Haber / Yorum / Bildiri

Parti Tarihinden: 1951 Tevkifatı ve Zeki Baştımar’ın TKP Savunmasından

Emperyalizmle işbirlikçilerin, gerici güçlerin, toprak ağalarının temsilcisi olan Bayar-Menderes öncülüğündeki Demokrat Parti DP, 14 Mayıs 1950’de güçlü biçimde iktidara geldi. 1950’de Kore’ye asker gönderirken 1952’de NATO’ya giriş biletini de cebine koymuş oluyordu. Demokrat Parti NATO’culukta, Amerikancılıkta, Sovyet düşmanlığında, savaş kışkırtıcılığında başı çekiyor, ülkeyi hızla büyük tehlikelere sürüklüyordu… Onun bu girişimlerine tek ‘engel’ vardı; komünistler. ‘Engel’ bertaraf edilmeli, Komünist Partisi’ne saldırı gerçekleştirilmeliydi. Böyle bir saldırı, soğuk savaş döneminde Amerika’da da komünistlere yapılan saldırıların, McCharthy’ciliğin benzeri olacağından, bir kez daha ABD’nin gözüne girilmiş olacak, NATO’ya giriş daha da kolaylaşacaktı. Bu nedenle komünistlere bu saldırı hükümet için hayati bir sorun haline gelmişti.

Komünistlerin çok uyanık olması gerekiyordu. Türk hükümetleri batıya yaranmak, Sovyetler‘den uzaklaşmak için her zaman komünistlere saldırma gereğini duymuştur. Londra ve Lozan konferanslarına giderken Atatürk’ün komünistlere yaptığını, İnönü ve Menderes de ABD’ye yaklaşırken, Kore’de savaşa giderken, NATO’ya girerken yapmışlardır.

Hükümetin komünistlere saldırmak için aradığı bahane, Sevim Tarı ve Mihri Belli’nin serüvenci, kariyerist, bölücü, hain tutumları oldu. 26 Ekim 1951’de Marsilya’ya gidecek bir gemiye bineceği sırada Sevim Tarı’nın tutuklanmasıyla saldırı başlamış, Sevim Tarı ve Mihri Belli’nin tutumları nedeniyle derinleşerek hızla tüm partiye yayılmıştır. Başta partinin örgüt sekreteri Zeki Baştımar olmak üzere Şefik Hüsnü ve Reşat Fuat’ın da bulunduğu hemen hemen tüm parti kadroları polisin eline düştü. 184 kişiyle bu tutuklama, TKP tarihindeki en büyük tevkifattır. Tutuklanan yoldaşlar Sirkeci’deki Sansaryan Hanı’nda 2 yıl süren insanlık dışı ağır işkencelere maruz bırakılarak ifadeleri alındı, direnenler, direnemeyenler, çıldıranlar, ölenler, ihanet edenler oldu. Soruşturmalar sırasında kadrolar arasında gruplaşmalar meydana geldi. Bu gruplaşmalarda yine Sevim Tarı ve Mihri Belli başı çektiler, kadroların hapishanede birbirlerine düşmelerine neden oldular. Gruplaşmada Şefik Hüsnü, Mihri Belli ve Reşat Fuat birlikte hareket etti. Şefik Hüsnü burada bir kez daha kaypaklığını, bölücülüğünü gösterdi, O, Reşat Fuat’ın bu grupta yer almasında belirleyici oldu. Bu gruplaşma ileride partinin yurtiçi ve yurtdışı diye bölünmesinin temelini oluşturmuştur.

Hapishanedeki gruplaşmaların kişisel nedenlere, suçlamalara dayandığını söylemek yanlış olur ve bu tür gerekçeler ileri sürmek, gerçek nedeni örtmekten başka bir işe yaramaz. Kişisel suçlamaların, işkence ve sorgularda verilen ifadelerin, çözülmelerin gruplaşmadaki etkisi belirleyici değildir. Asıl neden politik ve ideolojiktir. Zeki Baştımar’ın da içinde olduğu grup partiyi ve Marksçı-Leninci konumları savunurken, Şefik Hüsnü ve partiye getirdiği Mihri Belli’nin başını çektiği öbür grup küçük burjuva anlayış ve tavrı sergilediler, Kemalist devletle uzlaşmacı tavır içinde odular. Bu tavır onları mahkemede partiyi savunmamaya kadar götürdü. Daha çok hukuksal savunmalarla yetindiler, komünist tavır gösteremediler. Reşat Fuat’ın onların yanında olması o günün tutukluk koşullarındaki iç çatışmalara, gruplaşmalara dayanır. Kendisine yöneltilen birçok eleştiriye rağmen, duruşmada parti ve komünizm savunması yapan tek kişi Zeki Baştımar oldu. Baştımar önce; sivil içerikli bir davanın askeri mahkemede görülmesinin antidemokratik, Anayasa ve yasalara, İnsan Hakları Bildirgesi‘ne aykırı olduğunu, hukukun bağımsızlık ve tarafsızlık ilkelerinin açıkça çiğnendiğini gösterdi, sonra da savcının Sevk İddianamesi ve Esas Hakkındaki Mütalaası‘nda, TKP Teşkilat Prensipleri‘nin ilk satırındaki “Partimiz Marksçı-Leninci bir partidir” cümlesinden hareketle “Türkiye Komünist Partisi’nin amacının zor ve şiddet yoluyla iktidarı alarak işçi diktatörlüğü kurmak” olduğu yolunda çıkarttığı hükmü ele aldı ve savcının görüşlerini bir bir çürüterek bu kavramlarla partinin ne demek istediğini anlattı ve şöyle dedi:

“Marksizm, genel bir tarifle tarihi ve sosyal olayları materyalist bir görüşle ve diyalektik bir metodla inceleyen, çözümleyen ve açıklayan bir bilimdir. Leninizm, Marksizmin yaşadığımız yeni tarihi devreye, çağımızın şartlarına uygulanmasıdır; devrimizin Marksizmi‘dir.

Hayatı ve sosyal hadiseleri materyalist bir görüşle izah etmek demek, onları doğuran ve idare eden şeyi, maddi varlığın dışındaki mutlak bir kuvvetin iradesinde değil, bu maddi varlığın kendinde saklı ezeli ve ebedi kanunların yarattığı zaruretlerde aramak demektir. Bu görüş tarzına göre, belli bir sosyal ortamda, bir memlekette belli fikirler ve prensipler, ancak o memleketin maddi şartlarından ve zaruretlerinden doğabilir. Bir fikir, maddi şartların elverişli olmadığı bir yerde doğamaz; dışardan gelemez; gelse de tutunamaz. Kökü dışarda bir ideoloji, kökleri havada bir ağaç gibi, er geç kurumaya mahkumdur. İşte materyalist görüş bu demektir.

Diyalektik metod sosyal hayatı ve hadiseleri daimi bir akış, daimi bir değişme ve gelişme halinde görür ve konusunu zamanın, zeminin ve durmadan değişen hayat şartlarının ışığında inceler.

Böylece Marksizm-Leninizm ilmi ve felsefi bir doktrindir, bir cihani görüş tarzıdır. Marksçı-Leninci parti bu görüş tarzını kendine klavuz edinen parti demektir. Böyle bir partinin kendi programını, prensiplerini, siyasi amaçlarını, bulunduğu memleketin maddi şartlarına göre çizmesi şarttır. Maddi-ekonomik şartları birbirinden ayrı olan memleketlerdeki Marksçı-Leninci partilerin uzak idealleri aynı olsa da, programları, siyasi faaliyetleri, faaliyet şekilleri değişiktir. Çünkü Marksizm-Leninizm, memleketlerin ve milletlerin sosyal ve siyasi gelişme imkanlarını her memleketin kendi sosyal ve ekonomik bünyesinin, objektif şartlarının tayin ettiği yolda arar. Teşkilat prensiplerinin ilk cümlesinin anlatmak istediği işte budur.

Komünizmin, gayesine ulaşmak için, cebir ve şiddet kullanmayı her yerde, her zaman için mutlak bir zaruret olarak kabul ettiği iddiası yersizdir. Marksizm-Leninizm soyut konular hakkında genel ve mutlak hükümler vermez; bu veya şu meselede, bu veya şu tarihi devrede, bu ve şu memleketin mevcut sosyal ve ekonomik şartlarını göz önünde tutarak bu veya şu hükmü verir. Belli bir zamanda belli bir memleket için doğru olan bir hüküm, başka bir zamanda, maddi hayat şartları başka olan bir memlekette doğru olamaz. Hatta zamanla şartları değişen bir memleketin sosyal meseleleri hakkında Marksizmin-Leninizmin hükümleri de değişir. Marksizm-Leninizm hakkındaki yanlış telkinler ve yanlış bilgiler komünistlerin siyasi amaçları ve faaliyet şekilleri hakkında yanlış hükümlere yol açmaktadır. Komünistlerin her zaman için her memlekette hep aynı gayeler peşinde koştuklarını, hep aynı yoldan, aynı doğrultuda yürüdüklerini iddia etmek yersizdir. Bu çeşit faaliyet Marksizmin-Leninizmin ruhuna aykırı düşer…. Savcı, Esas Hakkındaki Mütaalası‘nda ‘Bügünki şartlar altında memleketimizde illegal faaliyette bulunan Gizli Komünist Partisi‘nin kanun dışı bulunması dolayısıyla hiçbir zaman meşru yollarla iktidara gelmesi kabil olmadığını…’ söylüyor ve ‘cebir unsuru komünizmin hususi bir maksadı olduğu’ yolunda bir hükme varıyor. Bu hüküm sağlam bir mantığa dayanmıyor. Gizli ve illegal çalışmak komünistler için ne bir gayedir, ne de arzu edilir bir şeydir. Fakat bu memlekette komünistler buna mecbur edilmişlerdir. Tahkikat dosyasında mevcut ‘Görüşler’ adlı bültenin (Parti Meseleleri) kısmında şu cümleler var:

‘Gizli faaliyet partimizin mutlak bir prensibi değildir. Bilakis, faaliyetini kanunileştirmek için elinde olan her şeyi her zaman için yapmaya hazırdır. Bu uğurda mücadeleden hiçbir zaman dönmemiştir, dönmeyecektir’. 

Siyasi bir grubu veya teşekkülü, sırf gizli faaliyette bulunmaya mecbur bırakıldığı için, cebir ve şiddet kullanmakla suçlamak garip olur. ‘Kanun dışında bırakılanlar kanun dışında hak ararlar’ sözü büyük bir gerçeğin ifadesidir. Kanun dışında hak aramak cebir ve şiddet kullanmayı zorunlu kılmaz. Savcının iddia ettiği gibi, komünizmin kanun dışı edilmesi onun cebir ve şiddet kullanmasını gerektiriyorsa, bu takdirde sorumlu, kanunun kendisi olmak lazım gelir. Çünkü burada fiili tahrik eden kanundur.

……..

Sevk İddianamesi‘nde de mevhum bir vesikada geçen ihtilalci kelimesini ele alarak, ‘Komünist Partis‘inin faaliyet metodunun cebir ve şiddet kullanmayı icap ettirdiği, cebir ve şiddetin komünist partilerinin esasında mevcut olduğu’ iddiasına bir dayanak aramaktadır. Evvela… iddianamedeki uydurma örnekte geçen Fransızca ‘revolüsyoner‘ kelimesinin karşılığı olarak alınan ‚ihtilalci‘ deyiminin yerinde bir karşılık olup olmadığı bir meseledir. Gerçi bu kelimeyi ihtilalci diye çevirenler de vardır. Fakat en çok kullanılan karşılığı bu değildir,‘ inkılapçı‘ kelimesi revolüsyonerin daha çok kullanılan asıl karşılığıdır… Fakat bütün bunları bir tarafa bırakarak, revolüsyoner kelimesine ihtilalci karşılığını doğru ve yerinde kabul etsek bile, bahis konusu olan faaliyetin cebir ve şiddet kullanmayı hedef edindiği ispat edilmiş olmaz, iktidar partisi liderlerinin, özellikle Başvekil Adnan Menderes’in nutuklarında, partisinin bir ihtilal partisi olduğunu belirten sözlerine gazetelerde sık sık rastlamak mümkündür.

…Cebir ve şiddet nerededir? 30 küsür yıllık faaliyetleri sırasında komünistlerin, cebir ve şiddet telkin eden hareketlerine, tahriklerine bir misal gösterilebileceğini sanmıyorum. Savcı, bu gerçeği bildiği için olmalıdır ki, başka bir dayanak aramıştır. Ona göre, cebir ve şiddet komünizmin mahiyetinde saklı bir unsurdur. Yani komünistler bugün cebir ve şiddet kullanmasalar bile, bir gün buna başvurabilecekleri için, onları cebir ve şiddet kullanmış kabul etmek gerekiyor. Bu ne garip bir hukuk anlayışıdır? Her asker bir asker kaçağı olabilir diye bütün bir orduyu peşinen cezalandırmak aklın kabul edeceği bir iş midir?…

Bugün bazı memleketlerde milli bağımsızlıklarını, hürriyetlerini elde etmek için emperyalist istilacılara karşı açılan savaşlarda komünistlerin ön saflarda yer aldıkları doğrudur. Fakat bu böyledir diye komünistlerin bugün her yerde cebir ve şiddet kullanmayı tasarladıkları vehmine kapılmak yersizdir. Sırf bir vehme dayanarak vatandaşlara ceza tertibini istemek ise, akıl ve mantık işi değildir.

Sevk İddianamesinde ve Esas Mütaala‘da, komünizmin, ‘mevcut mülkiyet esasını tanımadığı, memlekette mevcut ahlâk telâkkilerini kabul etmediği, aile mevhumuna kıymet vermediği, cemiyet içerisinde amele diktatörlüğünü cebir yoluyla tesis etmeyi gaye edindiği ve bu suretle zümre tahakkümünü kurarak, memleket içerisinde müesses iktisadi ve içtimai nizamları devirip yerine kendilerine uygun iktisadi ve içtimai bir nizam kurmayı hedef tuttuğu’ zikredilerek, amele diktatörlüğünü cebir ve şiddet yoluyla tesis etmenin komünizmin hiç değişmeyen ana vasfı olduğu iddia ve tekrar edilmektedir.

Bu iddia hiçbir vakıaya, delile, kanun-u mesned‘e dayanmayan, profesyonel komünizm düşmanlarının basmakalıp iddialarının tekrarından ibarettir.

…Bugün gerek Türkiye Komünist Partisi‘nin, gerek gerçekten Marksist-Leninist ayrı ayrı Türk komünistlerinin hiçbir faaliyeti, Türkiye’de komünizmin veya komünizme doğrudan doğruya geçiş devri olacak bir düzenin kurulması hedefini gütmemektedir. Savcı, dayanaksız bir iddia ile, faaliyetlerimizin mevcut nizamı devirmek ve Türkiye’de bir proletarya diktatörlüğü kurmak hedefi taşıdığını ileri sürüyor. Proletarya diktatörlüğü şiarı, Türk komünistlerinin çalışma programlarında hiçbir zaman yer almamış ve hiç bir zaman faaliyetlerinin doğrudan doğruya hedefini teşkil etmemiştir. Memleketimizin bugünkü sosyal bünyesi, şartları, proletarya diktatörlüğü zorunlu ve gerekli kılacak bir durum göstermiyor, işçi sınıfının tahakkümünü sağlamak veya bir sınıfın diğer sınıflar üzerinde tahakkümünü kurmak şöyle dursun, tersine, emperyalizme, gericiliğe ve harbe karşı bütün sınıfları birleştirmek peşinde olduğumuzun en büyük delili Savcının aleyhimizde kullanmak istediği yayınlardır. Milletin müşterek davası ancak onun bütün sınıf ve tabakalarının birliğiyle, müşterek hareketiyle kazanılabilir. Bu gerçeği kavrayan Türk komünistlerinin, bir sınıfın tahakkümünü sağlamak gibi aykırı yönde bir faaliyete yer vermelerine imkân var mıdır?…

Biz komünistler, memleketin bağımsızlığı ve demokrasinin gelişmesi uğrunda, emperyalizme ve gericiliğe karşı mücadelede işçi sınıfının başlıca rolü oynaması gerektiğine inanıyoruz, işçi sınıfının öncü rol oynamadığı milli bağımsızlık hareketinin er geç soysuzlaşmaya mahkum bulunduğunu tarih bize göstermiş bulunuyor. Fakat bu, işçi sınıfının diğer sınıflar üzerinde tahakkümünü sağlamak istediğimiz manasına gelmez. Tersine, bu vazifeyi yerine getirmek için işçi sınıfının memleketin bütün sınıfları ve bütün ileri kuvvetleriyle işbirliği yapmasının zaruri olduğuna inanıyoruz. Dosyadaki yayınlarımızda bu fikrin örneklerine bol bol rastlamak mümkündür…

Hiçbir Marksçı-Leninci parti, hiçbir Marksçı-Leninci faaliyet ve yayın Türkiye’de komünizmin şimdiden gerçekleştirilmesi amacına yöneltilmiş olamaz. Hiçbir Türk komünisti faaliyetinin memlekette komünizmi bugünden kurmak gibi bir hedef taşıdığını söyleyemez. Türkiye’de bu çeşit bir faaliyet varsa, provokasyona eşit anti-marksist bir faaliyettir.

Yukarda belirttiğim sebeplerle, Savcının bu davada uygulanmasını istediği TCK’nın 141. Maddesi Türk komünistlerinin fiil ve hareketlerine uymamaktadır. Bu maddenin 1. Fırkası aynen şöyledir: ‘Memleket içindeki içtimai bir sınıfın diğerleri üzerinde tahakkümünü tesis etmek veya içtimai bir sınıfı ortadan kaldırmak veya memleket içinde kurulmuş iktisadi ve içtimai temel nizamları devirmek amacıyla cemiyet tesis, teşkil, tanzim veya idare eden kimse üç yıldan on yıla kadar ağır hapis cezası ile cezalandırılır.

Memlekette bütün sınıfların eşit şekilde faydalanacakları gerçek bir demokrasinin kurulmasını isteyen Türk komünistlerinin amacı, bir sınıfın diğerleri üzerinde tahakkümünü kurmak değil, tersine bir sınıfın diğerleri üzerindeki tahakkümüne son vermek olabilir.

Memleketimizin bugünkü objektif şartları sosyal bir sınıfı veya sınıfları ortadan kaldırmak gibi yakın bir gaye taşımamıza engeldir. Sınıflar, bu veya şu partinin veya şahsın arzusu ile ortadan kalkmaz. İlmi sosyalizmin, yani Marksizm‘in ütopik sosyalizmden farklı olarak, ortaya koyduğu en büyük gerçeklerden biri de budur. Sınıfları, onların sosyal karakterlerini ve münasebet şekillerini bir memleketin maddi-ekonomik bünyesi tayin eder. Bu bünyeyi insanlar keyifleri istediği zaman değiştiremezler. Komünistlerin son amaçlarını, uzak ideallerini teşkil eden komünizm, ancak, işçi ve emekçi sınıflar da dahil olmak üzere, bütün sınıfların ortadan kalkmasıyla mümkündür; bir tek sınıfın ortadan kalkması ve kaldırılmasıyla değil. Bir memlekette bütün sınıfların ortadan kalkması içın, sosyal ve ekonomik gelişme seviyesinin, bütün ileri Batı memleketlerinin, hatta bugünkü Sosyalist Sovyetler Birliği‘nin seviyesinden çok daha üstün olması gerekir. Bu seviyeye erişmiş bir memlekette ise, sınıfları şu veya bu siyasi teşkilat değil, hayatın kendisi ortadan kaldırır. Sınıfların varlığı nazariyecilerin düşüncelerine, siyasi liderlerin arzularına, partilerin programlarına bağlı değildir. Sınıflar ancak maddi ve sosyal hayat şartlarınin zaruri kıldığı anda ortadan kalkacaktır.

Türkiye Komünist Partisi‘nin ‚memleket içinde kurulmuş iktisadı ve içtimai temel nizamları devirmek’ amacını taşıdığını ispat eder ne fiili bir hareket, ne de bu partiye ait gizli yayınlarda böyle bir hareketi kışkırtır veya doğru bulur bir cümle, bir kelime gösterilemez…

Teşkilat prensiplerinin ‘mevcut iktisadi ve içtimai nizamı devirerek komünist bir nizam kurulmak istenildiğini açıkca gösterdiği’ iddia ediliyor. Bu fikri veren, teşkilat prensiplerinin hangi paragrafı, hangi cümlesidir? Bültenin tümü bu fikri veriyorsa, nasıl veriyor? Savcı bunu açıklama lüzumunu hissetmemiştir… Türk komünistlerinin şimdiden ‘bir komünist nizam’ kurmak istediklerini Savcı nereden çıkarıyor?

Komünizm bir komünistin idealidir. Fakat bu idealin gerçekleşmesi, yukarda da izah ettiğim gibi, maddi şartların ve imkanların varlığına bağlıdır. Sosyal ve ekonomik şartları gelişmemiş bir memlekette komünizmin gerçekleşmesini faaliyetine doğrudan doğruya hedef olarak gösteren, komünist değil, maskeli bir sahtekârdır… Biz hakiki Türk komünistleri Marksizmin-Leninizmin ışığı altında yürümekteyiz, imkânların dışında değil, peşinde koşmak bizim şiarımızdır, istihsal vasıtalarında müşterek mülkiyet esasına dayanan sınıfsız, istismarsız, zulümsüz, tahakkümsüz toplumu, yani komünizmi şimdiki şartlar içinde, uzak bir ideal olarak kafamızda taşımaya mahkûmuz. Bugünkü vazifelerimiz, bugünkü gayelerimiz başkadır. Onların, komünizm idealiyle doğrudan doğruya ilgisi pek yoktur.

Bugün peşinde koştuğumuz amaçlar nelerdir? Ne istiyoruz?

Yalnız büyük toprak sahiplerine, yalnız büyük sermayedarlara değil, memleketin bütün sınıf ve tabakalarına, özellikle emekçi sınıflara eşit hak tanıyan hakiki bir demokrasinin gerçekleşmesini istiyoruz. Türk işçisi ekonomik ve politik haklarını lafta değil, fiili olarak elde etmeli, sosyal ve politik teşkilatlarını serbestçe kurabilmeli, her türlü baskıdan, tecavüzden uzak olarak yaşatabilmeli, geliştirebilmelidir. Fakir Türk köylüsü lafta değil, fiili olarak toprağa kavuşmalıdır. Türk aydını düşüncelerini açıkça söyleyebilmeli, yazabilmelidir. Bunlar, gerçekleşmesi uğrunda mücadele ettiğimiz amaçlardır. Bu amaçları taşımak ve bunlar uğrunda mücadele etmek bir suç mudur?

Memleketimizin bağımsızlığını tehdit eden yabancı nüfuzunu kırmak, emperyalizmin siyasi ve ekonomik tahakkümüne engel olmak, amaçlarımızın belkemiğini teşkil eder. Mütareke yıllarında Türkiye’yi bir Amerikan sömürgesi haline sokmaya yeltenenler ve bunu sağlamak için türlü entrikalar çevirenler (Mandacılar) 35 yıl evvelki rüyalarının nihayet gerçekleştiğini hiçbir utanç hissi duymadan açıkça ve övünerek ilân etmektedirler.

Yeni bir harp heyulası dünyamızın üzerinde dolaşıyor ve memleketimizin ufuklarını tehdit ediyor. Bu felaketi önlemek, milletlerin müşterek ve kutsal bir davası haline geldi. Milletler arası hiçbir dava insanlık tarihinde hiçbir zaman bu kadar geniş ve muazzam bir ölçüye ulaşmamış, milletleri birbirine bu kadar sıkı yaklaştırmamıştır. Milletler, başlarındaki hükümetlerin politikalarına uysun uymasın el ele vererek harbe karşı mücadeleye girmişlerdir. Ama emperyalistler durmuyor. Onlar için bir harbe, bir harp hazırlığına ihtiyaç vardır… Barış bu memleketin, ekmek kadar, su kadar ihtiyacı olduğu bir nimettir. Barış davası Türk halkının varlığı ile, bağımsızlığı ile doğrudan doğruya ilgilidir. Barışı savunmak, yalnız komünistlerin değil, fikirleri, kanaatleri ne olursa olsun, halkın bütün sınıf ve tabakalarının müşterek amacı ve davasıdır. Fakat ne çare ki, emperyalizm ajanlarının serbestçe at koşturduğu, harp kundakçılarının teşvik ve himaye gördüğü bu memlekette barışın lafını bile etmek neredeyse suç sayılacak. Barış için mücadele etmek bir suç ise, bu suçu işlemek bir vazifedir; hiçbir işkence, hiçbir tehlike ve tehdit, vatanını-milletini seven bir insanı bu vazifeyi yerine getirmekten alıkoyamaz.”

Zeki Baştımar’ın çizdiği programatik nitelikteki uzak ve yakın parti hedefleri bugün de geçerlidir. Uzak hedef hep aynıdır; Komünizm‘dir. Yakın hedef ülkenin demokratikleşmesi, özgürleşmesi, emperyalist bağımlılıktan ve işbirlikçi sermayeden, işbirlikçi feodal güçlerden kurtulması, refah düzeyinin yükselmesi ve barışın, halklar arasında eşitliğin ve dayanışmanın savunulmasıdır. 50’li yıllardan farklı olarak bugün, ülkenin bütün sınıf ve tabakaları, özellikle emekçi sınıflarıyla birlikte, başta Kürt halkı olmak üzere tüm Türkiye halklarına eşitliği, özerkliği ve özgürlüğü, kendi kaderlerini belirleme hakkını tanıyan gerçek bir demokrasi savaşımı önümüzde durmaktadır. Çünkü bugün Türkiye’de gerçek demokrasi savaşımının merkezinde halkların özgürlüğü, özerkliği, eşitliği üzerinde Türkiye’nin yeniden yapılanması, Kürt sorununun barışçıl ve demokratik yollardan çözümü sorunu yatmaktadır.

İki yıl süren işkenceler ve askeri mahkemede bir yıl süren duruşmalardan sonra dava sonuçlandı, tutuklulara 141 ve 142. maddeler uyarınca 10 yıla varan hapis cezaları verildi. Tutuklamalar başlar başlamaz, hükümet 141 ve 142. maddelerin, idam cezasını kapsayacak biçimde ağırlaştırdığı şeklini hukuk ilkelerini hiçe sayarak bu davada uygulatmaya çalıştı ama başarılı olamadı. Bu yüzden sanıklara bu maddelerde eski haliyle varolan en ağır ceza, 10 yıl hapis cezası verilmiş ve ceza sonrası bir sürgün dönemi öngörülmüştür. O zaman komünistleri idam etmek isteyen anlayışla, bugün Kürt devrimcilerinin, önderlerinin idamını ve bunun için de idam cezasını yeniden getirmek isteyen anlayış aynıdır.

1951-52 tutuklamasıyla burjuvazi TKP’ye ağır bir darbe indirdi ve parti çalışamaz hale geldi. Dışarda kalan bazı aydın ve işçi üyeler ağır baskılar karşısında parti faaliyetlerini durdurarak susmayı yeğlediler. Delil yetersizliğinden beraat edenlerin, cezası kısa olanların ya da cezasını çektikten sonra hapisten çıkanların bir kısmı ya geri çekildi ya da komünizm davasından vazgeçtiler. Başta Mihri Belli ve Hikmet Kıvılcımlı olmak üzere bir kısmı ise bozgunculuk yapmaya devam ettiler. Bunlardan Şefik Hüsnü 8 Nisan 1959’da Manisa’da sürgünde öldü. Hikmet Kıvılcımlı 1954’te, Partiyle hiçbir ilişkisi olmayan Vatan Partisi’ni kurdu. 27 Mayıs darbesiyle ilgili olarak Gürsel’e şu telgrafı çekti: “Tarihimizde hep kuvvetle çarpan kalbimizin; yiğit ordumuzun kötülüğe baş eğdirişini saygıyla selamlarım. İkinci Kuvay-ı Milliye Gazanız kutlu olsun. Gerçek demokraside Allah yanıltmasın. Vatan Partisi Genel Başkanı.” Bu tutumuyla Komünist Parti saflarında olamayacağını bir kez daha kanıtlayarak yerinin Kemalizm ve Allah’ın yanı olduğunu itiraf etmektedir. Hapisten çıktıktan sonra Mihri Belli bozgunculuğunu, Kemalist anlayışını sürdürdü. Hapishanede Şefik Hüsnü’ye 1920’lerde neden Ankara’ya gitmediğini sorduğunda, Şefik Hüsnü’nün işçileri örgütlemek için İstanbul’da kaldığını aktarmakta ve şöyle söylediğini belirtmektedir: “Ben kendi hesabıma şimdi başka türlü düşünüyorum. Ankara’ya gitmemiz doğru bir davranış olacaktı. Mustafa Kemal ile hiç değilse ilk yıllarda, daha geniş bir güç birliği sağlanabilirdi. Üstelik kendisiyle hemşeriydik. Birçok müşterek dostlarımız vardı. Bizde bu gibi kişisel bağlar kısa vadede de olsa etkili olabilir.” Mihri’nin aktardığı bu sözler Şefik Hüsnü’nün politik ve sınıfsal konumunu, Kemalist tutumunu bir kez daha açık ortaya koymaktadır. Suphi’leri katlettiren, komünistleri zindana attıran Mustafa Kemal’le hangi güç birliği kurulabilirdi ki? Şefik Hüsnü ömrünün sonuna kadar Kemalist kalmış ve hiçbir zaman Marksçı-Leninci bir konum almamıştır. Mihri Belli de bu Kemalist yolu sürdürenlerin, bozguncuların başında olmuştur. Şefik Hüsnü ölünceye kadar gerek 1. Kongreye, gerekse 2. Kongreye neden katılmadığının hesabını da vermemiştir.

Bir yanıt yazın