Haber / Yorum / Bildiri

8 Mart Dünya Kadınlar Günü Kutlu Olsun!

Serap AKTEPE

KADINLARIN eşit haklar için aktif mücadelesi, Fransız Devrimi ile patlak verdi. Avrupa devletlerine ataerkil siyaset, hükümet ve yurttaşlık kavramları nüfuz etti ve yalnızca Fransız Devrimi ile bu elitist sistemde ilk delikler açıldı. Başlangıçta evrensel haklar erkek vatandaşlığı için tasarlandı, ancak herkes için eşit haklar ve siyasi yaşama katılma hakkı hızla yerleşti. Kadın mücadelesi böylelikle, o zamandan beri modern siyaseti tanımlayan eşitlik mücadelesinin önemli aktörü haline geldi.

Devrim diğer batı ülkelerine yayıldı ve 19. yüzyılın ilk yarısına kadar çoğu Avrupa ülkesinde anayasalar yazıldı ve insan hakları formüle edildi. Bununla birlikte, insan hakları bugün olduğundan biraz daha dar algılandı. Örneğin, oy kullanma hakkı ve tüm yüksek makamlara gelebilme eşit haklar içeriyordu, ancak haklar yalnızca bağımsız haneleri olan ve genellikle belirli bir gelire sahip olan olgun erkekler için geçerliydi. Kadınların bu şekilde dışlanması, Batı dünyasında daha büyük bir kadın grubunu protesto etmeye ve kazanılan haklardan pay alma talebine dönüştürdü. Dolayısıyla, modern kadın hakları mücadelesinin köklerinin 18. yüzyıl devrimlerine dayandığı iddia edilebilir.

16. yüzyıldan itibaren düşüşe geçen Osmanlı İmparatorluğuna 18. Yüzyıl başlarında Batı’dan esinlenerek başta askeri alan olmak üzere kimi kurumlarını modernleştirme zorunluluğunu kavrattı. Ganimet, haraç, talan üzerine kurulu savaş ekonomisi gereği, değişme yanlısı liberaller Batı’nın sadece belli teknik ve kurumlarını almaya, Müslüman temelleri korumaya kararlıydılar. Bunda yanılıyorlardı, çünkü kişi özgürlükleri ve siyasal alanda Batı’da esen rüzgârlar, teknik ve Avrupa kurumları aracılığıyla ülkeye girmişti.

Fransız Devrimi kadınların erkeklerle eşitliği için ne anlama geliyordu?

Batı’da kadın yüzyıllar boyunca erkeğe bağımlı, onun buyruğu altında ve “yuva”ya bağlı yaşadı. Kadının iradesi babaya veya kocaya bağlıydı ve bu nedenle kadınlar aşağı ve bağımlı olarak görülüyordu. Ne kişisel yetkileri, mülkiyet hakları ne de parayı kullanma hakları vardı. Ancak bir kadın dul kaldığında kişisel haklara sahip olabilirdi.

Çoğu eğitim ve meslek kadınlara kapalıydı ve alabilecekleri iş genellikle hem düşük ücretli hem de düşük statüdeydi. Para kazanma ve onlardan tasarruf etme fırsatlarının olmaması, evliliğin genellikle kadınlar için tek seçenek olduğu anlamına geliyordu. Tek olasılık, evlilikle sosyal statü sahibi olmalarıydı, çünkü diğer alternatif, eve hizmetçi olarak girmekti.

Kadın evlendiğinde onun yeri, ev temizliği, çocuk ve erkeğin bakımını yapmak zorunda olduğu evdi. Bütün bunları çevirmek için parası yoktu ve evi yönetmek için, kocasından yardım istemek zorunda kalıyordu. Böylelikle evin en yüksek fiili otoritesi olarak kadının yeri “sağlamlaştırıldı.” Benzer şekilde, çocukları yetiştirme ve bakımlarından anne sorumlu olmasına rağmen, çocuklarla ilgili en yüksek yetkiye sahip olan babaydı. Toplumun tüm yapıları, din, felsefe ve hukuk kadının erkeğe boyun eğmesini haklı göstermek için aralarında işbirliği etmişlerdi. Napolyon Yurttaşlar Yasası’nda kadın, ergin olmayan çocuklar, deliler ve engellilerle eş tutuluyordu.

Kiliseye gelince, İncil her ne kadar kadın ve erkeğin eşit olduğunu ileri sürse de, Kilisenin baskısı kadının kurtuluşunu olumsuz yönde etkilemiştir. 1563’de toplanan Trente Konsülü’nün “yasa, kadınların erkeğe tabi kılınmasını ve onun neredeyse hizmetçisi olmasını istemiştir” derken kilise içinde en küçük bir göreve dahi kadının gelmesini yasaklamıştır. Felsefe de dinden görevi devralarak Rousseau’ya “Bu eşitsizlik aklın gereğidir. Bağımlılık kadınlar için doğal bir durumdur” dedirtecektir. O’nun kadın düşmanlığını ileri sürdüğü dönemde, düşüncenin gelişimine paralel olarak filozoflar, kadınların giriştikleri mücadeleler ve kapitalizmin feodalizmin tüm kurumlarını tersine çevirmesi kurtuluşun başlıca etkenlerini oluşturacaktı; evlilikte hak eşitliği, kadının eğitim ve siyasal hakları aydınlanma çağında sinyal veren konulardı. İşte, Voltaire kız çocuklarının evlendirme hakkının babadan alınmasını, evliliğin kutsallıktan arındırılıp sözleşmeye döndürülmesini, tarafların çıkarlarını güvenceye almak için boşanmanın yasallaştırılmasını istiyordu. Bu tartışmalarla filozoflar, dinin, otoritenin ve hiyerarşinin geleneksel temellerinin yıkılıp yerine sözleşmelerle insanın temel haklarına dokunulmamalıydı ve sorun gelip özgürlüklere dayanıyordu.

Dolayısıyla kadın her anlamda erkeğe tabiydi, ama erkeğin bugün bildiğimiz gibi hakları da yoktu. 1789-1799’daki devrimine kadar, ne kadınların ne de erkeklerin oy verme hakkı yoktu ve yalnızca üst düzey erkekler biraz siyasi etkiye sahipti. Bunun yerine, her şeyi yöneten, bütün erke sahip olan ülkelerin krallarıydı.  Kadın ayaklanması başlamadan önce işçi, emekçi erkek hakları mücadelesi gündemdeydi.

Bu felsefi akım, feodal toplumun yıkıntıları arasında filizlenecek, Aydınlanma Çağı’nın patlamasıyla 19. Ve 20. Yüzyıl felsefe sistemlerini hazırlayarak çok önemli bir yer alacaktır ve Kilisenin amansız karşıtları arasında yer alacaktır. Aynı etkenler, İslam’ın, Kuran’ındoğası ve Osmanlı Devleti’nin teokratik yapısı nedeniyle din, burada da çok önemli bir rol oynayacaktır. İslam’ın kitabı Kuran kadınlara yasaklar ve değersizliklerle doludur.

Tanzimat ve Kadının Durumu

1839 Gülhane Hatt-ı Şerifi’nin yayınlanmasıyla başlayan dönem, Osmanlı’nın Batı uygarlığına da yönelmesinin başladığı dönemdir.  Hukuk düzeni reformu, yeni bir entelektüel sınıfın ortaya çıkması, resmi olmayan basının doğuşu, kültürel canlanmanın, gelişmenin, kısmen de olsa gelen ideolojik akımların İslam görüşünün yerini aldığı bir dönemdir. Avrupa‘yı taklit eden okullar, medreselerde yetişmiş ulemanın tekelini elinden alarak yeni kültürlü bir kesim ortaya çıkmıştır. Subayların, Dışişlerinin ve bazı yönetim kadroları bu sınıfın içinden çıkmıştır. Fransızcayı öğrenen ve Batılı gibi yaşayan bu sınıfla birlikte, yeni basının doğuşu da Avrupa’da neler olup bittiğini öğrenmelerini sağlıyordu. Gazete ve dergiler her türlü düşüncenin sergilendiği birer arena olurken kadının kurtuluşu meselesi de kararlılıkla yükseliyordu. Örneğin Tanzimat yazarlarından Namık Kemal İbret Gazetesi’nde, Avrupalı kadınların yararlandığı eğitimi Osmanlı kadını için de talep ediyor, kadının aşağı durumunu kınıyor, kadının toplumsal yaşama katılmasını savunan pek çok makale kaleme alıyordu. Kadınların çokeşlilik, kamu ulaşım araçlarına binmelerini yasaklayan yakınmalarını, Batı’daki kadın hareketlerine dair haberleri de İbret’in yanı sıra Terakki, Vakit gibi gazeteler de bolca yer vermiştir. Yine aynı şekilde kadının aşağı durumunu cahilliğine bağlayan, eğitilmesiyle bunu aşacağını, kadının toplumdaki, ailedeki yerini, zoraki evlilikleri, her türlü mesleki çalışmanın ona yasak olmasının onu eşine ya da çocuklarına bağımlı kıldığını, onların terk etmesi durumunda sefaletin-yoksulluğun kucağına düştüğünü, fahişeliği, köle tutsak kadınları tartışan, kınayan yazarlar arasında Abdülhak Hamid, Recaizade Mahmut Ekrem, ve Şemsettin Sami gibi yazarlar yer almaktadır.

Bu yeni yaşam gericiler tarafından dinle bağdaşmadığını ve “kâfirlik ve pis Fransız hayranlığı” olarak eleştiriliyor ve kararlılıkla savaşıyorlardı. 1876’da Anayasa’nın ilan edilmesiyle aslında Abdülhamid’in sansürlü, polis devletine dönüşen devletinde polis halkı şeriat buyruklarına itaat etmeye zorlayacak yetkilerle donatılmıştı. Basına konan yasak ve sansürlere rağmen kadın okurların sayısı yüz katına ulaşmıştı. Kadın basını da gelişiyordu. Bir Kadın imzasıyla yazan Fatma Aliye ki eserlerinden bazıları Arapça ve Farsçaya çevrilmiş, çokeşliliği bir doğa yasası olarak kabul eden, şeriatın ise bu durumu belirtmekle yetindiğini, Batı’nın etkisi ile çokeşliliğe karşı çıkan “dindaş”larına şiddetle saldıran Mahmut Esat Efendi ile yaptığı polemikler onu üne kavuşturmuştur. Emine Samiye, Nigar Hanım, Makbule Leman, Fahrünnisa Hanım, Hamiyet Zehra, Keçecizade İkbal gibi zamanın tanınmış yazarlarının yazdığı İnci, Malumat, Hanımlara Mahsus Malumat gibi gazete ve dergilerde kadının “iyi bir anne, eş ve iyi bir Müslüman” olmasına katkıda bulunmayı amaçlıyorlardı.

“Bir halkın düzeyi, kadının ilerlemesiyle ölçülür”

İktidarın tüm yasaklarına rağmen Tevfik Fikret öncülüğünde Fransız edebiyatı okurla buluşturulmuş, o zamana değin bilinmeyen bir dünya ortaya çıkarılmış, Batılı düşüncelerin köklü yerleşmesine ve geleneksel değerlerin sarsılmasına neden olmuştu. Batılı kadının yaşamı, Osmanlı ülkesinde sefil durumdaki kadının durumunu gözler önüne sermiş, Osmanlı yazarlarının dağılmakta olan Osmanlı toplum ve aile irdelemeleri de gerçekçi bir uyanışın temellerini atacaktı. Batıya öykünme de hiciv ve mizahla eleştirilmiş, kadının ekonomik durumu, fuhşa sürüklenişi, kadının durumunda bir iyileşme gerekiyorsa bir hak olarak değil, ahlakçılık anlayışıyla ayrıntılı biçimde roman ve öykülerde yer almıştır. Abdülhak Hamid’in “Bir halkın düzeyi, kadının ilerlemesiyle ölçülür” ya da Tevfik Fikret’in “Kadın yoksul sefil kalırsa insanlık alçalır” dizeleri dönemin ruhuna ışık tutmaktadır.

’Ruhlarımızı skolastiğin bataklığından kurtaran güçler neler olmuştur?’’

Batı’nın teknik yanını almalı ama kültürel ve ahlaksal yan İslami değerler çerçevesinde korunmalı diyen Mahmut Esat’ın görüşleri, Jön Türkler döneminin İslamcıları tarafından daha da geliştirilecektir. Özgürlükçü görüşlerin yayılmasından bugünün Erdoğan’ı gibi tahtını yitireceğinden ölesiye korkan Abdülhamid, gençlerin Avrupa’da sadece teknik ve meslek öğrenmelerini sınırlamak ister, ancak gençlerin Batı dillerini öğrenmesiyle Batılı düşüncelere uzak kalması imkânsız hale gelmiştir. Yayınlar ülkeye gizlice sokuluyor, özgürlükçü düşünceler yayılıyordu. “Ruhlarımızı skolastiğin bataklığından kurtaran güçler neler olmuştur?” diye soran Hüseyin Cahit yine kendisi “Fransız kültürüdür” diye cevaplar. Hüseyin Rahmi Gürpınar da “Batı uygarlığı uyanışımız için bir meşale olacaktır” saptamasıyla ruhların, özellikle kadının özgürlüğüne engel olan dinsel karanlığın zincirlerinden kurtulacağıdır. Kadının kurtuluşunun hararetli savunucuları olunduğuna inanılan Chopenhaur, Comte, Darwin, Renan, Taine, Spence, Le Bon, Zola, Flaubert, Balzac ve Stuart Mill gibi yazarlar izlenmiştir. Bunun sonucu olarak pek çok Jön Türk positivizmi, usçuluğu ve evrimciliği benimsedi ve her türlü akla aykırı inancı ve pratiği reddetti. Jön Türkler, bu nedenle posivistlerin simgesi olan “Ordre et Progres”ten (Düzen ve İlerleme) hareketle İttihat ve Terakki adını aldılar.

II. Meşrutiyet Dönemi ve Kadın

Bu dönem, Kadın, Kadın Dünyası, Kadın Bahçesi, Kadınlar Dünyası, Kadınlar Duygusu, Kadın Kalbi, Kadın Hayatı gibi birçok gazete ve dergilerin çıkmasıyla kadın meselesi de dâhil tüm özgürlüklerin yoğun tartışıldığı ifade özgürlüğüne tanıklık yapmaktadır. Ama bu dönem çok uzun sürmez. Jön Türkler’in kısa süren özgürlük ortamından sonra gelen otokrasiyle sansür yeniden ortaya çıktı ve tartışmalar boğuldu. Bu dönem İmparatorluğu yıkımdan kurtarmak için daha sonra Kemalizm’de de rol oynayacak olan İslamcı, Batıcı ve Türkçü akımlar, anayasanın ilanının daha derin toplumsal, kültürel ve ahlaksal reformlara başlangıç olması gerektiğinde birleşmekteydiler.

İslamcılar:  “Kadınlara mutlak özgürlük ve devlet işlerine karışma hakkı veren nice uygarlıklar karanlıklara gömülüp kaybolmuştur”

İslamcıların en etkili olduğu kesim Sırat-ı Müstakim dergisi çevresinde toplanan genç ulema ve liderleri sayılabilecek Mehmet Akif Ersoy, Sait Halim Paşa, Aksekili Ahmet Hamdi ve Mihrettin Arusi gibi karakterlerden oluşuyordu. Bunlara göre İmparatorluğun yıkılma nedeni şeriat hükümlerine uyulmaması ve çözümün de arındırılmış imana yeniden dönüşten geçiyordu. Batının bilim ve tekniğinin alınıp kültürel ve manevi yönlerini ödünç almaktan bile yoksundular. Onlara göre kadın-bugün ardıllarına göre de-ailenin temel değerlerine zarar verme rizikosu taşıyan kötü ve zararlı etkilerden korunmalıydı. Kadınların çarşaf konusunda bir parça özgür olması ve erkeğin yanında sokağa çıkması çarşaf giyilmesinin zorunlu kılınmasında yasa çıkarılmasını isteme fırsatı bile yaratmıştı bu kesime. Mehmet Akif, çarşafı çıkaran kadının Batılı kadının özgürlüğünü benimseyeceğini isteyenlere saldırıyor, kadının yerinin ev olduğunu söylüyordu. Sait Halim Paşa da, “kadınlara mutlak özgürlük ve devlet işlerine karışma hakkı veren nice uygarlıklar karanlıklara gömülüp kaybolmuştur” diye ekliyordu. Eğitim alanında daha liberal olan Mustafa Kazım ise kız çocuklarının okula gitmesine karşı çıkmıyordu. Muhammed Kazım ise, “kız çocukları okula gidecekse kesinlikle din eğitimi almalı, piyano, şan gibi dersler verilmemelidir” diyordu.

“Çokeşlilik kadını korumak ve yaşamı ona daha kolay kılmak için ihdas edilmiştir”

Aksekili Ahmed çokeşliliğin Avrupalıların İslam’ın saygınlığını azaltmak için ileri sürdükleri, aslında toplumsal bir yara olmayıp doğal bir yasa olduğunu ve ailenin çıkarlarına uygun olduğunu ileri sürüyordu. Bu kesime göre kadına boşanma hakkı tanınmıyorsa, bu onun güvenilmez ve kaprisli oluşundandır ve bu konuda gösterilecek en küçük bir taviz aileyi uçuruma yuvarlayacaktır. Zaten kadın ile erkek arasında herhangi bir eşitlikten bahsetmek de yanlıştır. Bu dönemde, bugün olduğu gibi bu tartışmaların hele de bu tartışmalara kadının katılması İslamcıları öfkelendiriyordu. Onların gözünde kadın, fuhuşa sürükleniyordu ve kendilerini utanç içinde hissediyorlardı.

Zihinsel körlüğün nedeni İslam’dı

Jön Türk Devrimiyle özgürlüklerine kavuşan Batıcılar da bilinemezci ve laik olduklarını ileri sürüyor, bir kısmı masonlukla ilişkisi olduğunu saklamıyordu. İlk modern Türk şairi sayılan, teokratik devlete olduğu kadar İslam dinine ve Tanrı’ya saldıran Tevfik Fikret, İttihat ve Terakki’nin etken üyelerinden kendini natüralist olarak değerlendiren Doktor Niyazi, dinsel karanlığın her biçimine karşı olan İT kurucularından Doktor Abdullah Cevdet, kadının özgürleşmesi üzerine bir kitap yazan Celal Nuri ve Fatma Aliye bu grubu temsil edenler arasındadır. Bu gruba göre İmparatorluğun çöküşünün nedeni kendi kötülüklerini görmeyen, Batı uygarlığının üstünlüğünü reddeden, yasaklayan “zihinsel gözbağı”nda yatmaktadır. Bu körlüğün nedeni İslam’dı. Ilımlılarına göre sorumlular ise karanlığın kalesi durumuna gelmiş ulema idi. Çözüm; zihinlerin, kafaların köklü bir biçimde dönüştürülmesi, İslam’a dayalı eski değerler sisteminin reddi, aydınlanmaydı. “Ya Batılılaşacağız ya da yok olacağız” diyordu Ahmet Murat. Abdullah Cevdet ise “Uygarlık Avrupa uygarlığıdır ve biz onu gülleri ve dikenleriyle kabul etmeliyiz” diyordu. Bu grup içinde başka bir kesim ise İslam’ın gelişmeye engel olmadığını, sürekli yanlış yorumlandığını, yobazlar ve fırsatçılar tarafından sürekli sömürüldüğünü, kültürlerini Batı’nın katkılarıyla zenginleştirerek kendi Türk-İslam kültürlerini korumalıydılar. 

“Kadının bu ağlanası durumu çokeşlilik, çarşaf giyme, miras, boşama, kölelik gibi dinsel kökenli yasalar ve törelerdir”

Kadına karşı en radikal kararlı çizgiyi Selahattin Asım temsil eder. 1905’te yayımlanan Türk Kadınlığının Tereddisi adlı kitabında, Osmanlı kadının uzun zamandır dinsel kurumların baskısı altında ezildiğini, doğal niteliklerinin çoğunu yitirdiğini ve yozlaştığını ileri sürer. Kadının bu ağlanası durumu çokeşlilik, çarşaf giyme, miras, boşama, kölelik gibi dinsel kökenli yasalar ve törelerdir. Ve bu nedenle bu dinsel normlar, yargılar ve ilkelerin tümü hem uygarlık hem kadın hem de halk adına reddedilmelidir. Abdullah Cevdet’te direk dine saldırmaksızın gelecekteki kadını; tek eşli, polis, ulema ve serseriler karışmaksızın özgürce giyinecek; ulusun en büyük velinimetleri olarak artık korkmayacakları erkeklerde de saygı uyandıracaklar, kadın-erkek evlenmeden önce sevgi temelinde eşlerini kendileri seçecek, tüm okullar ve kurumlar kızlara açık olacak, çok eşlilik ve tek yanlı boşama yasaklanacaktır. Sorunun İslam olmadığını, dinin yanlış yorumlandığını ileri süren yazara göre kadına yetkin bir konum tanıyarak; özgür, yetenekli, yaşam dolu kadınlarla oluşacak bir toplum, büyük bir güce dönüşecektir. ‘’İslamiyet’te Feminizm” adlı yapıtında Halil Hamit de aynı görüşle, daha da ileri giderek bir gün ülkede kadınların parlamentoda yer alacaklarını bile varsaymıştır.

“Kadınlarımız” yazarı Celal Nuri İleri’ye göre de kadın aşağılanmamalı, bir eşya gibi görülmemeli, Osmanlı İmparatorluğu’nda yapılacak ilk reform kadının statüsü olmalıydı, ülke bu koşulla ilerleyebilecekti.

Üçüncü akım ise başta Ziya Gökalp, Hamdullah Suphi, Mehmet Emin Yurdakul, Celal Sahir, kadın olarak da Halide Edip olmak üzere Türkçülerdi. Bu grup Selanik’te Genç Kalemler ve Yeni Hayat Mecmuası dergilerine bağlı Yeni Hayat adı verilen hareketleri ile doğdu. Bu hareket içinde Maddeci ve sosyalist, idealist ve ulusçu olarak iki hareket doğmakta Ulusçuların baskın gelmesiyle sosyalist hareket ayrılmakta gecikmedi. 1912’de yurda dönen Ziya Gökalp, Pantürkistlerle ilişkiye geçti.  Türkçüler için, İmparatorluğun çöküşü, Müslümanların değişime direnmesi, İslam’ın ulusal kültürleri baskı altına aldığı ve ulusal kültürü zayıflattığı iddiaları Türkçülerle İslamcıları karşı karşıya getirdi. İslamcılar, İslam öncesi etiklerin, geleneklerin canlı biçimde halk içinde yaşadığını ve Osmanlı toplumundan atılması gereken bir “cüruf” olarak değerlendiriyorlardı. Oysa Türkçülerin yaratmak istediği de buydu. Ziya Gökalp’e göre bir ulusu diğerlerinden ayıran ahlaksal, hukuksal, ekonomik, estetik, dilsel, dinsel nitelikli kurumlar bütünü olarak kültürdür. Türk ulusu, İslamcıların iddialarının aksine, ulusal kültürlerini zenginleştirerek modern uygarlıkla uyum haline koymayı başardığı ölçüde Batılılaşacaktır. O’nun İslam anlayışı kişisel ve çok katı değildir.

Gökalp, şiirlerinde kadınlar için özgürlük ve ailede cins eşitliğini talep eder. Kadın konusundaki düşünceleri Kemalist dönemde de önemli rol oynayan, F. Grenard, G. Richard ve Durkheim’in çalışmalarına dayanan Gökalp, Türklerde ailenin din, ekonomi ve politika gibi toplumsal olgularla bağları üzerinden açıklamaktadır. Gökalp’e göre dogmaların yerini pozitif zihniyet almış, şeriat hükümleri yerine modern hukukçuların tartıştığı çözüm tartışılır hale gelmiştir. Monarkın mutlak yetkesine karşı çıkılıp demokratik idealin öne sürülmesi, aile içinde babalık yetkesinin de kaldırılması ilkesini içermektedir. O’nun tek eşli ailesi “yuva” olma yolunda, çekirdek ailedir. O, devleti ulusal bilincin verilerini yorumlayarak aile konusunda müdahaleye çağırmaktadır. Nitekim 1917 yılında “Aile Kararnamesi”nin çıkmasında Ziya Gökalp’in görüşleri etkili olmuştur.

Halide Edip’te de kadınlar, çarşaflarını atıp erkekle birlikte yurt savunmasında ve kuruculuğunda etkindir ve kadın-erkek eşitliğini savunan yazılar yayınlamış, bu onun İslami-gerici çevreler tarafından ölümle tehdit edilmesine neden olmuştur.

Bütün bu farklı düşünce akımlarına rağmen en güçlü kanadı İslamcılar oluşturuyorlardı. Bu eğilim ard arda Avrupa’dan gelen yenilgilerle daha da pekişecek, Batı düşmanlığı artacaktı.

1908 Devrimi’nden sonra eğitim, özellikle kızların eğitimi çok tartışılmıştır ve özellikle kırsalda bağnazların dirençleriyle karşılaşılmıştır. Bağnazlara saldırmakta hiç tereddüt etmeyen Nafi Atuf: “Din eğitimi dışında hiçbir şey kabul etmemekle, onlar, padişahın reformcu eserlerini baltalamışlar ve böylece ülkelerine hesaplanamayacak kadar büyük kötülük yapmışlardır” diyordu. Galatasaray Lisesi Müdürü Tevfik Fikret için reform, ancak Batı eğitim sisteminin benimsenmesi yoluyla, okulların kökten modernleştirilmesiyle gerçekleştirilebilirdi.

Buna karşın İslamcılar onlara “İslam’ın mezar kazıcıları” olarak saldırıyorlardı. Bir yanda ilkokullarda sadece Kuran öğretilmesini isteyen yobaz gerici bir kesim, diğer yanda çağdaş düşüncelere sahip bir eğitim. Bu kavga sonuçlanmış değil, bugün hâlâ devam etmektedir. Bu ikili sistem, bu kavga hala AKP ile devam etmektedir. Bir farkla: Kendi çocuklarını yurtdışında elit okullarda okutup yoksulların çocuklarını İmam Hatiplere doldurarak.

Buna rağmen İsmail Hakkı gibi yazarlar sayısız konferanslar vermişlerdir. İsmail Hakkı, “uslu çocuklar” yani gerçekte hareketsiz papağan usulü ezbercilik temeline dayalı eğitimi eleştirmiş, çocukları yaşama hazırlayan pek çok pedagojik eserler yayınlamıştır. Her ne kadar eğitimde reformlar yapıldıysa da kadınların ezici bir çoğunluğu bunlardan yararlanmaktan çok uzaktı. Medreseler kamu eğitimiyle savaşıyor, onu yok etmeyi amaçlıyordu. 1918 Mondros Antlaşması sonucu dinciler, bu yenilgiyi dinsizliğin bir sonucu olarak yorumlayacaklardı. Bu da reform ve modernleşme çabalarına karşı onların eline etkin bir silah veriyordu. Onlar, için kurtuluş geleneksel sınırlar içinde kalmaktı. Hatta 1921 Ankara’sında Kemalist Eğitim Bakanı 400 kadar medreseyi yeniden açıyor, günah olduğu, İslam dinine aykırı olduğu gerekçesiyle resim dersini kaldırıyordu. Bu sadece eğitim alanında değil, adalet ve hukuk konularında özellikle kadınları ilgilendiren yasaların çıkmasında, Şeyhülislam engeli ile karşılaşmış, uzun bir süre ikili sistem birlikte yürümüştür.

Osmanlı’nın ruhunda çok güçlü bir eğilim olarak yer almış olan İslamcı eğilime karşı çatıştıkları halde Jön Türkler karşı koymadılar, koyamadılar, uzlaşma yönüne gittiler. Kendilerini devrimci değil evrimci olarak tanımladıkları için geleneksel kurumlarla modern dünya arasında uzlaşmaya gittiler. Fransız İhtilali’nde kilise ile hesaplaşan burjuva devrimcilerinin aksine Kemalistler de kadın meselesinde çatışmaya girmeden, “Hakan ve Hatun der ki” söylemlerine sığınarak, hatta eski anaerkil Türk geleneklerine atıfta bulunarak, Sümerlere Etilere sahip çıkarak, oradaki gelenekleri benimseyerek zevahiri kurtarmaya çalışmışlar, kadının eğitilmesi, toplumsal yaşama katılması sınırlı bir kadın kesimiyle kalmıştır.

Bugün gelinen nokta da bunu anlatmıyor mu?

Kemalist rejimle Şeyhülislam’ın ismi vaftiz edilerek Diyanet oldu. Aydınlanmasını yaşamamış bir ülkede AKP gibi kökleri eskiye giden, kamu yaşamında dinle ilişkisini kesememiş, hala yüz binlerce kadını bir “selamünaleyküm” ile karanlığa mecbur bırakan, esaret altında tutan bir zihniyetle karşı karşıyayız. İktidara geldiklerinde tüm konularda olduğu gibi, liberallerinde desteğini alarak LGBT’liler de dâhil özgürlükçü kararlara imza atan AKP kadınlar konusunda da iyileştirici kararlara imza atmıştı. Ancak doğaları gereği takıyyeci olan bu grup 61. Hükümet döneminde, toplumsal cinsiyet eşitliği konusunda kaydedilen kazanımlardan geri adım atmaya, annelik ve eş olma gibi kadına biçtiği tarihsel rollere yönelmeye başlandığı görülmüştür.  Kadınların savaşarak elde ettikleri hakları tırpanlayarak, imza attıkları İstanbul Sözleşmesi’ni aba altından sopa gibi göstererek kadınları eve tıkmaya, kadını geleneksel rolle aileyi kutsamaya, ataerkil düzene boyun eğdirmeye çalışıyorlar.

Özellikle muhafazakâr düşünce geleneğinde kadına aile, cemaat gibi kolektif yapıların bir parçası olarak ve geleneği üreten bir araç olarak yer verilmiştir. Kadın, aile kavramıyla toplumsal rollerde, ana, eş, bacı, kız rolüyle kimlik kazanmıştır. Söz konusu bu anlayışın AKP’nin 2011-2015 yılları arasındaki iktidarı döneminde, önemli bir uygulama alanı bulduğu görülmektedir. 61. Hükümet döneminde, kadın erkek ilişkilerinde evlilik, aile ve en az üç çocuk doğurma üzerine tartışmalar artış göstermiş, önceki dönemlerin liberal politikalarından geri adım atılarak muhafazakâr değerler öne çıkarılmıştır. Kürtajı cinayet ve haram olarak gören AK Parti Hükümeti, 1 Mayıs 2013’te çıkardığı Sağlık Uygulama Tebliği’nden tamamen kaldırarak kürtajı ödemesi yapılacak bir sağlık hizmeti olmaktan çıkarmış, ancak gelen tepkiler üzerine yasa tekrar yerine koyulmuştur. 

Erken yaşta evlilikleri özendirmek amacıyla, üniversite öğrenimi görürken evlenen gençlerin Gençlik ve Spor Bakanlığı Kredi ve Yurtlar Kurumundan borçlandıkları paraların sıfırlanması, evlenecek gençlere çeyiz yardımı yapılmasıdır.

Evlilik öncesi süreçte, çiftlerin birbirlerini daha iyi tanımaları, evlilikle ilgili reel beklentiler oluşturabilmeleri için etkili iletişim kurma yollarını ve muhtemel sorunlarla nasıl mücadele edeceklerini öğrenebilmeleri ve bu şekilde evliliğe iyi bir başlangıç yapabilmeleri amacıyla, evlilik çağına gelmiş ve aile kurmak amacıyla bir araya gelen çiftlerin, evlilik hayatlarına hazırlanmaları amacıyla “Evlilik Öncesi Eğitim Programı” düzenlemiştir.

Aile Mahkemesi yargıçları boşanma davasının her aşamasında boşanmak isteyen çiftleri, boşanma öncesi, dava sırası ve boşanma sonrasında danışmanlık hizmeti almaları için Sosyal Hizmet Merkezleri’ne yönlendirebilecektir. Danışmanların, çiftlerin boşanmasının doğru olup olmadığı doğrultusunda düzenleyeceği rapor ile yaklaşık 20 bin evliliğin kurtarılması planlanmıştır.

Eşi vefat etmiş, (diğer kadınlara değil) muhtaç durumda bulunan, sosyal güvenlik kuruluşlarına tabi olmayan ve bu kuruluşlardan maaş almayan kadınlara maddi destek verilmesini öngören bir genelge de yayınlanmıştır.

Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun, 20 Mart 2012’de yürürlüğe girmiş; bu yasa “Şiddete uğrayan veya şiddete uğrama tehlikesi bulunan kadınların, çocukların, aile bireylerinin ve tek taraflı ısrarlı takip mağduru olan kişilerin korunması ve bu kişilere yönelik şiddetin önlenmesi amacıyla alınacak tedbirlere ilişkin usul ve esasları düzenlemek” olarak belirtilmiştir.

Ancak bu yasal ve kurumsal düzenlemelere rağmen AKP hükümetleri döneminde Türkiye’de kadının konumu noktasında önemli bir ilerlemenin kaydedilemediği görülmektedir. “Küresel Toplumsal Cinsiyet Uçurumu Raporu”na göre Türkiye 2014’te 142 ülke arasında 125. sırada yer almaktadır.

Türkiye’de, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin en fazla yaşandığı alan, kadınların istihdamıdır. Kadın istihdamının arttırılmasına yönelik politikaları gündemine alan AKP’nin ekonomiden sorumlu bakanı Mehmet Şimşek’in 2008 yılında yaşanan ekonomik krizden kaynaklanan işsizlikteki artışa ilişkin beyanında; “Özellikle kadınlar arasında kriz döneminde işgücüne katılım oranı daha artıyor” şeklindeki ifadeleri, toplumda yaşanan işsizliğin nedeninin AKP tarafından kadınların evlerinden çıkıp iş aramasına bağlandığını göstermektedir. AKP’ye göre erkek toplumsal cinsiyet rolüne göre gelir sağlayacak, kadın da aileyi ayakta tutacak; çocuk doğuracak, bakım ve ev işleri üzerinde çalışacak. AKP’ye göre kadının temel görevi “annelik alanında kariyer” yapmaktır.

Türkiye’de kadınların siyasi temsili konusunda da toplumsal cinsiyet algısının yansımaları görülmektedir. Seçmen kitlesinin büyük bir bölümünü kadınların oluşturduğu ve hem Mecliste hem de yerel yönetimlerde parti yönetim ve teşkilatlarında kadınların sayısında ciddi bir artış görülmesine rağmen AKP Hükümetleri döneminde, kadın bakan sayısının bir veya ikiyi geçmediği görülmektedir. Genellikle kadınların üstlendikleri bakanlıklar aile, kadın ve sosyal işlerle ilgili bakanlıklardır. Bu kadınlar da kadınların ve çocukların mağduriyetleri karşısında insan ve kadın onuruna aykırı açıklamalarıyla temsil ettikleri partinin birer aynası konumundadırlar.

Kadın haklarını, kadının özgürleşmesini, feminizmi de aile için tehlikeli bulan, ahlaksız sayan Diyanet İşleri Başkanlığı’na göre kadın “ahlaklı” olmalı, aşırılıklardan uzak olmalıdır ama Emine Erdoğan’ın 50 bin dolara bir çanta alması ya da kendisinin lüks arabalarla gezmesi aşırılık değildir! AKP kurucularına göre de kadın iffetli olacak, herkesin içinde kahkaha atmayacak, biri kadına baktığında yüzü kızaracak!

Gün geçmiyor ki kadınlar cinayete kurban gitmesin, mağdur olmasın!

Gün geçmiyor ki kadınlar, çocuklar tecavüze uğramasın!

Kadınları AKP esaretinden kurtaralım ve aydınlanma seferberliğine soyunalım!

Bu 8 Mart ile muhafazakâr demokrat yalanlarla gelip başta kadınların, işçilerin, emekçilerin, halkların başına kâbus gibi çöken AKP’yi devirmek ve kadınların ve çocukların can güvenliğinin olduğu, özgürce kendini ifade edebildiği, işçilerin emekçilerin Corona günleriyle daha da güçleşen yaşamlarını geri aldığı bir düzen belgisini haykıralım!

Bugün ülkemizde AKP’nin, İslam gericiliğinin tüm uğraşılarına, kadınlara reva görülen çilelere rağmen kadınlar özgürlükleri için yoğun bir mücadele vermektedirler. Onlara bu mücadelelerinde tütün işçisi komünist kadınların, grevlerde öncülük yapan kadın işçilerin, yakın tarihimizde İKD gibi kadın örgütlerinin mücadelesi, kayıp yakınlarının ve evlatlarının akıbetini soran Cumartesi Anneleri’nin eylemleri, 100 yıllık Kemalist inkâr, imha ve soykırım politikasına ve zulmüne karşı ayağa kalkan Kürt kadınının yılmaz devrimci direnişi örnek olmaktadır.  Kadınların bu sosyal, ulusal, politik baskılara karşı özgürlük mücadelesi Erdoğan’ın faşist, otoriter tek adam rejimine son verecek olan mücadelenin kopmaz bir parçasıdır.

Yaşasın 8 Mart! Yaşasın Kadın Mücadelesi!

Bir yanıt yazın