Haber / Yorum / Bildiri

NÂZIM ONURUMUZDUR!

15 Ocak 1901 yılında Selanik’te aristokrat bir aileden doğmuş olan Nâzım Hikmet, sınıfına ihanet ederek 19 yaşında sosyalizmle Anadolu’da tanışmış, Bolşevik Partisi üyesi olarak, Genç Sovyet Devleti’nde „açlar ordusunun“ coşkuyla iktidara yürüyüşüne tanık olmuş, devrime tüm inancıyla katılmıştır.

22 yaşında da saflarında olmakla övündüğü partimiz; Türkiye Komünist Partisi’nin neferi ve yöneticisi olmuştur. Türkiye’deki yaşamı boyunca Kemalist iktidarın zulmüne uğrayan, Marksizmi-Leninizmi kendisine rehber edinen Nâzım, bir yandan da TKP’nin 1925’deki 3. kongresinden sonra Şefik Hüsnü’nün Kemalistliğine karşı çıkmış, ona muhalefet oluşturmuş, bu nedenle Komintern’e ters düşmüştür. Otobiyografisinde  bunu   ‘partimden koparmağa yeltendiler beni, sökmedi’ dizelerinde ifade etmiştir.

Aynı dönemlerde yükselen faşizmin etkisine girmesiyle, Nâzım’ın sınıfına ihanetini affetmeyen burjuvazinin iktidarı CHP, TKP’ye ve Nâzım’a baskıları artırarak, komünistleri kovuşturur, hapse atar, yargılar, işkencelerden geçirir. Nâzım, her şeye rağmen mücadelesini sürdürür ama sudan sebeplerle, komplolarla 15 yıl ağır hapis cezası alır, Kıvılcımlı yüzünden de ‘Donanma Davası’na maruz kalır ve cezası 28 yıl 4 aya çıkarılır. Komünist inançla uzun hapislik yıllarında içeride de kavgayı kalemle sürdürür; işçileri, emekçileri, köylüleri, kadınları, halkları; onların cefalarını, sefaletini yazar, ama asla onlara olan umudunu yitirmez. Düşünceleri, eserleri sınırları aşar, dünya işçi sınıfının umudu olur.

Hiçbir daim boyun eğmeyen Nâzım, 1950’de iktidara gelen Demokrat Parti’nin 1951’de çıkardığı afla 13 yıl 5 ay sonra özgürlüğüne kavuşur, ancak siyasi polis arkasını bırakmaz. Askere de çağrılınca çareyi kaçmakta bulur. Cumhuriyet Gazetesi sahibi Nadir Nadi bu durumu, “kaçarak Demir Perde gerisine sığınan kızıl şair Nâzım Hikmet, Moskova Havaalanı’na iner inmez, ‘gözlerimin ışığını İstalin’e borçluyum. Beni o yarattı, beni o yaşatıyor’ diye bağırmış…Şimdi muradına erdi. Moskova’da yaratıcısı (Stalin) önünde dilediği gibi secdeye varabilir” şeklindeki necis sözleriyle anlatmıştı.

Varlık Dergisi’nde ise; “Nâzım Hikmet, inancı ne olursa olsun, her şeyden önce vatanına bağlı bir Türk şairi midir, yoksa gözü dönmüş bir komünizm softası mı? Bugüne kadar münakaşa mevzuu böyle bir mesele vardı. Şimdi, dava halledilmiş, münakaşa kapanmıştır. Nâzım’ın sapık akidesinde memleketi için en küçük bir yer yoktur…Şimdi onun lehinde nümayiş yapanlara rastlanamayacağı gibi, dünya gazetelerinde bir daha adının anıldığı da görülmeyecektir…Vatanına ihanet etmiş bir şaire layık olduğu cezayı vermek istiyorsak, bundan böyle Türklük için onu yok farzetmek, sözlerine ve hareketlerine karşı kulaklarımızı tıkamak, hezeyanlarına cevap vermeğe dahi kalkışmamak en doğru hareket olur” diye yazacaktır.

Yaşamını işçi sınıfına, onun öncü partisi TKP’ye ve sosyalizm mücadelesine adamış olan kavganın şairi Nâzım, 3 Haziran 1963 yılında Moskova’da yaşama veda eder. Varlık Dergisi’nin, Kemalistlerin iddia ettiği gibi Dünya, Nâzım’ı unutmadı. Çarpışan iki sınıf olduğu sürece, işçi sınıfının şairi olarak yaşayacak, sınıfların yok olduğu bir dünyada ise Nâzım insanın, insan ve doğa sevgisinin, umudun, insanda umudun şairi olarak yaşamaya devam edecektir.

Yine, bugün devletin kurdurduğu anti komünist SİP-TKP’nin Nâzım’ı önlerine katarak, Starbucks Coffee anlayışıyla Piraye kafelerinde Nâzım’ı pazarlamaları, ulusalcılıklarının üzerine Nâzım’ı örtmeleri, Nâzım’a, komünist ve emek hareketine yapılan en büyük ihanet olarak önümüzde durmaktadır. Komünistlerin Nâzım’ın üzerine düşen bu ihanetlerle hesaplaşmaları, Nâzım’ın komünist kimliğine sürülen bu lekeyi temizlemeleri gibi görevleri olduğu unutulmamalıdır. Bu, Nâzım’a borcumuzdur! 

Ölümünün 57. yılında O’nu sevgi ve saygıyla anıyoruz. Şiirleri hâlâ işçi ve köylüleri, devrimcileri ve demokratik güçleri, barışseverleri, gençleri ve kadınları sevindiriyor, onlara güç veriyor, mücadele azimlerini biliyor, burjuvaziyi, gericileri, faşistleri korkutuyor.

LENİN’E GÖRE HAKİKİ DEMOKRASİ (Nâzım HİKMET)

LENİN der ki:

Sınıf farkları mevcut oldukça “SAF DEMOKRASİ”den bahsedilemez. Sınıf farkları mevcud oldukça ancak sınıf demokrasisi vardır.

Yine LENİN der ki:

“SAF DEMOKRASİ” isteklerine örnek olarak “TOPLANTI HÜRRİYETİ”ni alabiliriz. Kendi sınıfıyla bağını koparmamış olan her şuurlu amele bilir ki, istimrarcılar imtiyazlarını müdafaa edebilecek ve yıkılıştan korunabilecek bir vaziyette iken bizim onlara “Toplantı Hürriyeti” hakkı vaat etmemiz çok saçma olur.

Burjuvazi de inkılapçıyken, ne 1649’da İngiltere’de, ne de 1793’te Fransa’da monarşistlere ve asilzadelere serbest toplantı hakkı vermemişti… Diğer taraftan yine ameleler pek âlâ bilirler ki en demokratik burjuva cumhuriyetinde bile “Toplantı hürriyeti” kuru bir laftır. Çünkü umumi ve hususi bütün en iyi binalar zenginlerin elindedir. Bu zenginlerin boş vakitleri vardır ve toplantıları burjuva devletinin cihazları tarafından korunur. Şehir ve köy proleterlerinde, küçük köylülerde yani nüfusun âzim ekseriyetindeyse bunlardan ne birincisi, ne ikincisi, ne de üçüncüsü mevcuttur. Mesele bu vaziyetteyken “MUSAVATTAN” yani “Saf Demokrasi”den bahsetmek yalan söylemek, ameleleri aldatmak demektir.

Hakiki müsavatı elde etmek, emekçilere hakiki demokrasiyi tahakkuk ettirmek imkânını vermek için her şeyden önce, bütün hususi ve umumi sarayları istismarcıların elinden almak; her şeyden önce işçilere boş ve müsait zaman temin etmek ve onların yaptıkları toplantının hürriyetini silahlı işçi kuvvetleriyle korumak lazımdır. Ancak böyle bir değişiklikten sonra emekçi halka, fukara köylülüğe ve ameleye; onlarla alay etmeksizin; toplantı hürriyetinden bahsetmek mümkün olur.

Lenin’in “SAF DEMOKRASİ” hakkında “TOPLANTI HÜRRİYETİ” isteğini örnek alarak söylediği bu sözler; bir Marksist gözüyle; diğer isteklere “MATBUAT HÜRRİYETİ”, “SÖZ HÜRRİYETİ”, “SEÇİM HÜRRİYETİ” v.s.ye de teşmil olunabilir.

LENİN bu sözleri 1918-19 yıllarında, yani Sovyet emekçi kitlelerinin kapitalist-monarşist ve her çeşit irtica ile pençeleştiği sıralarda söylemişti.

Bu sözler pek âlâ gösteriyor ki Bolşevikler, en su katılmamış Marksistler olması dolayısıyla hiçbir zaman umumiyetle, top yekûn demokrasi düşmanı olmamışlardır. Ancak ve ancak, onlar, SINIFLI BİR CEMİYETTE SINIF DEMOKRASİSİ olacağını söylemektedirler. Ve yine ancak işçi sınıfının rehberliği altında memleket nüfusunun azim ekseriyetini teşkil eden emekçi halkın iktidar mevkiine proleter diktaturası kurarak geçmesiyle, kapitalist, derebey ve her türlü istismarcı sınıfların maddi, manevi mukavemetleri kırıldıktan sonra, bu sınıflar yok edilince hakiki demokrasinin tahakkuk edilebileceğine kanidirler. Böylece, Sovyetlerde inkilâb, Proleter diktaturasını  kurarak  ilk anından itibaren, yukarda söylenen manasıyla, HAKİKİ DEMOKRASİYİ tahakkuk ettirmeyi gaye edinmişti.

Hakiki demokrasiye ait olan bu kanatları LENİN’den önce MARX ve ENGELS’te LENİN’den sonra STALİN’de aynen bulabiliriz.

Binaenaleyh, Sovyet düşmanlarının bir taraftan: “Stalin demokrasiye dönüyor, Bolşevizm, Marksizm iflas etti” şeklindeki yaygaraları, diğer taraftan “Sovyetlerin demokrasi vaitleri sadece dünya efkârı umumiyesini aldatmak için bir dolaptır” biçimindeki iddiaları açık bir sınıf düşmanlığının tezahüründen başka bir şey değildir. İlk nazarda birbirine zıt cephelerden yapılıyormuş gibi gözüken bu hücumlara, Lenin’in 1918-19’da yazdığı ve bizim yukarıda aldığımız satırları karşı çıkarabiliriz. V diyebiliriz ki; Stalin’in demokrasiye dönmesi, ricatı mevzuu bahis değildir. Çünkü esasen Sovyet inkılâbı, Marks’ın, Engels’in ve Lenin’in anladığı manada Hakiki demokrasiyi tahakkuk ettirmek gayesini gütmüş olan bir inkılâptır. Çünkü daha Sovyet işçileri proleter diktaturasını inkişaf ettirdiği, sağlamlaştırdığı sıralarda Lenin DEMİŞTİ Kİ: “PROLETER DEMOKRASİSİ her çeşit demokrasiden ve SOVYET DEVLETİ en demokratik burjuva cumhuriyetinden milyonlarca defa daha DEMOKRATİKTİR.

NÂZIM’IN YÜREĞİ

Usanınca gerçeklerin yalanından,

kaygan, yüzsüz baskıdan,

tunç Nâzım’ı anımsarım

ve sesini

      biraz hançerimsi :

             “Merhaba kardaşım…

      Ne o, neden yüzün asık öyle

             Boş ver!

      Yoksa şiir mi takıldı bir yerde?

             Gel, birlikte bitirelim.

      Paran mı yok?

             Bakarız bir çaresine, dert değil.

Kız mı?

             Aldırma bulunur…”

Oysa asıl kendisinde var bir şey,

                     içini kemiren

                  yüz çizgilerinden dehşetle akan :

             “Hepsi iyi de,

                 şu yürek ağrısı…

             Adam sen de

                 ağrıyadursun, yaşıyoruz ya…”

Kimisi için şiir bir roldür,

Kimisine bir dükkân,

                         kazançtır.

Onun içinse ağrıdır şiir,

                         rol değil.

Nâzım’ın yüreği de ağrıdı durdu işte.

Üzerine titreyen doktoru bir gün,

hani pek de güvenemiyerek,

tenbih etmişti bana :

            “Bakın” demişti,

            “Keskin konulardan kaçının ki

            ağrımasın Nâzım’ın yüreği…”

Hey gidi doktor…

       Hastanız gitti.

Yaramadı çabalarınız.

Yüreğiyse onun

       gizli gizli çarparak

       sürdürdü ağrısını

             ölümünden sonra da.

İçimdeki acı için ağrıyor,

Türkler için, Ruslar için ağrıyor,

kendisi gibi mapusta özgür olanlar için

özgürlükte mapus gibiler için

            ağrıyor.

Hapisane acılarıyla yanan o yürek

                 – ölümden sonra bile –

                    dinlemiyor doktorları,

korkak olduğumuz zaman

                   ağrıyor.

neme gerek dersek

                    ağrıyor.

onun gibi açık yürekle :

“Merhaba kardaşım…”

                    diyemezsek ağrıyor…

Varsın ağrısın

       hepsi için yüreklerimiz,


       tek ağrımasın  Nâzım‘ın yüreği.

Yevgeni YEVTUŞENKO

Çeviri: Ziya YAMAÇ

Bir yanıt yazın