Haber / Yorum / Bildiri

Rosa Luxemburg 150 yaşında (5 Mart 1871 – 15 Ocak 1919)

5 Mart 2021 Dünya ve Alman işçi sınıfının ve komünist hareketinin önde gelen liderlerinden, teorisyen ve aktif savaşçılarından, Marksizmin ardıcıl savunucularından Rosa Luxemburg’un 150. doğum yılı. Yaşamını işçi sınıfının ve halkların kapitalist ve emperyalist sömürüden, baskıdan kurtuluşuna adayan bu cesur, kahraman devrimci kadın, savaş yoldaşı Liebknecht’le birlikte 1918 Kasım’ında Almanya’da Alman militarizmine ve Kayzere karşı ayaklanan işçi sınıfının ve askerlerinin en önünde savaşmıştır, Kasım Devrimi’nin ateşleri içinde 1 Ocak 1919’da Almanya Komünist Partisi’ni kurmuşlar, devrimi boğmak için mücadele eden Alman gericiliği ve faşist ordu birliği tarafından 15 Ocak 1919’da katledilmişlerdir.

Günümüz sınıf mücadelesine ışık tutan Luxemburg’un yaşam mücadelesi ve eserleri Marksist mirasın vazgeçilmez bir parçasıdır. O, Marsizmin eskidiğini, kapitalizmle demokrasinin birbirinden ayrılmazlığını, amaç hiçbir şeydir, hareket herşeydir diyerek sosyalizm için sosyal reformist yolu savunan revizyonist Bernstein’a karşı ardıcıl bir şekilde Marksizmi savunmuştur. Luxemburg’a göre kapitalizm devrimle aşılabilir, hedef sosyalizmdir, aksi takdirde insanlığın sonu barbarlıktır. Burjuvazi için demokrasi her zaman feragat edilebilir. Birbirinden kopmaz olan sosyalizm ve demokrasidir. Bu büyük teorisyenin, akümülasyon teorisi temelinde sömürgecilik ve emperyalizm üzerine geliştirdiği tezler, zamanında çok eleştirilmiş olsa da, günümüz tartışmalarında önemli bir yer tutmaktadır.

Rosa Luxemburg Osmanlılarla iyi ilişkiler kuran Alman İmparatorluğu’nda Osmanlılarla ilgili çıkan yayınları eleştiren makaleler de yayınlamıştır. Bu makalelerinde Osmanlı toplum yapısı ve politikasıyla yapmış olduğu analizler sanki günümüz Türkiye’sini anlatmaktadır. Hıristiyan veya Ermeni yerine Kürt dersek kendimizi bugünün Türkiye’sinde buluruz. Bu büyük düşünürü, kısaltarak vereceğimiz bundan 125 yıl önce yazdığı bir Türkiye makalesiyle saygıyla anıyoruz. Yaşam mücadelesi ve eserleri tüm dünya işçi ve emekçilerinin, Türkiye işçi ve emekçilerinin de mücadelesine ışık tutacaktır.

Rosa Luxemburg:

Türkiye’de Ulusal Savaşımlar ve Sosyal Demokrasi 

I. Türkiye’de Durum

Parti basınında, hepimiz Türkiye’deki olayları özellikle de Rus tarafının saltdiplomasi entrikalarıyla örülmüş bir oyunun saf bir ürünü olarak sunma girişimlerine sık sık rastlarız.  Hatta zaman zaman basında Türkiye’deki zulmün aslında yalan olduğunu, Başıbozukların dini bütün Hıristiyanlardan oluştuğunu ve Ermeni isyanlarının Rus rublesine satılmış ajanların işi olduğunu iddia eden sözler bile duyuyoruz.

Öyleyse bizi burada ilgilendiren Türkiye’deki ulusal savaşımlarla ilgili olarak, bu koşulları nereye oturtacağız? Daha son zamanlara kadar, bir kısım basında Türkiye hâlâ “farklı milliyetlerin yüzyıllardır barış içinde yan yana yaşadıkları,” “en geniş özerkliğe sahip oldukları” bir yeryüzü cenneti gibi gösteriliyordu. O basıma bakılırsa, sadece Avrupa diplomasisinin bir yandan Türkiye’nin mutlu halklarını ezildiklerine ikna ederken, diğer yandan kuzu gibi masum Padişah’ın “sürekli ferman buyurduğu ıslahatları” hayata geçirmesini engelleyen müdahalesi suni hoşnutsuzluklar yaratıyordu.

Bu savlar koşullarla ilgili kara bir cahillikten kaynaklanıyor. İçinde bulunduğumuz yüzyılın başına kadar, Türkiye içinde her milliyet, her vilayet ve her cemaatin kendine özgü ayrı bir yaşam sürdüğü, alışık olduğu acılara sabırla katlandığı ve tam bir şark despotizmi temeli oluşturan takas ekonomisine sahip bir ülkeydi. Ne denli ezici olursa olsun, gene de büyük bir istikrarın ön plana çıkması nedeniyle, bu koşullar boyun eğdirilen halkları isyana kışkırtmadan uzun süre varlığını korumuştur. İçinde bulunduğumuz yüzyılın (19. yüzyıl) başlangıcından itibaren, bütün bunlar önemli değişiklikler göstermiştir. Güçlü, merkezî Avrupa devletleriyle giriştiği çatışmalarda sarsılan, özellikle de Rusya’nın tehdidi altındaki Türkiye, içte reformlar başlatmaya zorlandı ve bu zorunluluk ilk temsilcisini Il. Mahmud’un [Osmanlı Padişahı (1808-1839)] şahsında buldu. Reformlar feodal yönetimi ortadan kaldırarak, yerine merkezî bürokrasi, muvazzaf ordu ve yeni maliye sistemini getirdi. Her zamanki gibi, muazzam bedel gerektiren ve nüfusun maddi çıkarlarında ifadesini bulan reformlar, kamusal vergide astronomik artışlar demekti. Her baş hayvandan, her saman çöpünden alınan yüksek dolaylı vergiler, gümrük vergileri, damga harçları ve alkolü içkilerden alınan vergiler, periyodik ek yükleriyle birlikte yönetimin topladığı öşür ve sonra şehirlerde yüzde 30, kırlarda yüzde 40’ı bulan doğrudan gelir vergisi ve Hıristiyanlar için askere gitmemek için verilen vergi ve nihayet hizmet zorunlululuğu; işte devlette reform için halkın ödemek zorunda olduğu bedel bunlardı. Ama ortaya çıkan yüklerle ilgili gerçek bir fikir verense, sadece Türkiye’deki mevcut kendine özgü yönetim sistemidir. Modern ve ortaçağ ilkelerinin garip bir karışımıyla, aşırı merkezî bir davranış tarzıyla başkente bağlı bir idari otoriteler, mahkemeler ve topluluklar ordusuna sahipti bu ülke. Aynı zamanda, tüm kamusal makamlar fiilen yiyiciydi. Merkezî hükümetten maaş almıyor, bir çeşit bürokratik arpalık olarak, çoğunlukla yerel halktan gelen gelirle finanse ediliyorlardı. Dolayısıyla, paşa İstanbul’a büyük meblağlarda para gönderdiği sürece, vilayeti dilediği gibi soyup soğana çevirebilirdi. Bu yüzden, kadı’ kendisi İstanbul’a yıllık haraç ödemekle yükümlü olduğundan, görevi gereği zor alımlarla finanse edilirdi. Ne var ki, bu, Fransa’da ancien regime’le (eski rejim) karşılaştırıldığında vergi müfettişinin genel bir iyilik meleği gibi görüneceği mültezime dayanan, sonuçta sistem ve kurallara tamamen boş veren, ama temelde sınırsız bir keyfiliğin hüküm sürdüğü bir vergi sistemiydi. Ve nihayet, kurtulması mümkün olmayan angaryalar, bürokrasinin elinde halka dayatılan dizginsiz bir zoralım ve sömürü aracına dönüştürülmüştü.

Açıkçası, bu temelde kurulan yönetim sistemi, Avrupa modelinden temelde farklıdır. Bizde merkezî hükümet halkı soyup soğana çevirmek suretiyle memur sınıfını yaşatırken, orada bürokrasi halkı kendi hesabına soyup soğana çevirerek merkezî yönetimi bu yolla finanse eder. Sonuçta, Türkiye’de memur sınıfı, doğrudan doğruya bir ekonomik faktörü kendi şahsında temsil eden ve varlığını halkı soyma mesleğiyle finanse eden nüfusun özel, kalabalık bir sınıfıdır.

Aynı zamanda ve reformlara bağlı, Hıristiyan köylülerin toprak mülkiyeti koşullarında, Türk toprak sahibine kıyasla büyük ölçüde aleyhte bir değişiklik ortaya çıktı. Genelde eski feodal beyler olan Türk toprak sahipleri görevlerini tamamen Hıristiyan modeline göre babadan oğula devredebilecek duruma gelmişlerdi. Reformla Sipahilik lağvedilip o zamana kadar Sipahilere ödenen öşür yön değiştirerek devlet hazinesine gitmeye başladığında, bu kişiler toprak sahibi vasfıyla kendilerini öne sürmeye çalıştılar. Sonuçta köylüler için öşür düşürüldükten sonra net hâsılatın üçte birine genelde eşitlenen yeni bir vergi -toprak rantı- öşürün yanında ortaya çıktı. Hıristiyan köylü için, küçük bir toprak parçasını per oblationem (koşullu bir armağan) camilere bağışlamak, sonra da ranta tabii, ama en azından öşürden kurtulmuş kiralık emlak olarak geri almaktan başka kurtuluş yoktu. Dolayısıyla, 1870’lerin sonlarında tüzel kişilerin elindeki mülkiyet (mortmain) ekilebilir toprak mülkiyetinin yarısından fazlasına denk geliyordu.

Bu yüzden, reformlara halkın maddi koşullarında korkunç bir kötüleşme eşlik etti. Ama onlar için hayatı özellikle dayanılmaz hale getiren şey, durumun gerektirdiği oldukça modern bir özellik, yani güvensizlik; düzensiz vergi sistemi, toprak mülkiyetindeki dalgalanan ilişkiler, ama en başta da ayni vergiden nakdi vergiye dönüşümün ve dış ticaretin gelişmesinin sonucu olan para ekonomisiydi. Eski koşullar kötüleşmiş ve bunların istikrarı bir daha geri gelmemek üzere yok olup gitmişti.

II. Dağılma

Türkiye tarihinin geçen makalemizde ele aldığımız ânı belli bir açıdan Rusya’dakini hatırlatır. Ama orada Kırım Savaşı sonrası reformlar aynı zamanda kapitalizmin hızlı gelişmesini, idari ve mali yeniliklerin ve militarizmin daha da gelişmesinin maddi temelini yaratırken, Türkiye’de modern reformlara denk düşen ekonomik dönüşümden eser yoktu. Türkiye’de yerli bir sanayi yaratma girişimlerinin tümü suya düştü. Hükümetin kurduğu birkaç fabrika kalitesiz ve pahalı mallar üretiyordu. Burjuva düzeninin en temel önkoşullarından yoksunluk kişi ve mal güvenliği, yasa önünde en azından biçimsel eşitlik, modern iletişim araçları, vb. kapitalist üretim biçimlerinin ortaya çıkmasını mutlak olarak imkânsız hale getirdi.

Avrupa devletlerinin Türkiye’ye yönelik ticaret politikası aynı yönde işlerken, bu ülkenin siyasal zayıflığını kendi sanayilerine korunmayan bir pazar sağlamak için kullanıyordu. Günümüze kadar, ticaretin yanında tefecilik yerli sermayenin tek görüntüsüydü. Bu nedenle, ekonomik yönden Türkiye mülkiyet ilişkilerinin birçok bakımdan yarı feodal niteliklerinden bile kurtulamadığı en ilkel köylü ekonomisi olarak kalmıştı. Bu şekilde para ekonomisinin maddi temelinin, kendisine eşlik eden yönetim biçimleri ve mali vergilerle paralel gitmeyerek daraldığı ve gelişme göstermediği için de dağılma sürecine girdiği açık.

Türkiye’nin dağılması, aynı anda iki kutupta birden kendisini net olarak göstermiştir. Bir yandan, köylü ekonomisinde kalıcı bir açık ortaya çıkmıştır. Bu, …tefecinin şahsında somut bir ifade kazanmıştı. …köyde oynanan pantomimin her zamanki son perdesi köylünün proleterleşmesiyken, ülkenin mevcut üretim biçimleri modern işçi sınıfı saflarına katılmasına izin vermediğinden, o köylü genelde lümpen proletarya düzeyine iniyordu. Bu görüngüler ayrıca tarımın çöküşü, yıkıcı kıtlıklar ve şap hastalıklarıyla da ilgiliydi.

Öte yandan, devlet hazinesinde de açık vardı. 1854’den beri, Türkiye sonsuz yabancı krediler yoluna girmişti. Ermeni ve Rum tefecilerin köyleri mesken tuttukları gibi, Londra ve Paris tefecileri de başkent [İstanbul’u] mesken tutmuşlardı. Yönetmek eskisinden de zor hale gelirken, yönetilenlerin memnuniyetsizliği de artmıştı. Başkentte iflas, köylerde iflas, İstanbul’da saray darbeleri ve vilayetlerde halk ayaklanmaları; içte bunlar içteki çöküşün vardığı sonuçlardı. Bu durumdan çıkış yolu bulmak imkânsızdı. Tek çare, kapitalist üretim biçimlerine geçilerek ekonomik ve sosyal yaşamın tam bir dönüşümünden geçiyordu. Ancak böyle bir dönüşümün temeli de bunun temsilcisi olarak öne çıkabilecek bir sosyal sınıf ortalıkta yoktu; hâlâ yok…

Türkiye kendisini bir bütün olarak diriltebilecek durumda değildi. Başından beri, pek çok farklı ülkeden oluşuyordu. Yaşam tarzının istikrarı, vilayet ve milliyetlerin kendi kendilerine yetme gibi özellikleri ortadan kalkmıştı. Ama bunların iç birliğini sağlayabilecek hiçbir maddi çıkar, hiçbir ortak gelişme yaratılmış değildi. Tersine, hep birlikte Türkdevletine bağlı olmanın getirdiği baskı ve sefalet iyice büyümüştü. Ve böylece farklı milliyetlerin bütünden ayrılma ve içgüdüsel olarak özerk bir varoluşla daha yüksek sosyal gelişme yolları arama gibi doğal bir eğilim ortaya çıkmıştı. Ve böylece tarihin Türkiye’ye verdiği hüküm, ülkenin yüzüne karşı okunmuştu: Yıkım kapıya gelip dayanmıştı.

Osmanlı yönetimi altındaki tüm uyruklar çürüyen bir devlet organizmasının sefaletini deneyimlemeye, farklı Müslüman halklar – Dürziler, Filistinliler, Kürtler ve Araplar – Türk boyunduruğuna karşı isyan etmeye başlarken, ayrılıkçı eğilim tüm Hıristiyan topraklarına yayıldı. Hıristiyanlar haklarından yoksun bırakılıyor, Müslüman karşısında ettiği yeminin hiçbir değeri yok, silah taşıyamıyor ve kural olarak herhangi bir kamu görevi yapamıyor. Ama daha da önemlisi, köylü olarak çoğu kez bir Müslüman toprak sahibinin toprağında çalışması ve Müslüman memurlar tarafından soyulup soğana çevrilmesi. Bu nedenle, tabanda sık sık sınıf savaşımı yaşanır; örneğin, koşulların büyük ölçüde İrlanda’yı hatırlattığı Bosna ve Hersek’teki gibi, küçük köylü ve kiracıların toprak sahipleri sınıf ve memurlarla savaşımı. Dolayısıyla ekonomik ve hukuksal baskıların yarattığı muhalefet, burada ulusal ve dinî çatışmalarda hazır bir ideoloji bulmuştur. Dinî unsurlarla harmanlanmış olmaları, bunlara ister istemez özellikle kaba ve vahşi bir nitelik kazandırıyor. İşte bu yüzden, Hıristiyan ulusların, Yunanlar’ın, Bosna-Hersekliler’in, Sırplar’ın ve Bulgarların savaşımını, Türkiye’yle giriştikleri ölüm kalım savaşımını yaratan tüm unsurlar mevcuttu. Ve şimdi de sıra Ermenilere gelmişti.

Burada kabataslak sunduğumuz sosyal koşullar karşısında, Türkiye’deki başkaldırılar ve ulusal savaşımların Rus hükümetinin ajanları tarafından suni olarak yaratıldığı iddiaları, burjuvazinin bütün modern işçi hareketinin bir avuç Sosyal Demokrat ajitatörün ürünü olduğu türünden iddialarından daha ciddi görünmüyor. Muhakkak ki Türkiye’nin çözülmesi salt kendi ivmesiyle gelişmiyor. Muhakkak ki Rus Kazakların becerikli elleri Yunanistan, Sırbistan ve Bulgaristan’ın doğumlarında ebe rolü oynadı ve Rus rublesi Karadeniz tarihi dramasında her zaman sahne yönetmenidir. Ama burada diplomasi yüzyıllar boyunca birikmiş olan adaletsizlik ve sömürünün devasa yangınına körükle gitmekten fazlasını yapmıyor.

Burada ele almak zorunda kaldığımız şey, bir doğa yasasının kaçınılmazlığı içinde gelişen bir tarihsel süreçtir. Türkiye’de bütçe sistemi ve para ekonomisi karşısında eski ekonomik biçimleri sürdürmenin imkânsızlığı ve para ekonomisinin kapitalizme doğru evrimleşmesinin imkânsızlığı, Balkan Yarımadası’ndaki olayların kavranmasında temeldir. Türk despotizminin varoluş temeli yıkılmakta, ama modern bir devlete doğru gelişimi de ortaya çıkmamaktadır. Dolayısıyla, onun bir yönetim biçimi olarak değil, ama bir devlet olarak, sınır savaşımı yoluyla değil, ama milliyetlerin savaşımı yoluyla yok olup gitmesi gerekir. Ve burada ortaya çıkan şey Türkiye’nin dirilişi değil, ama Türkiye’nin küllerinden doğmuş olan bir dizi yeni devlettir. Durum budur. Şimdi de Sosyal Demokrasinin Türkiye’deki olaylarla ilgili nasıl tavır takınması gerektiğini tartışacağız.

III. Sosyal Demokrasi’nin Bakış Açısı

Öyleyse Sosyal Demokrasi’nin (Komünistler diye oku) Türkiye’deki olaylar karşısında tutumu ne olabilir? İlke olarak, Sosyal Demokrasi her zaman özgürlük özlemlerinin yanında yer alır. Hıristiyan uluslar, bu örnekte Ermeniler kendilerini Türk yönetiminin boyunduruğundan kurtarmak istediklerinden, Sosyal Demokrasi onların davalarını desteklediğini içtenlikle ilan etmelidir.

Elbette, iç sorunlarda olduğu gibi, dış politikada da olayları aşırı şematik bir biçimde görmemeliyiz. Örneğin, her zaman özgürlük savaşımının uygun biçimi olmayan ulusal sorun, Polonya, Alsas-Loren ya da Bohemya’da farklı biçimlerde karşımıza çıkar… Ama Türkiye’deki isyanlar sorununda durum farklıdır: Hıristiyan topraklar Türkiye’ye sadece zor yoluyla bağlı tutuluyor, buralarda işçi sınıfı hareketine rastlanmıyor, doğal toplumsal gelişme yüzünden geriliyor ya da daha doğrusu çöküşe sürükleniyorlar. Bu yüzden, özgürlük özlemleri kendisini oralarda ancak ulusal savaşım içinde hissettirebildiğinden, desteğimizi hiçbir şekilde esirgeyemeyiz ve esirgememeliyiz de…

Peki ya Sosyal Demokrasi’nin pratik çıkarları ne olacak? Yukarıdaki ilkeli duruşumuz bu çıkarlarla çelişmiyor mu? Bunun tam tersini üç noktada kanıtıayabiliriz diye düşünüyoruz.

Birincisi, Hıristiyan ülkelerin Türkiye’den kurtuluşu uluslararası siyasal hayatta ilerleme anlamına gelir…

İkincisi, önceki makalelerden Hıristiyan ülkelerin Türkiye’den ayrılmasının ilerici bir olay, bir toplumsal gelişme edimi olduğu, çünkü Türk topraklarının daha yüksek sosyal yaşama biçimlerine kavuşabilmesinin tek yolunun bu ayrılıktan geçtiği sonucu çıkıyor. Bir ülke Osmanlı boyunduruğu altında kaldıkça, modern kapitalist gelişme söz konusu bile olamaz.

Son olarak, üçüncüsü, Türkiye’nin çözülme süreci Avrupa’daki Rus egemenliği sorununa bağlı olduğundan, konunun can alıcı noktası burasıdır. Bizim basınımız bile zaman zaman Türkiye tarafını tutarken, bu açıkça ne içlerindeki acımasızlıktan ne de çok karılılığı savunanlara besledikleri özel bir ilgiden kaynaklanmıyordu. Açıkçası, bu temel Türkiye’nin cesedini çiğneyerek dünya egemenliği peşinde koşarken, bu ülkedeki Hıristiyan milletleri kendi İstanbul ilerleyişinde araç olarak kullanmak isteyen Rus mutlakıyetçiliğinin heveslerine karşı başlıca muhalefetti…

Bu yüzden, bizim siyasal çıkarlarımız ilkeli tavrımızla tamamen örtüştüğünden, Sosyal Demokrasi’nin Şark Meselesi’nde mevcut tutumu için aşağıdaki önerilerimizin kabul edilmesini talep ediyoruz:

1) Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılma sürecini kabul ederek bunun durdurulabileceği ya da durdurulması gerektiğini düşünmemeliyiz.

2) Hıristiyan milletlerin özerklik eğilimlerine tam destek olmalıyız.

3) Bu eğilimleri en başta Çarlık Rusyası’na karşı mücadele aracı memnuniyetle karşılarken, onların bağımsızlığını Osmanlılara karşı olduğu gibi, Rusya’ya karşı da ısrarla savunmalıyız.

Bir yanıt yazın