi. 1924 Anayasası ile 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanununun özerklik ve çoğulculuk anlayışı terk edildi, Türkçe resmi dil yapıldı, Kürtçe ve diğer diller yasaklandı, Türkten başka bir milletin varlığı, Kürtlerin varlığı inkâr edildi. „Türkiye’nin  Halkı“ içinde Kürtler „ifade olunmadıkları zaman bundan kendilerine ait sorun yaratmaları daima mümkün“ olacağı bilindiği halde Kürtlerin varlığı ve „Türkiye Millet Meclisi hem Kürtlerin hem de Türklerin sahibi vekillerinden oluşmuş“ olduğu ve „bu iki unsur bütün çıkarlarını ve kaderlerini birleştirmiş“ bulunduğu inkar edildi. Şeyh Sait isyanı bu uygulamalara bir başkaldırıydı. Şeyh Said isyanının asıl nedeninin Kemalistlerin bu inkârcı ve tekçi politikaları olduğu parti ve Şefik Hüsnü tarafından görülemedi. TKP’nin ülkede Kemalistlerin bu yeni politik dönüşümünü görememesi, hükümetin Kürtlerin bu ulusal direnişini ezme saldırısını irticaya karşı bir savaş olarak değerlendirmesi ve hükümeti bu mücadelede desteklemesi en başta genel sekreter Şefik Hüsnü olmak üzere parti yönetiminin büyük bir hatasıydı. Komintern TKP’nin görüşünü almadan, onunla tartışmadan Kürt konusunda görüş belirlemez ve beyan etmez. Komintern’e görüş bildiren Şefik Hüsnü’dür. Onun içindir ki Şefik Hüsnü Komintern’de saptanan politikalara itiraz etmiyor. Parti Kürt sorunu konusundaki bu hatanın cezasını bugüne kadar çekmektedir.

Mustafa Kemal ve yeni kurulan İsmet Paşa kabinesi Şeyh Sait isyanını kanlı biçimde bastırttı ve burjuvazi her zaman yaptığı gibi Şeyh Sait isyanını da tüm muhalefeti bastırmak, boğmak için bahane olarak kullandı. Çıkardığı Takrir-i Sükûn Kanununa dayanarak Bakanlar Kurulu 12 Mart 1925’te diğer muhalif yayın ve örgütlerle birlikte ‘Aydınlık’ ve ‘Orak Çekiç’i de kapattı ve yasakladı, partinin legal faaliyetini tümüyle susturdu. Hükümeti desteklemek yarar getirmedi. Takrir-i Sükûn Kanunu ise İstiklal Mahkemesinde yargılanmak demekti.

Şeyh Sait İsyanı bastırıldıktan sonra Kürt Halkı boyun eğmedi, 20’li ve 30’lu yıllarda  baş kaldırdı, bunların en büyüklerinden biri de 1937’deki Dersim İsyanı’dır. Otuzlu yıllar Türkiye’de işçi ve emekçi yığınların, Kürt halkının, Çerkeslerin ve diğer halkların üzerinde baskıların artarak sürdürüldüğü, diğer yandan da önemli ekonomik kararların dayattığı yıllardı. Marmara bölgesinde Çerkeslerin direnişleri büyük ölçüde bastırıldı ve büyük ölçüde asimile edildi. Kürtlerin isyanlarını kontrol etmek ve bastırmak ve asimilasyonu ilerletmek için özel yetkili Umum Müfettişlikler adı altında askeri idareler oluşturuldu. İlk kez Diyarbakır merkezli oluşturulan I. Umum Müfettişliğinin ardından Erzurum merkezli oluşturulan III. Umum Müfettişliğinin yanısıra 6. Ocak 1936 senesinde Dersim merkezli IV. Umum Müfettişliği kuruldu. Bu 4. Umum Müfettişliğinin başı olan askeri komutanına hem yasama hem de yargılama yetkisi verildi. Hem idam kararı verebiliyor, hem de infaz edebiliyordu. Kürdistan’da oluşturulan bu özgül baskı birimleriyle zorla asimilasyon sistemleştirildi. Devlet Kürtlerin eritilmesi, türkleştirilmesi için özel program ve raporlar hazırlattı ve uygulamaya koydu. Kürt halkı bu uygulamalara karşı hep başkaldırdı.

TKP hep bu Umum Müfettişliklere, baskılara ve türkleştirmeye karşı çıkmıştır. Dersim’de halkın devletin baskılarına karşı huzursuzluğunu kontrol etmek ve bastırmak için Kemalist hükümetin özel olarak kurduğu Dördüncü Umum Müfettişlik’le ilgili olarak Parti Organı Orak Çekiç’in 1.2.1936 tarihli sayısında şu yazı yayınlanmıştır:

“Kemalist burjuvazi, hükümetin idare sisteminde tazyik vidalarını habire sıkıştırıyor. Halk Partisi hükümeti, Türkiye’nin muayyen semtlerinde yeni yeni enspektörlük teşkilatları kuruyor. Bunlardan en zorbalısı 4’üncüsü oluyor. Astığı astık kestiği kestik fermanile kurulan bu teşkilatın neler yapacağını iyice anlayabilmek için 1’cinin neler yaptığına kısaca bir göz atalım. …Halk Partisi hükümeti doğu illerinde, hele Kürdistan’da güttüğü sınıfi siyasile, beylere, ağalara, aşiret reislerine karşı emekçi halk kitlelerinin yürütecekleri sınıf savaşını körletiyor. Hele yürüttüğü türkleştirme siyasile halk kütlelerini irticaın kucağına itiyor. Milli azlıkların emekçi kitlelerine karşı parya muamelesi yapıyor. Emekçi köylü Zazalara, Kürtlerin fakir köylülerine en bayağı hakaretler yapılıyor… ‘Horca… Horca…’ diye onlara küfrediliyor. Birinci Enspektörlüğün fakir köylülere karşı gösterdiği en nazik muamele dayakla başlar. Kürtçe veya Zazaca konuşmak yasak edildi…. Kürdistan’da köylü Kemalistlerin şovenist ve ezgi siyasasını istemiyor… o, Kemalistlerin ezgi siyasasına da boyun eğmeyecek. Kürdistan’ın emekçi halk kitleleri Türkiye amelesile, kaytak ve emperyalizmin ajanları unsurlara yar olmayacak. Bu savaşçı halk kitleleri: beylerile, Türkiye köylülüğünün ana kitlelerile elele verecek. O, Türkiye Komünist Partisini kendisine önder tanıyacak. Çünkü Türkiye’nin amele sınıfı ve Komünist Partisi milli azlıklara milli sosyal, kültürel inkişaflarının temin edilmesini ve siyasal istiklâl de dahil olduğu halde kendi mukadderatlarının kendileri tarafından tayin hakkının tanınmasını istiyor.”

1937 senesinde devletin, Müfettişliğin uyguladığı baskılara karşı Seyit Rıza yönetiminde halk ayaklandı. Partinin bu ayaklanmayı gericiliğin ve ağalığın cumhuriyete karşı bir başkadırısı olarak görmesi büyük bir hata idi. Kemalist yönetim bu isyanı yine barbarca, direnişin lideri Seyit Rıza’yı idam ederek ve Dersimlilere karşı bir soykırım işleyerek bastırabildi. Halk havadan uçaklarla bombalandı. Atatürk’ün manevi kızı Sabiha Gökçen bu bombalamayı gerçekleştiren ilk kadın pilottu. Yaşlı, çocuk, kadın binlerce Dersimli katledildi, binlercesi yerinden yurdundan edildi, Batıya sürüldü. Türk halkı, Ermeni katliamında, soykırımında olduğu gibi, bu isyan nedeniyle işlediği bu yüz karası, insanlık suçu olan soykırımla da hâlâ yüzleşmiş değildir.

Komünistler sınıfsal olarak dinsel gericiliğin, feodal sistemin yıkılması, bertaraf edilmesi için burjuvazinin ve köylülüğün verdiği mücadeleyi destekler. Köylülerin dinsel gericilikten ve aşiret ilişkilerinden, derebeyi istismarı ve baskısından kurtulması, özgürleşmesi ve toprağa kavuşması TKP’nin ana taleblerinden ve mücadele alanlarından biridir. Çalışmalarında TKP Kürt ve Türk köylülerini örgütlemesi ve aydınlatılmasına hep büyük önem vermiştir. Kemalistlerin, Türk burjuvazinin dinsel gericiliğe ve feodal sisteme karşı attığı adımları desteklerken Kemalistlerin sürekli iki yüzlülüğünü, onların ağalarla, derebeyleriyle, özellikle Kürdistan’da şeyhlerin, ağaların bir çoğu ile sarmaş dolaş olduğunu, onların egemenliğinin yıkılması, köylünün toprak sahibi olması gibi bir derdi olmadığını vurgulamıştır, Kemalistlerin Kürdistan’da sözde reform adı altında uyguladığı ağır vergi alma, türkleştirme ve asimilasyon politikalarına hep karşı çıkmıştır.

Buna rağmen Parti, Kürdistan’da halk, bey ve şeyhlerle birlikte isyan ettiği zamanda, bu isyanların altında yatan gerçek nedenin saptanması konusunda çelişkili, hatalı davranmıştır. Bu isyanlar daha çok Kemalistlerin egemenliklerini baltaladığı dinsel gericiliğin, şeyhlerin, kodaman ağa ve beylerin, İngiliz ve Fransız emperyalist ajanlarının modern cumhuriyete karşı bir ayaklanması olarak değerlendirilmiş, bu nedenle de Kemalistlerin bu isyanları bastırması, isyanda başı çekenlerin asılması, isyana katılan binlerce insanın batıya sürülmesi onaylanmıştır, bu sınıfsal olarak gerici güçlerin egemenliklerinin kırılması olarak görülmüştür. Oysa isyanların çıkmasının asıl nedeni gerici şeyh ve ağaların Ankara’daki burjuva cumhuriyeti nedeniyle otorite kayıpları değil, şeyhi, ağası, beyiyle Kürt halkı üzerinde uygulan ulusal baskı, türkleştirme ve asimilasyon politikasıydı. Bu gerçeğin o zaman, hem 1925’de hem 1937’de – dünya ve bölgede politik durum ne olursa olsun – hem TKP hem de Komintern tarafından saptanamamış olması büyük bir eksiklik ve hata idi. Ne var ki, bu hata bugün de Kürtlerin direnişine ulusal değil, sınıf açısından bakmak gerekir diyen birçok sol ve devrimci çevrede hâlâ sürmektedir. Partimizin yeni politikasında sınıfsal olanla ulusal olan arasındaki diyalektik ilişkinin çok iyi görülmesi, Kürt halkı özgür olmadan Türk halkının özgür olamayacağı ve işçi sınıfı mücadelesinin gelişemiyeceği çok iyi anlaşılması gerekmektedir. e

Bir yanıt yazın