Haber / Yorum / Bildiri

NATO’da bizim ne işimiz var?

70. yılında NATO toplantısını ve kendini sorgulayamayan Türkiye

Savaş YENER

İngiltere’nin başkenti Londra’da 4 Aralık 2019 günü 29 NATO ülkesi devlet ve hükümet başkanları NATO’nun kuruluşunun 70. yılını “kutlamak” için bir araya geldiler. Türkiye bu toplantıya Cumhurbaşkanı Erdoğan başkanlığında 3-5 bakanın ve aralarında Binali Yıldırım’ın da bulunduğu bir çok danışmanın katıldığı büyük bir heyetle ve büyük iddialarla gitti. Söz yerindeyse, NATO toplantısına bir çıkartma yaptılar. Giderken NATO’yu “Türkiye’nin çıkarları” dedikleri kendi çıkarları doğrultusunda etkileyeceklerini, taleplerini kabul ettireceklerini, isteklerini dayatacaklarını ilan ettiler. İstekleri kabul edilmezse de NATO kararlarını veto edeceklerini, NATO’yu çalışamaz hale getireceklerini açıkladılar. Gerçi NATO’nun Londra toplantısı bir kutlama toplantısıydı, ama gündemde NATO’nun önümüzdeki dönem strateji ve taktiği konusunda görüşülecek önemli konular ve alınacak önemli kararlar vardı. Türkiye kamuoyunda Erdoğan öyle bir algı yarattı ki, sözleri “bu konular bizim için önemli değildir, bizim için önemli olan bizim sorunlarımızdır, Türkiye’nin sorunlarıdır. Ya kabul ederler, ya da restimizi çekeriz!”  şeklinde kabul gördü. Sanki zaferi ceplerinde keklik gördükleri bir Avrupa seferine, fethine çıkıyorlardı. Oysa işlerin böyle olmadığını Erdoğan ve heyeti de çok iyi biliyordu. NATO çalışmalarını bloke etmek, kararları veto etmek öyle “yapılıverilecek” sıradan bir iş değildi. NATO’da belirleyici olan Türkiye’nin veya bir diğer üye devletin çıkarları değil, ABD’nin ve Atlas (Atlantik) Okyanusu’nun kuzey tarafının iki yakasındaki büyük emperyalist devletlerinin çıkarları belirler. Diğer ülkeler bunun yükümlülüklerini yerine getirmekle mükelleftirler. Ama ekonomik, politik, askeri olarak iyice köşeye sıkışmış olan Erdoğan, hem Türkiye kamuoyunu manipüle etmek, hem de NATO anlaşmasında kağıt üzerinde varolan veto hakkını kullanma tehdidi savurarak belki bir şeyler koparırım hayaliyle bir şark kurnazlığı denemesine girişti. Şark kurnazlığı İstanbul’da söküyor, ama Londra’da sökmedi. Erdoğan’a haddi bir kez daha bildirildi.

Erdoğan neyi istiyordu, neyi veto edecekti?

Erdoğan her şeyden önce YPG’nin terör örgütü olarak tanınmasını, Suriye’nin kuzeyinde, Rojova’da bu “terör” örgütü YPG öncülüğünde Kürtlerin politik bir statüye kavuşmasına karşı çıkılmasını, NATO’nun bu sorunu gündemine alıp görüşmesini ve karara bağlamasını istiyordu. Ayrıca S-400’ler konusunda NATO’dan bir taviz koparmayı düşünüyordu. Bunun içinde elindeki veto hakkını koz olarak kullanmayı planlıyordu.

Ama Türkiye dışında tüm NATO devletleri ise Erdoğan’ın bu plânlarına karşı çıkıyorlardı. Onlara göre YPG bir “terör” örgütü değildir, tam tersine ABD dahil İŞİD’e karşı mücadelede onların müttefikidir. İŞİD cihat anlayışı, barbarlığı ve terör eylemleriyle Batı ülkeleri için en büyük tehlikedir, yenilmesi ve imha edilmesi insanlığın baş görevidir. Bu görevi şimdiye kadar en kararlı ve tutarlı bir şekilde yerine getiren YPG’dir. Onlara göre Türkiye ise İŞİD’le ve El Kaide gibi diğer cihatçı örgütlerle işbirliği yapan bir ülke konumundadır. Bunu son olarak Fransa Cumhurbaşkanı Macron Erdoğan’ın yüzüne karşı söyledi. Erdoğan her ne kadar “en çok İŞİD’liyi temizleyen biziz” dese de, bunun uluslararası alanda bir karşılığı bulunmuyor. Bu nedenle Erdoğan veto kelimesini Londra toplantısında bir kez olsun ağzına bile almadı. YPG konusunu gündeme alınmasını bile teklif etmedi. Bütün kararlar oybirliği ile alındı.

Erdoğan’ın YPG’ye karşı veto edeceğini söylediği konu ise, Baltık ülkeleri Estonya, Letonya, Litvanya ve Polonya ile ilgili NATO plânlarıydı. NATO bu ülkelerin Rusya tarafından tehdit edildiğini ileri sürerek buralara yeni komando birliklerinin ve füzelerin yerleştirilmesini ve üsler kurulmasını karara bağlayacak, Rusya ile ticaretin ve politik ilişkilerin minimuma indirilmesini, NATO halklarının Rusya’ya karşı konum almasını sağlayacaktı. Böyle bir kararı veto etmek, NATO’nun en temel konusuna karşı çıkmak, Rusya’nın ekmeğine yağ bal sürmek, Rusya’yı sevindirmek demekti. Rusya’ya karşı bir kararı veto etmek, Macron’un Trump ve Erdoğan’ın ikili kararla Rojova’ya saldırı konusunda NATO için yaptığı “beyin ölümü” tespitinden daha vahimdi. Zira Rusya’ya karşı olmak NATO için varlık meselesiydi.

NATO’nun varlık sorunu Sovyetler ve Rusya

NATO 4 Nisan 1949 yılında Sovyetler Birliği’ni ve dünya sosyalist sistemini geriletmek ve giderek yok etmek ve kapitalist ülkelerde gelişen işçi ve komünist hareketi parçalamak ve likide etmek için kurulmuş bir askeri ittifaktı. Sosyalist ülkelerdeki sabotajlar, Sosyalist ülkeleri güneyden ve batıdan ablukaya almalar, kapitalist ülkelerdeki Paramiliter Gladio veya derin devlet yapılanmaları, darbeler ve suikastlar NATO merkezli faaliyetlerdi. Soğuk savaş dönemi bunun örnekleriyle doludur. Türkiye NATO’nun bu faaliyetlerine prototip bir örnektir. 60’lı, 70’li ve 80’li yıllarda tüm darbeler ve terör eylemleri NATO ve CIA merkezlidir.

Reel Sosyalizm’in çökmesi ve Sovyetler Biliği’nin dağılmasından sonra Varşova Paktı’nın sonlandırılmasına rağmen NATO varlığını sürdürdü, NATO’yu dağıtmadılar. Emperyalist güçler, başta ABD NATO’ya olan ihtiyacın devam ettiğini, hatta NATO’nun daha da önem kazanacağı tespitini yaptılar. Gerçi Reel Sosyalizm’in çökmesiyle dünya tek boyutlu kapitalist-emperyalist bir dünya olmuştu, ama kapitalizmin eşitsiz gelişme yasası gereği bu ülkeler arasında rekabet artacak, yeni bloklar oluşacak ve NATO burada yeni rol ve görevler üstlenecekti. Nitekim Reel Sosyalizm’in çöküşünden sonra NATO, önce hem Sovyetler Birliği hem de Varşova Paktı ülkelerinde doğan yeni devletleri NATO Kooperasyon Kurulu adı altında toplayarak kapitalizme, batıya hızla entegre olmalarını sağladı. Sonra da hemen hemen Rusya Federasyonu dışındaki tüm Avrupa devletlerini NATO’ya üye olarak almayı başardı. Böylece bu ülkeleri Rusya’nın olabilecek bir etki alanından çekip aldı. Şimdi de “kavga” Ukrayna ve Sırbistan üzerinde yürümektedir.

Rusya ise Reel Sosyalizmin çöküşüyle yaşadığı dağınıklığı kısa zamanda atlattı ve bugün dünya sahnesinde kapitalist emperyal bir güç olarak yerini almaya başladı. Böylece 2000’li yılların başında dünyada NATO ve Rusya olmak üzere birbirine rakip iki kapitalist blok oluştu. Son yıllarda ekonomik ve askeri olarak hızla gelişen Çin de yeni bir kutup olarak ortaya çıktı. ABD ve Batı Çin’i “sistem karşıtı” durdurulması gereken odak olarak görmekte, önümüzdeki dönem Çin’e karşı yoğunlaşmak istemektedir. Bu nedenle ABD hızla Suriye ve İran sorununu “halledip”, Doğu Avrupa’da Rusya’yı hareketsiz hale getirip acilen Çin’e yönelmeyi plânlamaktadır.

Bu nedenle NATO’nun bu toplantısında gündemde Rusya’ya karşı uygulanacak tedbirleri görüşme ve Çin’i yükselen yeni tehdit olarak saptama konuları vardı. Erdoğan’ın “karın ağrılarına” yer yoktu. Bu toplantıda NATO hedef olarak Rusya’nın Doğu Avrupa’daki etkisini kırmak, bu ülkelerde batı yanlısı hükümetleri desteklemek ve korumak için NATO çerçevesinde bu ülkelere yeni komando birlikleri ve füze rampaları yerleştirmeyi ve Rusya’ya sürekli bir göz dağı vermeyi temel politikası olarak saptadı. NATO sürekli Baltık ülkelerinde manevralar yapmaya, Rusya’ya meydan okumaya başladı. Rusya da ülkenin batısına bunlara karşı yeni füzeler ve birlikler getirme ve kendini savunma yoluna gitti. Dünya şu anda yeni bir silahlanma yarışının eşliğinde bulunmaktadır. Trump’ın INF Anlaşması’nı iptal etmesiyle bu yarışma yeni bir boyut kazanmıştır. Dünya yeniden nükleer silahlarla dolup taşma tehlikesi içermektedir. Ama Trump böylece Rusya’yı belli ölçüde kontrol altında tutmaya çalışmaktadır. Onun şu an esas hedefi Çin’i frenlemektir.

S-400’ler yaptırım getirir

NATO ve Rusya böylesine birbirine karşı konumlanırken, Türkiye’nin tam da bu sırada Rusya’dan S-400’ler satın alması ve aktifleştirmeye kalkması NATO’nun yeni Rusya stratejisine taban tabana zıttı, hatta bir yerde NATO’nun stratejisine çomak sokmaktı. Londra’da bu konuyu gündeme getirmek, hele taviz koparmaya kalkmak imkansızdı. Tüm NATO bir ağızdan Erdoğan’a “S-400’ler olmaz!” dedi. Onlara göre S-400’ler NATO İttifakı’na tersti ve bir NATO ülkesi bu füzeleri kullanamazdı. Kullandığı takdirde yaptırımlar kapıda bekliyordu. Hatta NATO toplantısında Erdoğan’ın hâlâ bu konuda ısrarlı olduğunu gören ABD-Senatosu, Erdoğan’ın ABD ziyareti sırasında verdiği sözlerle ertelenmiş olduğu yaptırım yasasını, YPG konusundaki tutumunu ve Suriye’ye girişini de dikkate alarak, yeniden gündeme getireceğini açıkladı.

Unutulmamalı ki, bu yaptırımlar Türkiye ekonomisini “mahvedecek” olan yaptırımlardır. Türkiye ABD ve NATO’nun yaptırımlarının ne demek olduğunu yalnız Rahip Bronson olayında yaşamadı, 70’li yıllarda Kıbrıs çıkartması döneminde de yaşadı. Türkiye 70 cent eksik olduğu için Japonya Büyükelçiliği’nin maaşını ödeyemez duruma düştü. Zamanın Başbakanı Demirel “70 cente muhtacız!” diye bas bas bağırdı. Hiç bir NATO ülkesi kredi açmadı. Bunun için Türkiye’nin atacağı her adımı çok iyi düşünmesi gerekmektedir. Bu kez de ABD yaptırımlarının sonuçları çok ağır olabilir, ekonomiyi, ülkeyi “mahvedebilir”. Vakit geçirmeden Türkler’in artık “Türkiye neden bu durumlara düşer?” diye kendisini ve rejimi sorgulaması gerekir.

Halkımız sormalı ve düşünmelidir: Neden Türkiye, Kürtleri ve YPG’yi kendisine bir sorun, bir “düşman” olarak görür? Neden Türkiye S-400’ler veya Patriot’ları almak ve silahlanmak zorunda kalır? Neden Türkiye NATO ve Batı ülkeleri tarafından aşağılanmaya katlanır? Neden Türkiye hâlâ NATO ve Batı ittifaklarında kalmak için ayak direr? Neden Türkiye’nin NATO ve Batı ile ilişkiler hep inişli ve çıkışlı olur ve eşit ilişkiler kuramaz? Tüm bunlar Türklerin kendisi ve tarihiyle yüzleşmesini dayatmaktadır. NATO’ya neden girdiğini ve neden kalmak istediğini sorgulaması gerekmektedir. Türkiye halkı uzun zaman NATO’dan çıkmak için mücadele etmiştir ve Türkiye’nin NATO’ya ne mahkûm ne de muhtaç olduğunu ilan etmiştir. Bu anlayış bugün dünden çok daha fazla elzemdir. Ama egemen güçler tüm çelişkilere rağmen NATO’dan, ABD’den, Batı’dan vazgeçmiyorlar. Bunu da sorgulanması gerekmektedir.

Türkiye’nin NATO’da ne işi var?

Osmanlı dönemi de dahil Türkiye tarihinde hep Rusya ile Batı arasında bir tampon devlet konumunda olmuştur. Bir İngilizlere bir Ruslara yaslanarak bir oraya bir buraya savrulup durmuştur. Her savruluşunda İngilizler veya Ruslar yalnız toprak koparmamışlar, aynı zamanda İmparatorluk’taki azınlıklar, özellikle hırıstiyan azınlıklar için hak ve özgürlükler talebinde bulunmuşlar ve bunların bir çoğunu kabul ettirmişlerdir. Kuzeyde 1917’de Büyük Ekim Devrimi’nin 1920 sonlarında başarıya ulaşmasıyla bu konumda niteliksel bir değişiklik olmuştur. Batı, başta İngilizler, Fransızlar ve Amerikalılar olmak üzere hemen Sevr Anlaşması’ndan vazgeçip, bugünkü Türkiye sınırları içinde Sovyetlere karşı tampon, modern bir cumhuriyet yaratma yoluna gitmişlerdir. Bu Batı’nın ülkedeki ulusal ve dinsel azınlıklar konusunda, Ermeniler, Kürtler, Pontuslular-Rumlar, Hıristiyanlar, Ezidiler, Aleviler ve diğer halklar konusunda susacağı anlamına geliyordu. Hatta Türkiye’de ahalinin tekleşmesi, Türkleşmesi ve islamlaşması için mübadeleyi gerçekleştirmiş, Rumları ve Hıristiyanlar’ı Yunanistan’a, Balkanlar’daki Türkleri ve Türkleşmiş, müslümanlaşmış halkları da Anadolu’ya getirdiler, zorla hemen hemen yeknesak bir Türk milleti yaratılmasının önünü açmışlardır. Bu Anadolu’daki halkların inkâr, imha ve asimilasyonunu beraberinde getirdi. Atatürk dönemi dahil Türk devleti Çerkesleri ve diğer Kafkas ve Balkan halklarını, Kürtleri ve Anadolu’nun diğer kadim halklarını baskı, şiddet ve askeri operasyonlarla asimile ve imha yoluna gitti. Şeyh Sayid, Ağrı, Dersim isyanları kanla bastırıldı. Bunun karşılığında Batı, devletin ülkedeki işçi ve komünist hareketi, demokratik aydın girişimlerini ezmesini ve Sovyetler’e karşı dengeli bir politika yürütmesini sağladı. Bu dönemde partimiz en büyük kayıpları vermiştir. Mustafa Suphi ve 14 yoldaş bu dönemde katledilmiştir. Başta Nazım Hikmet olmak üzere yüzlerce komünist, ilerici aydın hapislerde, zindanlarda çürütülmüştür. İtalyan Ceza Hukuku’ndan faşist 141-142. maddeler alınmıştır.

İkinci Dünya Savaşı sonrası güçlü bir sosyalist sistem doğdu. Elbe nehrinden Vladivostok’a, Adriyatik Denizi’nden Güney Çin Denizi’ne kadar uzanan geniş bir bölge sosyalizmin etkisi altına girdi. Bu beklenmedik gelişme ABD’yi ve Batı’yı harekete geçirdi. Sovyetler’e ve sosyalist sisteme karşı Batının birleşmesi, askeri ve politik bir güç oluşturması planı ortaya kondu. Bu plan çerçevesinde NATO kuruldu. Böylece Batı Cephesi güvence altına alındı. Şimdi de Güney Cephesi sağlama alınmalıydı. Sovyetlerin ve sosyalist sistemin güneyden iyice kuşatılması gerekiyordu. Bunun için de acilen Yunanistan ve Türkiye NATO’ya alınmalı, İran, Afganistan, Pakistan’da Batı yanlısı hükümetler oluşturulmalıydı. Öyle de oldu.

Antikomünizm ve Nato üyeliği

Yunanistan’da antifaşist halk direnişi bastırıldı. Binlerce gerilla ve komünist ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. Yunanistan NATO’ya girecek duruma getirildi. Türkiye’yi kazanmak için ise ABD önce Kars ve Ardahan sorununu kızıştırarak Türkiye’nin Sovyetler’le arasının açılmasını başardı ve Türkiye’de antikomünizmin yükselmesini sağladı. 5 Nisan 1946’da Missouri gemisini İstanbul’a göndererek büyük bir Amerikan hayranlığının yaratılmasını sağladı. Türkiye artık yüzünü Batı’ya dönmüştü. ABD’nın 51. Eyaleti olma yolundaydı. Hemen Türkiye toprakları ABD’ye, Sovyetlere ve sosyalist ülkelere karşı üs ve tesis kurmak için sonuna kadar açıldı. Bu üslerin dayandığı ikili anlaşmalardan ne Hükümet’in ne de Meclis’in haberi vardı. Gelen Missouri gemisi ise Amerikan 6. Filosu’nun Akdeniz’e yerleşeceğinin habercisiydi.

Ama bunlar Türkiye’nin NATO’ya alınması için yeterli değildi. Türkiye’nin göstermelik de olsa çok partili demokrasiye geçmesi, ülkede hâlâ var olan ve güçlenen işçi ve komünist hareketinin ezilmesi ve uluslararası alanda komünizme karşı savaşacağını ve ABD’nin sadık bir “dostu, müttefiki” olduğunu ispatlaması gerekiyordu. 1950 seçimlerinde İnönü yönetimindeki CHP iktidarı, Bayar-Menderes yönetimindeki DP’ye devrederek parlamenter demokrasinin işleyeceği gösterilmiş oldu. Yeni iktidara gelen Bayar-Menderes 1951 ve 52 yıllarında TKP’ye karşı yürüttüğü tevkifatlarla komünistleri “ezebileceğini” ispatladı. Amerikalıların sadık bir dostu olduğunu ispatlamak için de 17 Eylül 1950 tarihinde Kore’ye TBMM’ne sormadan, hiçbir hazırlık yapmadan komünizme karşı Amerikalılar’ın yanında savaşmak üzere 5090 asker gönderdi. Bu savaşta 900 asker hayatını kaybetti, 2147 asker yaralandı. Bunlar Türkiye’nin NATO’ya giriş biletiydi. Böylece rüştünü ispat eden Türkiye 18 Şubat 1952’de NATO’ya girdi, üye oldu. Artık Türkiye bağımsızlığını büyük ölçüde kaybediyor, devlet ABD’nin kontrolüne giriyor, ülke Sovyetler’e ve diğer sosyalist ülkelere karşı bir sıçrama tahtasına dönüşmüş oluyordu. Ülkede Amerikalılar istedikleri gibi cirit atıyor, Türkiye’nin haberi olmadan uçaklar kalkıyor, iniyor, Sovyetler üzerinde uçuyor, füzeler dikiliyor, sonra yine kaldırılıyordu. Bunlar sürekli Sovyetler’le aramızın gerilmesine neden oluyordu. Artık Türkiye ABD ve NATO’ya bağımlı bir ülke konumundaydı.

NATO’ya hayır!

Bu böyle devam edemezdi. Halkta ABD ve NATO’ya karşı huzursuzluk artmaya başladı. Özellikle 68 Gençlik Hareketi döneminde bu tepkiler köylerden fabrikalara, okullardan üniversitelere kadar geniş bir yığın tabanına ulaştı. 68 Hareketin liderlerinden Deniz Gezmiş ve Mahir Çayan “Tam bağımsız ve demokratik bir Türkiye” yaratılıncaya kadar ABD ve NATO’ya karşı ikinci bir kurtuluş savaşı verilmesi gerektiğini ilan ettiler ve bunun için savaşmaya başladılar. “NATO’ya hayır!”, “NATO’dan çıkılsın!”, “6. Filo defol!” kampanyaları tüm ülkeyi sardı. İstanbul’a gelen 6. Filo askerleri Dolmabahçe’de yakalanıp denize atıldı. Gençliğin bu şahlanışına saldıranlar ve ABD’yi savunanlar ise bugün iktidarda olan AKP yöneticileriydi. Demirel Hükümeti’nin gençliğin bu antiemperyalist demokratik mücadelesinin üstesinden gelememesi üzerine ABD ve NATO orduyu harekete geçirtti, 12 Mart 1971’de orduya bir darbe yaptırttı. Başbakan Demirel şapkasını alıp gitti. Daha önce 1960 senesinde ABD Menderes’e karşı da orduya bir darbe yaptırtmıştı. Menderes bunu hayatıyla ödemişti. Bundan sonra takriben her 10 senede bir ABD ve NATO Türkiye’de bir darbe yaptırmışlardır. Son darbe ise 15 Temmuz 2016’da yaptırtılan Gülen ve Erdoğan arasındaki iktidar kavgasının yol açtığı kontrollü darbe idi.    

ABD ve NATO’ya karşı halk dışında bir tepki zaman zaman hükümetlerden gelmiştir. Hükümetlerin tepkisi kendilerine karşı ABD ve NATO’nun yaptığı darbeler nedeniyle değildi. Bu darbeler genellikle sosyal olaylara karşı, onları bastırmak ve ezmek nedeniyle yapıldığı için egemen burjuva çevrelerinde kabul ve destek buluyordu. Darbenin yapılması arzu bile ediliyordu. Hükümetlerin ABD ve NATO’ya tepki gösterdiği olaylar, onlarla arasının açılmasına neden olan konular ise Türkiye’nin sözde milli çıkarlarında ortaya çıkan görüş ayrılıklarıdır. Türkiye’nin milli davası için yapılan konular ise; Yunanlılar’la olan Kıbrıs ve 12 Adalar’a dahil Ege sorunu, Kürt sorunu ve diğer ulusal ve dinsel azınlıklar sorunudur. Bu sorunların da altında Türkiye’nin içerde “kendi” halkları ve azınlıklarıyla, dışarda da komşularıyla barışmayı ve barış içinde birlikte yaşamayı başaramamış olması yatmaktadır. Hem içerde, hem dışarda Türkiye sürekli şiddete, baskıya, güç kullanmaya, caydırmaya, askeri operasyonlara ve müdahalelere başvurmuş, Osmanlı yayılmacılığı ve barbarlığı elden bırakmamıştır. Erdoğan günümüzde bu anlayış ve uygulamaların baş temsilcisidir.

Sovyetler Birliği ve Reel Sosyalizm’in var olduğu dönemde Türkiye, bir tek Kıbrıs konusu hariç, hem içte hem dışta bu saldırılarını rahatlıkla yapabilmiştir. Ne ABD ve Batı’dan, ne NATO’dan bir tek tepki gelmemiştir. Onlar Türkiye’nin barbarlıklarını görmezden gelmişler, hatta arkasını sıvazlamışlardır. Önemli olan Türkiye’nin Sovyetlere karşı NATO’nun sadık ve güvenilir bir üyesi olmasıydı. ABD ve NATO’dan gördüğü bu destek sayesinde Türkiye içerde Kürtlerin isyanlarını ve hak taleplerini kanla bastırdı, azınlıkları asimile etti, Ermeni ve Pontus katliamlarıyla yüzleşmedi, komşularıyla barışmadı, onlara hep Osmanlı anlayışıyla üstten bakmaya devam etti. Bu durum Reel Sosyalizm yıkılıncaya kadar sürdü. Yalnız Kıbrıs Çıkartması Batı’dan ve NATO’dan, sosyalist ülkelerden büyük tepki aldı. ABD ve NATO hemen Türkiye’ye karşı ambargo uyguladı. Döviz yokluğu, benzin yokluğu, yedek parça yokluğu ülke ekonomisini, yaşamı felce uğrattı. Tanklar yürüyemez, F16’lar uçamaz oldu. Bu Demirel’in “70 cente muhtacız” dediği dönemlerdi. Durum ancak 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle değişebildi. Ama Türkiye Kıbrıs çıkartmasıyla hâlâ yüzleşmiş değildir. Bu nedenle Kıbrıs sorununa hâlâ barışçıl bir çözüm bulunamamakta, Türkiye’nin uluslararası alanda soyutlanmasına neden olmaktadır.

Reel Sosyalizm sonrası Türkiye kendini sorgulayamadı

Reel Sosyalizm’in çöküşünden sonra NATO ve Batının, hatta dünya kamuoyunun Türkiye’ye bakışı ve yaklaşımı değişti. Artık Türkiye’nin içte ve dışta uyguladığı şiddet ve saldırılara geçmişte olduğu gibi müsamaha gösterilmesi, göz yumulması için bir neden kalmamıştı. Hatta Batı ve NATO Türkiye’ye Kürt sorununu barışçıl ve demokratik yollardan çözmesi, Ermeni jenositiyle yüzleşilmesi, Ermenistan’la barışılması, Kıbrıs ve Ege konusunda yeni bir hamle yapılması, Yunanistan’la dostluğun geliştirilmesi için baskı yapmaya, eleştirmeye, bu konularda Türkiye’yi sallamak için kendi ulusal meclislerinde ve uluslararası kuruluşlarda Türkiye’yi itham eden kararlar almaya başladılar. Türk tarafı ise, özellikle kendine solcu, demokrat diyen liberal, ulusalcı aydın kesimi ise, Batının bu tutum, davranış ve kararlarını emperyalizmin Türkiye’ye müdahalesi olarak algılamaya ve “keskin” birer antiemperyalist kesilmeye başladılar. Onların bu tutumunun ise anti-emperyalistlikle bir ilişkisi yoktu. Tam tersine kendi hükümetlerinin içerde kendi halklarına ve vatandaşlarına karşı işlediği barbarlıkları, insan hakları suçlarını, dışarda komşulara karşı yaptığı saldırıları savunur konuma düştüklerini görmüyorlardı. Bir demokratın, bir antiemperyalistin ilk görevi kendi devletinin işlediği insan hakları suçlarına karşı çıkmaktır. Gayet tabii ki dışardan hükümet de olsa ülkeye yapılan müdahaleler rencide edicidir. Şeklen hoş bir şey değildir. Ama yapılan eleştirilerin içerik olarak doğru olup olmadığına bakmak gerekir. Çünkü Türk hükümetlerinin Ermenilere, Kürtlere ve azınlıklara karşı işledikleri insanlık suçudur. Dünyanın neresinde olursa olsun bu suç işlenirken kimse susmamalıdır. Kendi ülkesinde kendi hükümetleri tarafından işlenen bu insanlık suçlarına karşı çıkmak Batılılardan önce Türk aydın ve demokratlarının, solcu ve devrimcilerinin görevi olmalıdır.

Hükümetin Kürtlere karşı Türkiye’de, Irak’ta, Suriye’de yaptığı saldırılara karşı çıkılmadığı, sorunların barışçıl ve müzakereler yoluyla çözümünü savunulmadığı sürece Erdoğan’ın Washington’da, Londra’da, NATO’da, BM’de Batılılarla yaptığı ağız kavgalarına bakarak, Türkiye’nin dışarda iyi temsil edilmediğini söylemek, Türkiye’ye haksızlık yapıyorlar diye Batılılar’a kızmak ülkenin temel sorunlarından kaçmaktır. Sorun Erdoğan’ı Batılılar’la giriştiği ağız kavgaları nedeniyle eleştirmek değil, sorun Erdoğan’ı Kürt sorunu konusundaki faşist gerici saldırgan politikasını ve uygulamalarını eleştirmektir. Cihatçı İŞİD ve EL-Kaideciler’le işbirliğine karşı çıkmak, YPG’nın İŞİD’e karşı savaşan bir örgüt olduğunu belirtmek gerekmektedir. PKK ve YPG’yi düşman ilân etmekle Kürt sorununun çözülmeyeceğini, Kürt sorununun çözümü için Öcalan ve Demirtaş’ın özgürlüğe kavuşması gerektiğini savunmak gerekmektedir. S-400’lere, silahlanmaya, savaşa, fetihlere karşı çıkmanın, komşularla dost olmanın, emperyalist müdahalelere karşı koymanın yolu içte eşitlik, özgürlük, özerklik ve barış temelinde demokratik bir Türkiye’yi yaratmaktan geçtiğini görmek ve halka anlatmak gerekmektedir.

Eğer Türk aydın ve demokratları Ermeni Soykırımı’yla yüzleşseydi, Kürt Halkı’nın ve diğer halk ve azınlıkların taleplerine sahip çıksaydı, halkını aydınlatsaydı, bu konularda hükümeti zorlasaydı ve adımlar atılsaydı emperyalistlerin müdahaleleri çoktan boşa çıkarılmış, demokratik bir Türkiye yolunda büyük mesafeler katedilmiş olurdu. Türkiye de bugün uluslararası alanda yaşadığı “değerli yalnızlığı” yaşamaz, itilip kakılmaz, dünya halkları ve devletleri arasında saygın ve itibarlı yerini almış olurdu. Bu olmuyorsa iğneyi önce kendimize batırmamız gerekir.

Bir yanıt yazın