TKP 99 YAŞINDA (Bölüm: 4)
Anadolu’da komünist kümelerin ve çetelerin oluşması,
Mustafa Kemal ve Osmanlı paşaları için tek kurtuluş çaresi Sovyetler‘e yanaşmak
1919 ve 1920 yılları Anadolu için en zor kader yılları olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu, Almanlarla birlikte girdiği 1. Dünya Harbi’ni kaybetmiş, 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi ile yenilgiyi kabul etmişti. Bu antlaşmaya göre ordu dağıtılmış, Antant güçleri ülkeyi işgal etmeye başlamışlardı. Fransızlar Antep ve Maraş’a, İtalyanlar Antalya’ya, İngilizler İstanbul’a ve İngilizlerin desteklediği Yunanlılar da İzmir’e girmişlerdi. Yunanlılar hızla Kütahya, Bursa istikametinde ilerliyorlardı. Daha sonra, 10 Ağustos 1920’de imzalanan Sevr Antlaşması ile imparatorluk fiilen çökmüş, dağılmış, bitmiş durumdaydı. İstanbul’da Osmanlı paşalarının ve Anadolu’da halkın önünde: geleceğimiz ne olacak, ne yapmalı sorunu duruyordu. Osmanlı paşaları, Antant devletlerinin emellerinden, Sevr’den asla vaz geçmeyeceklerini görüyorlardı. Ülkeyi kurtarmak için Antant’a karşı savaşmak ise imkansızdı. Elde ne asker, ne silah, ne de para vardı. Paşalar çaresizdi, ellerinde bir plan, bir “reçete” yoktu. Hatta paşalar arasında Amerikan mandacılığını bile kabul etmeye hazır olanlar bulunuyordu. Ama elinde kurtuluş yolu, çözüm yolu olan bir kişi, bir örgüt vardı, o da Sovyetler Birliği’ndeki Mustafa Suphi ve onun yeni kurmakta olduğu Türkiye’nin Bolşevik partisi, Türkiye Komünist Partisi TKP idi.
Çaresiz olan Osmanlı paşaları kuzey komşusu Rusya’da doğan yeni Sovyet iktidarının ülke için bir kurtuluş olabileceğini görmeye ve gözlerini hemen kuzeye, Sovyetler‘e çevirmeye başladılar. Emperyalizme karşı verilecek mücadelede dünyada yalnız olmadıklarını, Sovyetler gibi bir müttefikleri olduğunu kavramaya başladılar. Antanta karşı mücadelede arkalarında Sovyet Rusya gibi kocaman bir güç olduğunun farkına vardılar. Paşaların kendilerine Antanta karşı savaşma ve bu savaşı kazanma güveni geldi. Sovyetler‘den yardım almak, halkın mücadelesinin başına geçmek için harekete geçtiler. Hatta bu paşalardan bazıları bunun için Bolşevik olmayı bile düşündüler. Moskof düşmanlığı için bir neden kalmamıştı, Sovyet dostu olabilmek için ise çok neden vardı. Paşaların hemen hemen hepsi Sovyetler‘le ilişkiyi stratejik bir zorunluk olarak görüyorlardı.
Anadolu’daki halk ise, İstanbul’daki paşalardan çok önce Sovyetler‘in önemini anlamıştı ve bu nedenle paşalar kadar umutsuz ve çaresiz değildi. Zira Sovyet deneyi, onların önünde kurtuluşun nasıl olacağını gösteren müthiş bir deneydi. Sovyet Devrimi’nin etkisi dalga dalga Anadolu’ya yayılıyordu. Büyük Oktober’in uyandırdığı ulusal ve sosyal kurtuluş fikirleri, sosyalizm, komünizm, Bolşevizm fikirleri yalnız Azerbeycan’da, Türkmenistan’da, Taşkent’te, Orta Asya’da Müslüman halklar, Tatarlar, Başkırlar, Azeriler, Türkmenler arasında büyük yankılar bulmuyor, taraftarlar toplamıyor, aynı zamanda Osmanlı ülkesinde de büyük sempati buluyor, derin yankılar uyandırıyordu. Büyük Ekim Devrimi onlara ülkeye dalan emperyalistlere, onlarla işbirliği yapan padişahlığa, ağa ve beylere, burjuvalara karşı kurtuluş mücadelesinin verilebileceğini ve başarılabileceğini gösteriyordu.
Sovyet Rusya’daki gelişmeler, Anadolu halkını bu güçlere, emperyalistlere ve işbirlikçilerine karşı mücadele azmini güçlendiriyordu. Halk kendi mücadelesinde Sovyet iktidarının önemini çoktan kavramıştı. Emperyalizme, ağalığa, burjuvaya karşı savaşta Sovyetler‘in kendi yanında olacağından, hiçbir yardımı esirgemeyeceğinden tam emindi.
Anadolu halkının önde gelen liderleri, münevver ve yurtsever güçleri hareketlenmiş, Rusya ile Mustafa Suphi ile ilişki kurmaya başlamış, iktidarın halka indirilmesi ve demokratlaştırılması, Rusya’daki gibi bir devrim yapılması fikri hızla yayılmaya başlamıştı. Bu dönem Anadolu’da Bolşevikliği, komünizmi anlatan, öven birçok gazete, dergi ve kitap yayınlanmıştır. Bunlar arasında Erzurum’da çıkan “Albayrak” gazetesi, Bursa’da “Yoldaş”, Eskişehir’de “İşçi”, Trabzon’da “Öğüt” ve “Eş”, Kastamonu’da “Açıkgöz” gazeteleri, Samsun’da “Bolşeviklik” kitabı gibi yayınlar bulunmaktadır. Bu yayınların çıkışında Rusya’dan dönen, özellikle Mustafa Suphi’nin okulundan geçen harp esirlerinin büyük etkisi olmuştur. Oktober Devrimi’nin zaferinden sonra, Türkiyeli tutsakların bir çoğu ülkeye devrimci olarak geri dönmüştü. Bunlar Çarlık Rusya’sıyla Lenin’in kurduğu Sovyet devleti arasında yerden göğe ayrılık olduğunu, Rus işçilerinin ve köylülerinin Çarlığı nasıl yıktıklarını, Pomeşçikler‘in toprak-çiftlik beylerini nasıl alaşağı ettiklerini, topraklarını nasıl ellerinden çekip aldıklarını, işçi-köylü egemenliğini nasıl kurduklarını halka anlatmaya, Sovyet Rusya’daki Ekim Devrimi’nde elde ettikleri bu savaş deneylerini yaymaya, tatbik etmeye ve Sovyet hükümetinin Anadolu halkına yardım etmeye hazır olduğunu açıklamaya başladılar. Rus köylüsü ve işçileriyle, Türk köylüsü ve işçileri arasında, iki halk arasında paylaşamayacak hiçbir şey olmadığını öğrenmişlerdi. „Moskof“ düşmanlığı yıkılmıştı.
Anadolu halkı Ekim Devrimi’nin etkisiyle Lazistan’da, Kürdistan’da, Batı, Güney ve Orta Anadolu’da İstanbul’da emperyalistlere, padişaha, ağa ve beylere, burjuvalara karşı direnmeye başladığında, bu direnişlerin çoğunun başına da Sovyet Rusya’da Büyük Ekim Devrimi’ni görmüş ve Mustafa Suphi’nin eğitiminden geçmiş bu komünistler, Bolşevikler vardı. Bu komünistler, Bolşevikler hem parti örgütleri kurdular, hem de ülkeye dalan emperyalist güçlere, onlarla işbirliği yapan padişahlığa, ağa ve burjuvaziye karşı savaşacak direniş birlikleri, çetelerden oluşan gönüllü alay ve ordular oluşturmaya başladılar. Bu Alaylardan bir tanesi, 1920 yılı başlarında, Kütahya’da kurulan Gönüllü Halk Alayı idi. Bu alayı halk her şeyiyle destekledi. Alay komutanı Topçu İsmail Hakkı’ydı. Merkez Komitesi Politbüro üyesiydi. Trabzon’da Suphilerle birlikte öldürülenlerden biridir. Bu alay, Yeşil Ordu’nun bir koluydu. Ateş boylarında sonuna kadar savaştı. Onlar Kızıl Ordu’da gördükleri savaş yöntemlerini, savaş disiplinini, halk ordusu ilkelerini uyguluyorlardı. Daha Mustafa Kemal 1919’da Samsun’a çıkmadan önce, Anadolu’da TKP kurucularından Affan Hikmet Bandırma’da liman, demiryolu işçilerinden kurduğu 30-40 kişilik bir gerilla ile Maydos’da İngiliz silah depolarını bastı, İngilizler‘le, Anzavurlar‘la savaşa savaşa, bu silahları Anadolu içlerine götürdü, halkın eline verdi. Yunanlıların Anadolu’da ilerleyişini engelleyen, İngiliz‘ine, Fransız‘ına, İtalyan‘ına, ülkeye dalan emperyalist güçlere karşı direnişe geçen Komünistlerin, Bolşeviklerin etkin olduğu bu çete birlikleri ve alaylarıydı. İttihatçılar ve Mustafa Kemal değildi. Tarihimizde bu gerçeğin çok iyi bilinmesi gerekir.
Mustafa Kemal 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktığında Anadolu’da esen bu Bolşevik havayla karşılaştı. Anadolu insanındaki Bolşeviklerin öncülüğünde Sovyet yardımıyla ülkeyi hem emperyalistlerden, hem de ağa ve burjuvalardan kurtarma azmini ve mücadelesini gördü. Dünya, Anadolu’da İstanbul’dan görüldüğü gibi gözükmüyordu. Ama Mustafa Kemal Anadolu’daki direnişin başına geçebilmek için hemen paşalarla, ağalarla, beylerle, eşrafla, tüccarla, burjuvayla ilişkiye geçti. Erzurum ve Sivas’ta topladığı kongreler sonunda Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Cemiyeti kuruldu. Direnişin yürütme organı olarak da Heyet-i Temsiliye oluşturuldu, Mustafa Kemal Heyet-i Temsiliye’nin başkanı oldu. Cemiyet kurulmuş, Heyet-i Temsiliye oluşturulmuştu, ama bunların elinde ne mali, ne de askeri bir güç bulunuyordu. Bunun için Sovyetler‘in desteğine ihtiyaç vardı. Mustafa Kemal hemen Sovyetler‘le ilişkiye geçti. Ama bu ilişkiler yine de hep tartışmalı olmuştur. Zira paşalar, ayrı bir dil kullanmasına rağmen, Sovyetler‘deki iktidarın sınıfsal karakterine henüz tam olarak vakıf değillerdi. Onlara göre Çar gitmiş Lenin gelmişti. Moskova’daki bu yeni iktidar Antanta karşı savaşıyordu. Bolşeviklik, işçi-köylü iktidarı, Doğunun mazlum halklarıyla dayanışma gibi deyişler yeniydi. Sınıfsal bir ayrıcalığa işaret ediyordu ama her şey daha tam oturmuş değildi. Mustafa Kemal ve çevresindekilerin çoğunluğu ise işçi-köylü değil, ağa, bey ve burjuvaydı. Bunlar sınıfsal olarak Antanta yakındı ve Antantla anlaşmak için can atıyorlardı. Mustafa Kemal Pera Palas’ta İngilizler’le diplomatik ilişkiler kurmaya çalışmış, işbirliği önermiştir: ‘’Savaşta yanlış taraftaydık, eski dostlarımız İngilizler’le asla savaşmamalıydık. Bu Enver Paşa gibi Almancıların hatası oldu. Pekala kaybettik; şimdi siyasal basiretsizliğimizin cezasını ağır biçimde ödemek zorundayız. Öyle sanıyorum ki, Anadolu nüfuz bölgelerine ayrılacak; biz özellikle Fransızları bu işin dışında tutmak istiyoruz…’’Bu konuşma istihbarat servisi sorumlusu Albay Heywood’a aktarıldığında ise yorumu: ‘’Yakında iş arayan bir dolu Türk subayı olacak.’’
Antant devletleri onlara yüz vermiyordu. Tam tersine padişaha, halifeye baskı yaparak Mustafa Kemal’in girişimlerine karşı cihad açtırmıştı. Onlar yine dönüp tek dostlarının Bolşevikler, Sovyetler, yani komünistler olduğu tespitini yapmak zorunda kalıyorlardı. Ama Sovyetler‘le bu ilişkilerin nasıl olacağı ve gelişeceği bir sorundu. O günlerde Mustafa Kemal’in çevresinde yalnız Bolşevikliği kabul edelim diyenler değil, Bolşevikliği İngilizler‘e karşı bir tehdit ve baskı unsuru olarak kullanalım diyenden, ABD mandacılığını kabul edelim diyene kadar geniş bir yelpaze oluşturan kadro vardı. Ama hemen hemen hepsi Bolşeviklere, Sovyetler‘e, Çarlığa ve Antanta karşı verdiği mücadeleden dolayı büyük bir hayranlık duyuyorlardı.
Mustafa Kemal ve çevresinden gelen bu görüşleri “Bolşevik olma kararı” olarak yorumlayan Karabekir, İtilaf emperyalizminden kurtulalım derken Bolşevik boyunduruğu altına düşmekten endişelenir. Ama o da Sovyetler‘e yakınlaşmaktan başka bir çare olmadığını görmektedir. Yani Bolşevizm‘in nasıl olacağına millet değil, biz paşalar karar vermeli ve millete bunu kabul ettirmelidir diyor Karabekir.
Bu arada başta Karabekir olmak üzere Rauf Orbay ve diğerleri İngilizler‘le ve Amerikalılarla anlaşmaya, onlara bizi Bolşeviklere muhtaç ettirmeyin demektedirler. Karabekir, İngiliz Yarbayı Rawlinson’a, Bolşeviklerin kollarına atılmak zorunda kalacaklarını, fakat kendisinin Bolşevikler yerine Britanya İmparatorluğu ile dostluk münasebetleri kurmayı tercih ettiğini belirtmiştir. Yine Paşalar, Yunan işgalini ve Yunan ordusunun Anadolu’da uygulamalarını Düvel-i İtilafiye mümessilleri nezdinde protesto ederken, bunlara son verilmezse “milletimizin vasait-i muhtelifeye müracaata mecbur kalacağı” ve “Bolşeviklerle ittihat” kurulacağı tehditi savurmuşlardır. Aynı tehdidi Rauf Orbay İstanbul’da bir görüşmede Amerikan temsilcisine yapmıştır.
İngilizler ve Amerikalılar bu tarihte Türklerin söylediklerine aldırış etmeden programlarını uygulamaya devam etmişlerdir. Mustafa Kemal ve arkadaşlarına yüz vermemişlerdir. Antant devletlerinin Osmanlı paşalarına yüz vermemelerinin nedeni, onlara göre 1919-1920 yıllarında Rusya’da daha kim-kimi savaşının devam ediyor olmasıdır. Antanta göre bu savaşı, Antant devletlerinin de bilfiil müdahil olarak desteklediği karşı devrimci Beyazordu kazanacak, Kızılordu kaybedecek, Rusya’da Çarlık yeniden kurulacaktır. Mustafa Kemal ve arkadaşlarına ne Bolşevik olmak nasip olacak, ne de Moskova’nın yardımları ve altınları. Mustafa Kemal ve arkadaşları eninde sonunda Antanta teslim olacak ve Sevr’i kabul etmek ve uygulamak zorunda kalacaktır. Türkiye’nin kaderi Sovyet devriminin kaderine bağlıdır. Kızılordu Beyazorduyu, yani emperyalizmi yenerse Türkiye diye bir ülke var olacaktır. Kızılordu yenilir, emperyalizm üstün gelirse Sevr’de öngörüldüğü gibi Ankara ve civarında bir Türk devleti var olacaktır.
Rusya’da kim-kimi savaşı devam ederken bir yandan Mustafa Kemal ve diğer Osmanlı paşaları, diğer yandan da Sovyetler ve onların temsilcileri değişik düzeyde karşılıklı ilişkiler kurdular. Sovyetler bu Osmanlı paşalarına Bolşevik olalım demekle Bolşevik olunamayacağını, Sovyetler‘den yardım almak için de mutlak Bolşevik olunması gerekmediğini anlattılar, bir Bolşevik idaresi olarak Sovyetler‘in, tüm işçi ve köylülerle, emperyalizme karşı savaşan mazlum halklarla enternasyonal dayanışmada bulunma gibi bir anlayış ve politikaları olduğunu açıkladılar. Ama kendilerine sorulacak olursa da, Sovyetler Paşalara ve temsilcilerine, ülkenin ve halkın çıkarının “derhal demokrat bir idare-i hükümet teşkili, amele ve köylünün himayesi için teşkilatın icrası ve idareye iştirakleri olsun, büyük sermayeler ve imtiyazlar, şirketler, bankalar cemaat namına devrolsun” tavsiyesinde bulunmuşlar ve Sovyetler’in Türkiye’nin bağımsızlığını, Türk olan yerlerin Türk devletine katılımını kabul ettiğini, ama “Ermenistan, Kürdistan, Lazistan ve Batum bölgesinde, Doğu Trakya’da referandum”dan yana olduğunu…’’ bildirmişlerdir. Sovyetler‘in bu politikasını tam “kavrayamayan” Osmanlı paşaları, bir yandan Sovyetler‘den yardımı garantileyebilmek için yine de Bolşevik geçinmeye kalkışmışlar, komünist partileri kurmaya yeltenmişler ve emperyalistlere karşı Sovyetler‘le “işbirliği” ve “ittifak” yapmak, “tevhidi mukadderat ve istikbal eylemek” istediklerini açıklamışlardır. Diğer yandan da el altından İngilizler‘le, Antantla anlaşma çabasını sürdürmüşler, onlara bizi “Bolşeviklerin kollarına atılmak zorunda” bırakmayın diye ricalarda bulunmuşlardır. Tüm paşalar sıkıştıklarında Sovyetler‘e yanaşmışlar, bir fırsat doğduğunda hemen İngilizler‘in yanına gitmişlerdir. Bu ikiyüzlülük Mustafa Kemal’den Enver Paşa‘ya kadar bütün Osmanlı paşalarında görülmüştür.
Milli mücadelenin ilk günlerinden itibaren, Sovyetler‘le ilişki kurmak büyük bir önem taşımıştır. 1919 Temmuzundaki Erzurum Kongresinde Bolşeviklerle temasın Doğu Cephesi kanalıyla yapılması kararlaştırılmış ve bunun için Dr. Ömer Lütfi ve Dr. Fuat Sabit Kafkasya’ya gönderilmiştir. Mustafa Kemal bununla yetinmeyerek Sivas Kongresi sırasında Sovyetler‘le irtibat kurmakla Halil Paşa’yı görevlendirmiştir. Bu, Halil Paşa, Fuat Sabit, Süleyman Sami, Baha Sait, Süleyman Nuri, Erkânıharp Mustafa, Yakup, Salih Zeki gibi bazı resmi ve gayr-i resmi temsilciler, Sovyetler‘den daha kolay yardım alabilmek için Bakû’de bir Türk Komünist Fırkası, T.K.F. kurmuşlardır. Mustafa Suphi Bakû’ya geldiğinde ilk işi bu sözde komünist partisini dağıtmak olmuştur.
Büyük Millet Meclisi açıldıktan üç gün sonra, 26 Nisan 1920’de Mustafa Kemal hemen Lenin’e bir telgraf çekmiş, Mayıs ayı başında da Dışişleri Bakanı Bekir Sami ve İktisat Bakanı Yusuf Kemal’in de içinde olduğu bir heyeti Moskova’ya yollamıştır. Yine Sovyetler gönderilen ilk resmi Türk delegasyonuna verilen talimat, TBMM’nin açılmasına rağmen, Mustafa Kemal’in ve diğer Osmanlı Paşalarının Sovyetler‘e yaklaşmaktan başka bir çare bulamadıklarını göstermektedir.
Sovyetler ise, Mustafa Kemal’in ittifak teklifine hiç girmemişlerdir, zira onlar Mustafa Kemal’in her zaman dönebileceğini, onun ikiyüzlü olduğunu biliyorlardı. Başta Mustafa Kemal olmak üzere Osmanlı paşalarının ikiyüzlü tutumuna rağmen, Sovyetler hem Doğu, hem de Türkiye halklarının kurtuluşu için maddi ve manevi yardımı esirgememişlerdir. Sovyetler o günlerde ülkeye dalan emperyalist devletlere ve Beyaz Ordulara karşı ölüm kalım savaşı içinde olmasına rağmen, Ankara’ya yardım elini uzattı. Temmuz 1920’de Halil Paşa’ya 100 bin lira değerinde altın, Ekim ayında İktisat Bakanı Yusuf Kemal Bey’e 1 milyon altın Ruble verdi. Eylül ayında silah sevkiyatını başlattı. Bu yardımlar daha sonra da devam etti. Sovyetler‘in kendisi zor durumda olmasına rağmen, Ankara’ya altın ve silah yardımı yapması Türkiye halklarının Sovyetler‘e, Bolşevizme karşı sevgisini daha da arttırdı.
Komünistlerin müttefikleriyle, Yeşil Ordu’yla birlikte ulusal ve sosyal kurtuluş savaşları
İngilizler‘den ve Amerikalılardan yüz bulamayan Mustafa Kemal ve arkadaşları her seferinde yine Sovyetler‘e dönmek zorunda kaldılar. Ama bu arada Anadolu’da komünistler ve halk birlikleri, çeteler Sovyetler‘de Mustafa Suphi’ye bağlı olarak örgütleniyorlar, savaşıyorlar, Yunanlıların ilerlemesini durduruyorlar, ulusal ve sosyal kurtuluş savaşını birlikte yürütüyorlardı. Tüm ulusal ve sosyal güçlerin katıldığı geniş bir cephe kurmaya çalışıyorlardı. Mustafa Kemal’in oluşturduğu “Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Cemiyeti”, Anadolu’da komünistlerin işçi ve köylüler, yurtsever aydınlarla birlikte oluşturmaya çalıştıkları geniş cepheye hem alternatifti, hem de sınıfsal olarak taban tabana zıttı. Mustafa Kemal, ağaların, Paşaların, eşrafın, burjuvazinin temsilcisiydi. Mustafa Suphi ise halkın, işçilerin ve köylülerin, yurtsever aydınların temsilcisiydi. Ama ülkenin içinde bulunduğu durum, verilmekte olan ulusal kurtuluş mücadelesi ikisinin de birbiriyle ilişki kurmasını, birlikte mücadele etmesini gerektiriyordu. Ulusal Kurtuluş Savaşında Sovyet yardımına ihtiyacı olan Mustafa Kemal için Moskova’da Mustafa Suphi gibi birinin olması hem büyük bir destek ve fırsat, hem de büyük bir rakipti. Ankara’daki Mustafa Kemal ise, Mustafa Suphi için Antanta karşı savaşta önemli bir müttefikti. Mustafa Kemal 13 Eylül 1920’de Mustafa Suphi’ye şu satırları yazarak desteğini almak istemektedir: “Ezici çoğunluğu rençber ve köylüden teşkil edilmiş olan milletimiz, Batı emperyalizm ve kapitalizminin mahkumiyetinden kendini kurtarabilmek için bunlara karşı birleşmiş olarak mücadeleye, savaşmaya karar vermiştir. (…) Bugünkü Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti işbu teşkilattan doğmuştur ve bu nedenle Sovyet idare teşkilatından farksızdır.”
İkisinin de ortak bir dostları vardı: Sovyetler. Türkiye halkının kurtuluşu, Mustafa Kemal’in varlığı bu dostlukta yatıyordu. Ortak dostluğa rağmen, Mustafa Kemal ile Mustafa Suphi ve komünistler arasında resmi bir ittifak oluşmamıştır, zımnen bir ittifak doğmuştur. Mustafa Kemal’in askeri ve mali olarak çok zayıf olduğu 1919-1920 yıllarında Anadolu’da Mustafa Suphi’nin, komünistlerin çalışmalarına ihtiyacı vardı. Onlara müdahale edecek ne askeri, ne de siyasi bir gücü bulunuyordu. Ankara’da Meclis toplanıyor, ama yaptırım uygulayacak bir gücü yoktu. Sahada savaşan komünist çetelerdi. Bu zayıf konumu nedeniyle Mustafa Kemal, zımnen komünistlerle, Bolşeviklerle birlikte hareket ediyor, onlarla ittifak içinde bulunuyor izlenimini veriyordu. Hatta Mecliste bazı milletvekilleri ülkede komünizmin ilan edilmemesinden ötürü canları sıkılıyordu ve “daha ne bekliyoruz! Niçin komünizmi ilan edip halkımıza yeni bir ruh, yeni bir heyecan aşılamıyoruz! Hangi mal, hangi servet kaldı ki korkalım” diyorlardı. O zaman komünizmin işareti olan kızıl renk moda haline gelmişti, bilerek bilmeyerek bu rengi kalpaklarında taşıyanlar çoktu. Kravatları kırmızı olanlar da az değildi. Hükümet organı Hakimiyet-i Milliye bile “komünist ağzıyla” konuşuyordu ve şöyle yazıyordu: “En büyük düşman, düşmanların düşmanı ne falan ne de falan millettir; bilakis bu, adeta alemşümul bir Yahudi saltanatı halinde bütün dünyaya hakim olan ‘kapitalizm’ afeti ve onun çocuğu olan ‘emperyalizm’dir”.
Ülkenin içinde bulunduğu bu durum karşısında Meclis içinde ve dışında bir çok realist, yurtsever aydın Bolşeviklerle, Sovyetler’le köklü, samimi bir işbirliğine gitmekten başka çare görmüyorlardı. Ülkenin kurtuluşu ancak Sovyetler’le kurulacak dostlukla, Sovyetler’in yapacağı yardım ve dayanışma ile mümkündü. Mustafa Kemal’in yaptığı gibi Moskova’ya ikiyüzlü değil, dostça, dürüstçe yaklaşılmalı, Sovyetler’le, Bolşeviklerle, Mustafa Suphi ile ve ülkede onlarla ilişikte olan komünistlerle, onların kurduğu çetelerle birlikte çalışılmalı ve savaşılmalıydı. Bu anlayış ve yaklaşım sonunda 1920 İlkbaharında, Mayıs ayında Anadolu’da Yeşil Ordu hareketi ve cemiyeti ortaya çıktı.
Cemiyete Yeşil Ordu isminin konmasının bir nedeni, Emperyalistlere ve onların desteklediği Beyazordular’a karşı savaşan Kızılordu cephesinde savaşmak için Orta Asya’daki Müslüman halkların kurduğu ordunun isminin Yeşil Ordu olmasından esinleniyordu. Bir diğer nedeni de, Anadolu’da düşmana karşı savaşan çetelere karşı halkı, İngilizler’in kışkırtmasıyla, İslami Cihad’la ayaklandıran padişahın, yani halifenin ve onun çapulcularının elinden dini argümanları alma amacını güdüyordu. Zira yeşil renk İslam’ın bayrağı idi. Yeşil Ordu da Anadolu’daki tüm Müslümanlar’ın teşkilatı ve ordusuydu. Flaması yeşildi. Bu anlamda Yeşil Ordu, içinde komünistlerin, dindar Müslümanlar’ın, ittihatçıların ve Çerkes Ethem’in bulunduğu bir geniş cephe hareketiydi. Bunlar arasında, Bolşevikliğin İslamiyet’in uygulanmasından başka bir şey olmadığını söyleyerek, Sovyetler’le yapılması zorunlu olan işbirliğine elverişli bir zemin hazırlamak isteyenler de vardı. Yeşil Ordu’nun amacı yalnız ülkeye dalan emperyalistlere karşı geniş bir ittifak, geniş bir cephe değil, aynı zamanda sosyal hedefler güden bir teşkilattı. Yeşil Ordu Teşkilâtı’nın, Batı’nın memleketi yok etmek isteyen siyasetine karşılık Doğu’ya ve Bolşevik devrimine yaklaşmakta memleket için büyük faydalar buluyordu. Emperyalizmi ve Mustafa Kemal’i nefret ettiren, Yeşil Ordu’nun Rus ve Türkiyeli komünistlerle, özellikle Mustafa Suphi ile olan ilişkisiydi. O dönemde Bolşeviklerin ve Büyük Ekim Devriminin etkisiyle ve Mustafa Suphi’nin çalışmasıyla Anadolu’da oluşan en büyük ve güçlü askeri ve siyasi hareket “Yeşil Ordu” hareketidir.
Bolşeviklerin ve komünistlerin böylesine etkisinde olduğu görülen Yeşil Ordu’ya bağlı, komünistlerin ve Çerkez Ethem’in komutasındaki silahlı birlikler 1919-1920 senesinin sonuna kadar Anadolu’daki tek vurucu silahlı güçtü. Mustafa Kemal ise bu silahlı güce muhtaçtı. Mondros Mütarekesi’yle ordu silahsızlandırılmış ve dağıtılmıştı. Bir yandan Yunanların ilerleyişini durduracak, diğer yandan İngilizler’in direktifiyle padişahın halkı hilafet adına isyana çağırması üzerine, patlak veren isyanları bastıracak, hatta Meclisi koruyacak gücü bile yoktu. Komünistlerin, Yeşil Ordu’nun, Çerkes Ethem’in birlikleri hem emperyalistlere karşı, hem padişahı ve emperyalizmi savunan Anzavurlar’a karşı savaşlarda belirleyici güçlerdi. Meclis’i ve Ankara’yı koruyan bu güçlerdi. Bunlar Balıkesir’de Anzavur’un kuvvetlerini mahvetti, Geyve’de Ali Fuat Paşa’nın yardımına koşup İstanbul hükümetinin gücü olan Kuvay-ı İnzibatiye’yi yendi. Düzce isyanını bastırdı. Ali Fuat Cebesoy hatıralarında „gönüllü komünist birliklerin kahramanca savaştıklarını“ çoğunun şehit düştüğünü yazar. Yozgat’daki Çapanoğulları isyanını bastıranlar da yine bu güçlerdi.’
Bir yandan Ekim Devrimi’yle Rusya işçilerinin elde ettikleri zaferler, diğer yandan Yeşil Ordu’nun emperyalist ve padişah güçlerine karşı elde ettikleri başarılar Anadolu’da, İstanbul’da işçi sınıfı, köylüler ve halk yığınları arasında Sovyet Rusya’ya, Bolşevizm’e ve halk güçlerine karşı duyulan saygı ve sevgiyi arttırıyordu.
Yalnız cephelerde değil, Yeşil Ordu ve TKP’nin Meclis içinde de oldukça büyük bir etkinliği vardı. Bu milletvekilleri Mecliste “Halk Zümresi” adı altında bir grup oluşturdular. Bu grup 1920 Eylül başında 98 oyla Tokat Mebusu Nazım Bey’i dahiliye vekili seçtirtti. Nazım Bey’e karşı Mustafa Kemal’in adayı olan Refet Bey sadece 65 oy alabildi. Yeşil Ordu’yu ve komünist partisini tutan Nazım Beyin Dahiliye Vekili seçilmesine Mustafa Kemal ürperdi, ‘’olmaz’’ diye dayattı: “Ya o, ye ben” dedi. Çerkes Ethem’i araya koyarak Nazım Bey’i istifaya zorladı. Daha sonra Nutuk’da Nazım Beyi Sovyet Casusu olarak suçlamaya kalktı. Yeşil Ordu’nun halk tarafından büyük destek aldığını görünce de, onu parçalamak için elinden geleni geri bırakmadı.
Bu olaylar gösteriyor ki, Büyük Oktober Devrimi’nin, Mustafa Suphi’nin İstanbul’da, Anadolu’da, Kürdistan’da savaşan Halk Güçleri üzerinde dolaysız etkisi ve bağları bulunmaktadır. 1920 yılının sonuna kadar cephelerde düşmanla yalnız komünistlerin de içinde olduğu bu halk kuvvetleri savaşıyordu. Silahlı halk kuvvetlerinin istilacı ordulara, gerici kuvvetlere karşı cephelerde elde ettikleri başarılar, gerici ayaklanmaların bastırılmasında oynadıkları büyük rol, halk yığınlarının, özellikle köylülerin ve işçi sınıfının bu kuvvetlere karşı besledikleri sevgiyi, ümidi ve güveni gittikçe derinleştiriyordu. Ama bu gelişmeler burjuvazinin ve toprak ağalarının kuşkusunu da artırıyordu.
Anadolu’da Türkiye Komünist Partisi
Mustafa Suphi’nin Sovyetler’de eğitip Anadolu’ya gönderdiği propagandacılar bir yandan çeteler kurup cephelerde savaşırken, diğer yandan da komünist kümeler ve teşkilatlar da kurdular. Mustafa Suphi Baku’ya geldikten sonra Türkiye’deki örgütlenmeyle bilfiil ilgilenmeye başlamıştır. Bu çalışmalara o zamanlar Sovyet Hükümetinin Ankara’daki temsilcisi olan Şerif Manatov ve Rusya Türklerinden olup İstanbul’da okuyan, sonra Ankara’ya gelen Ziynetullah Nuşirevan’ın da katkıları olmuştur. Manatov ve Suphi birbirlerini Moskova’dan, Doğu Halkları Komünist Örgütleri Merkez Bürosu’ndaki ortak çalışmadan tanıyorlardı. Manatov Ankara ve Eskişehir’de Bolşevik devrim üzerine, sosyalizm üzerine konferanslar veriyor, halkı aydınlatıyordu. 1920 ilkbahar ve yaz aylarında tüm bu çalışmalar sonunda, Türkiye’nin bir çok yerinde komünist kümeler ve teşkilatlar oluşmaya başlamıştır. İstanbul’un yanı sıra özellikle Anadolu’daki işçi yataklarında bu kümeler çığ gibi çoğalmıştır. Zonguldak’ta taşkömürü, Balıkesir’de simli kurşun ocaklarında madenciler arasında, İzmir’de Halkapınar fabrikalarında, Ankara’da silah fabrikalarında, “İmalat-ı Harbiye“de, Adana’da çırçır, dokuma fabrikalarında, Bursa’da ipek fabrikalarında, Eskişehir’de demiryolu işçileri arasında, İnebolu, Samsun, Trabzon liman işçileri arasında, kayıkçılar, gemi adamları arasında yuvalandılar, parti teşkilatları kurdular. Ankara ve Eskişehir’deki örgütler oldukça güçlüydüler.
Mustafa Suphi’nin etkisiyle Anadolu’da oluşan bu komünist örgüt ve kümeleri bir çatı altında, bir merkez etrafında toplama zamanı gelmişti. Bu kuruluş 14 Temmuz 1920’de Ankara’da gerçekleşti. Kuruluşa aralarında Ankara, Eskişehir, Sivas, Kayseri, Kastamonu, Bolu, Konya, Samsun olmak üzere 12 parti teşkilatı katıldı. İstanbul örgütü kuruluşa katılamadı. Bunun bir nedeni, o zaman İstanbul’un işgal altında olması, cepheleri aşıp Ankara’ya gelmenin zorluğu ise, diğer nedeni de özellikle Şefik Hüsnü’nün Mustafa Suphi’nin Bolşevik çalışmalarının önemini anlamamış olması ve İstanbul’un özgüllüğünü kullanarak ayrı bir örgüt oluşturmaya çalışmasıdır. İstanbul’da Şefik Hüsnü ve taraftarlarıyla, Mustafa Suphi ve Bolşevikliği savunanlar arasında sürekli bir çatışma yaşanmıştır. Ama Anadolu teşkilatlarından gelenler partiyi kurdular ve ismini Türkiye Komünist Partisi koydular. Kurucuları arasında Salih Hacıoğlu, Affan Hikmet, Ziynetullah Nuşirevan vardı. Böylece Türkiye Komünist Partisi’nin Sovyetler’deki ve İstanbul’daki kolundan sonra üçüncü kolu olan Anadolu teşkilatı doğmuş oluyordu.
TKP ta baştan, milli burjuvazinin olurlu ve olursuz yönlerini, onun ilerici ve gerici eğilimlerini görmüştür. Bu olayı, gerçekleri halkımıza bildirmeyi kendisine bir borç saymıştır. Milli Kurtuluş Savaşının gelişme köklerinde iki birbirine aykırı akım vardır. Biri kapitalist burjuva akımıdır. Kemalistler bu akımın adamlarıdır. Onların amacı kapitalizm düzenini geliştirmektir. Eski devlet makinesini kırmadan, bozmadan kapitalist düzene uydurmaktı. Eski özel mülkiyeti, sömürü sistemini kapitalist mülkiyete, sömürü sistemine uydurmaktı. Öteki akım, çete savaşlarıyla başlayan işçi ve köylü hareketidir. Bu akım, Anayurdun tam ekonomik, politik, kültürel bağımsızlığını elde etmek, emekçileri her türlü sömürüden kurtarmak, eski devlet düzenini, ezgi makinasını baştan aşağı yıkmak, parçalamak, yerine gerçek demokratik bir düzen kurmak akımıdır. İşte bu devrimci akımın öncüsü Türkiye Komünist Partisi TKP’dir. 1920 Eylül’üne gelindiğinde Milli Kurtuluş Savaşında hegemonya sorunu iyice ortaya çıktı. Mustafa Kemal hegemonyayı halkla paylaşmamak için kendisine bağlı bir ordu kurma ve Sovyet yardımını tek başına alabilmek için bir komünist partisi kurma planı yapmaya başladı. Cephede savaşan işçi ve köylülerin ise, savaşı yürütecek, Sovyet yardımlarının halkımızın eline ulaşmasını sağlayacak, milli burjuvaziyle ortak cepheyi kuracak bir siyasi merkezi, bir partisi yoktu. Acilen bu siyasi örgütün, Bolşevik Türkiye Komünist Partisinin kurulması gerekiyordu. Komünistler 1920 Eylül başında bu görevi başardılar.