Haber / Yorum / Bildiri

İŞÇİ SINIFININ ORHAN KEMAL’İ HÂLÂ FABRİKALARDA VE TARLALARDA YAŞIYOR!

TARİHSEL araştırmalara göre, devrimci işçi edebiyatı kavramı, devrimci Fransa’da 1843’ten itibaren ‘Poésies Sociales des Ouvriers’ antolojisinin yayınlanmasından sonra ortaya çıkmış, bundan birkaç on yıl sonra Marx’ın memleketi Almanya’da ‘Die Arbeiterdichtung im Frankreich’ adıyla çevrilmiştir.

İşçi sınıfına ait kavram ve fenomenler, endüstri işçilerinin ve politik örgütlenmelerin ortaya çıktığı erken safhayla aynı zamana rastlar. İşçi sınıfının mücadelesinin bu erken döneminde sınıfın kolektif savaş araçları, genellikle işçiler veya işçilere organik olarak bağlı sınıf aydınları tarafından yazılmış, sınıfın kimliğin oluşturmaya, bilinçlendirmeye yardım eden bestelenmiş şarkılar, marşlardı. İşçi sınıfı edebiyatının ve sanatının ortaya çıkması ise yeni bir türü değil; yaşanan yeni dönemi, toplumu, dünyayı anlamada, sınıfı bilinçlendirmede zenginlik katmıştır. Alternatif kültürel sınıf hareketi, bütün ideolojik aygıtları elinde tutan ve kitleleri zehirleyen kapitalizmin hegemonyasına karşı, kısıtlanmış ve bastırılmış bir sınıf olarak işçi sınıfı edebiyatı ortaya çıkmıştır.

İşçi sınıfı edebiyatı, sınıfın yaşamı, mücadelesi ile onlarla ideolojik olarak bütünleşmiş aydınlar tarafından yapılır, yani sipariş alarak boş zamanlarında edebi eserler yazmaya çalışan ve kesesini dolduran bir burjuva yazarı değildir komünist aydın. Tam tersine onun hesabına hapis, zindan, sürgün, yokluk, yoksulluk düşer. Tıpkı TKP saflarında savaşmış aydın yazar, şair ve sanatçıları gibi. Başta Nâzım Hikmet, Suat Derviş, Sebahattin Ali, Fahri Erdinç, Enver Gökçe, Ahmed Arif, Abidin Dino, İbrahim Balaban, Hasan İzzettin Dinamo, Kemal Tahir, Rıfat Ilgaz, Ruhi Su, Orhan Kemal ve daha niceleri…

Nâzım Hikmet, sadece işçi sınıfının şairi, yazarı olmakla kalmamış; genç yazarların öğretmeni, yaratıcısı olarak da işçi sınıfı yazınına büyük katkılarda bulunmuş, TKP’nin onurudur. Bunlardan biri de Orhan Kemal’dir. Daha Nâzım’ı tanımadan komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle 5 yıla mahkûm olan Orhan Kemal’in yolu Bursa Cezaevinde Nâzım’la kesişir ve hayatı değişir. İşçi sınıfının aydını olarak pek çok eser vermiş, pek çok eseri sinemaya, tiyatroya da uyarlanmıştır. İşçi sınıfı ve tarım işçilerini, değişen toplumsal yapıyı ustalıkla eserlerinde işlemiş ve sınıfın erken bilinçlenmesinde eserleri başucu kitapları olmuş, hâlâ olmaya da devam etmektedir.

Marx, “işçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır” derken, işçi edebiyatı da işçi sınıfının kendi eseri olmuştur, olacaktır. Toplumu, sınıfı, kapitalizmi her yönüyle inceleyen, sınıfın entelektüel gelişmesine büyük katkıda bulunan sınıf aydınlarımız ölümsüzdür.

2 Haziran 1970’te Sofya’da yitirdiğimiz, TKP’nin yetiştirdiği Orhan Kemal, sadece Çukurova’nın fabrikalarında, tarlalarında değil, Türkiye’nin bütün fabrikalarında, mahallelerinde “Murtaza” olarak, tarlalarında “Ökkeş” olarak yaşıyor. Anısına saygıyla.

ORHAN KEMAL NÂZIM HİKMET İLE TANIŞMASINI ANLATIYOR

1940 senesi kışı idi. Dikkat edin 1940 dedim. O zaman harp çıktı, devam ediyordu. Fakat henüz yalnız batıda. Ben hapishane kaleminde evraklar ile uğraşıyordum. Amirim olan hapishane kâtibi postadan yeni gelmiş resmi evraka bakıyordu. “Ooo” dedi “gözün aydın üstadın geliyormuş.”

“Üstad da kim?” Hiçbir üstadım falan yoktu

“Hadi hadi numara yapma, canım Nâzım Hikmet işte. Senin üstadın sayılmaz mı?”

İnanamadım. Elinde tuttuğu müzekkereyi uzattı; “14 Mayıs 1966 tarihinde bitecek olan ceza süresini doldurmak üzere tutuklu Nâzım Hikmet idarenizde bulunan cezaevine naklen gönderiliyor.”

Bana hapishane bahçesinde dikilmiş zambakların yeşil yaprakları üzerindeki karlar erimiş gibi, umumi afla serbest bırakılmışım, cezamın bitmesine kadar olan yıllar birden tükenmiş gibi geldi. Herkes gibi ben de ona gıyaben hayrandım. Herkes gibi kendimi bilmeden onu seviyordum. Muazzam koca şair…

İdareden usulcacık çıktım. Hapishanede şiir yazan kendilerini şair sanan bizler üç kişiydik; Necati, İzzet ve ben. Fakat birincilik bende idi. Ne de olsa yazdıklarım basılıyordu. Koşmamak için kendimi zor tutuyordum. Necati’nin koğuşuna gittim. Necati Nâzım’ı İstanbul Tevkifhanesinden tanıyordu.

Nâzım’ın geleceğini duyar duymaz Necati bir çocuk gibi ellerini çırpmaya sıçrayıp hoplamağa başladı.

“Yaşasın!”

Sonra da “Aman!” dedi, “Sakın ha şiirmiş, soruymuş canını sıkmayın. Bundan hiç hoşlanmaz, pılısını pırtısını toplar başka koğuşa gider. İzzete de tembih et.”

İki saat geçmeden bütün hapishane öğrenmişti; Nâzım’ı getiriyorlar.

Aradan birkaç hafta geçti, yine böyle kurşuni sisli bir sabah evrak karıştırıp pencereden karla örtülü yeşil zambak yapraklarına yine bakarken Necati nefes nefese kaleme geldi: “Nâzım Hikmet’i az önce getirdiler!”

İyice hatırlıyorum, kalemimi elimden düşürdüm.

“Müdürün yanına soktular, ona senden bahsettim gel şimdi neredeyse avluya çıkaracaklar.”

Bunları nefesi kesilerek bağırıyordu. Elimi kaparak beni neredeyse çekmeğe başladı. O kadar heyecanlıydım ki başım dönüyordu. Onu; Benerci, Jökond, Bedrettin destanlarını yazan insanı, şimdi görecektim demek!

Kapı açıldı, gülümseyerek çıktı. Göz göze geldik. Mavi gözlerinde, gülümsemesinde tertemiz apaçık çocuksu bir şey vardı. Nereye gitsem, ne yapsam diye düşünürmüş gibi durakladı sonra Necati’yi gördü. Ona doğru gitmek istedi fakat Necati Nâzım’a doğru koşarak beni takdim etti. Nâzım askerce topuklarını birleştirerek ve yüzüne ciddi bir ifade vermeye çalışarak kendini takdim etti:

“Ben Nâzım Hikmet!”

İşte karşılaşmamız böyle oldu, böylece talebesi oldum.

Ben de ona kendimden fazla inanıyordum.

Bir yanıt yazın