Haber / Yorum / Bildiri

Bolivya’da darbe, 2019 Kimya Nobel Ödülü, Rojova’daki devrimci direniş..

Bu üç olay arasında bir ilişki olabilir mi?

Zafer AKMAN

Stokholm’da İsveç Kraliyet Bilim Akademisi 09.10.2019 günü bu yılın Kimya dalındaki Nobel Ödülü kazanan bilim adamlarının ismini ve yaptıkları bilimsel buluş ve çalışmalarını açıkladı. Bu Nobel Ödülüne ABD’li bilim adamı Goodenough, ABD’de çalışan İngiliz Whittingham ve Japon bilim insanı Yoshino lityum ve lityum iyon aküleri üzerine yaptıkları çalışmalar ve buluşlarla teknolojide bir devrim yarattıkları için layık görüldüler. Bu bilim insanlarının yaptıkları buluşlarla bugün herkesin elindeki cep telefonları, çantasındaki laptopları ve önümüzdeki yıllarda bineceğimiz elektrikli arabaları kullanmak mümkün olmaktadır. Zira bu cihaz ve araçları çalıştıran pil ve aküler lityum iyon teknolojisi ile yapılmaktadır. Yani günümüzdeki iletişim ve ulaşım teknolojisinin can damarı lityum. Bu bilim insanları insanlık için büyük bir icada imza atmışlardır.

10.11.2019 günü Bolivya’da asker ve polis birlikte Başkan Evo Morales’i ve Başkan Vekili Alvaro Garcia Linera’yı istifaya zorlayarak bir darbe gerçekleştirdiler. Morales ve Linera ülkede bir iç savaşa yol açmamak için direnmeden ülkeyi terketmek ve Meksika’ya iltica etmek zorunda kaldılar. Darbenin görünür nedeni seçim sonuçlarına muhalefetin itirazı ve protesto gösterileriydi. 20 Ekim 2019’da yapılan seçimlere Morales dışında eski başkan Mesa ve daha üç aday katılmıştı. Seçimde oyların % 47,07 Morales ve % 36,51 Mesa kazanmıştır. Bolivya anayasasına göre iki güçlü adaylardan biri % 40’ın üstünde oy alırsa ve diğer güçlü aday arasındaki oy farkı % 10’u geçerse en güçlü aday % 51’i bulmadan da cumhurbaşkanı olabilmektedir. Muhalefet seçimlerde hile var bahanesiyle seçimlerin yenilenmesini talep etti ve protestolara başladı, anayasayı saymadı. ABD, Amerikan Devletleri Örgütü OAS ve AB protestocuların arkasını sıvazladı ve olayları kışkırttı. Santa Cruz’da toplanan Hıristiyan oligarşistlerin lideri Camacho’yu ve paramiliter güçleri harekete geçirdi. Bu çıkışlar karşısında kan dökülmesine yer vermemek için Morales seçimlerin yenilenmesini kabul etti. Ama bu ABD için yeterli değildi. ABD polisi ve orduyu da harekete geçirerek darbenin yolunu açtı. Ordu Morales’ten desteğini çekti, polis ve Santa Cruz’dan gelen paramiliter güçler baskınlar düzenlemeye, devlet dairelerini işgal etmeye başladı, Morales’in evi tahrip edildi. Partisinin ismi “Sosyalizme Doğru Hareket” partisi olsa da, Morales direnmedi, iltica yolunu seçti.

Bunu fırsat bilen gericilik, faşist güçler hemen bir elinde İncil ile kendini geçici başkan ilan eden J. Anez’i desteklediler. Arkasından ABD, Brezilya ve AB Anez’i tanıdıklarını açıkladılar. Oldu bittiye getirip iktidara el koymaya çalıştılar. Ama bu kez MAS taraftarları harekete geçti, direnmeye başladı. Özellikle Bolivya’nın yerlisi İndogen halklar Anez’i tanımadıklarını ilan ettiler ve başkent La Paz’a yürüyüşe geçtiler. Asker ve polisle çatışmaya başladılar. Şimdiye kadar 25 kişi hayatını kaybetti. Morales’in kendisi de İndogen halklardandır ve bu halklardan seçilen ilk cumhurbaşkanıdır. Hümanist, ilerici, uzlaşmacı, ama halkına hizmeti esas alan bir liderdi. Anez ise İspanyol işgalcilerinden olup radikal köktendinci oligarşiyi ve ABD ile işbirliğini temsil eden bir gericidir. İlk işi Venezuela’da Maduro yönetimi ile ilişkiyi kesmek, ABD’nin desteklediği Guaido yönetimini Venezuela’nın yasal temsilcisi olarak tanımak ve Kübalı doktorları geri göndermek oldu. İlk açıklaması da “Tanrı İncil’in başkanlık sarayına geri gelmesine müsaade etti” olmuştur. Anez 2013 senesinde attığı bir Tweet’de yerli İndiolar’ı aşağılayarak şöyle diyordu: “Bolivya İndogenler’in şeytansı törelerinden kurtulacak, şehirler İndiolar için değildir, onlar yüksek dağlara, Şako’ya gitsinler.” Bu ırkçı kendisini başkan ilan ediyor ve “medeni” dünya da bu ırkçıyı başkan olarak tanıyor. Ama halk tanımıyor. Halk Morales ve onun dönemindeki kazanımları için savaşıyor.

Bu arada gericiler arasında da ayrılıklar çıkmaya başladı. Mesa hemen iktidarı almak istemiyor. Bolivya oligarşisisinin ve paramiliterler güçlerin başı konumunda olan Camacho ise darbeyi yürütme ve yasamayı ele geçirerek tamamlamak istemektedir. Ama parlamentonun üçte iki çoğunluğu MAS vekillerinden oluşmaktadır. Bu arada MAS vekilleri parlamentoyu toplamayı başardı, Senato ve meclis başkanını seçti ve seçimlerin yenilenmesi için muhalefetle görüşmeye başladı. Her ne kadar ordu hâlâ Anez’i destekliyor ve gerici güçler iktidarı ellerinde tutuyor olsalar da MAS parlamentoda bir güç merkezi oluşturmayı başarmıştır. İktidar mücadelesi devam etmektedir. Aralıkta seçimlerin yenilenmesi, ama ertelenmesi de mümkündür. Bolivya’da kim-kimi savaşı daha yeni başlıyor.

Darbeyle Nobel ödülünün ne ilişkisi var?

Şimdi diyeceksiniz ki Nobel Kimya Ödülüyle Bolivya’daki darbenin ne ilişkisi var? Şeklen olayların nedeni seçimler olsa da, olayların esas nedeni bu iki olay arasındaki ilişki de yatmaktadır. Bu ilişkinin adı veya kesiştiği nokta lityumdur, lityum iyonlu pillerdir. Nobel ödülü alan bilim insanları hafif bir alkali metal olan lityum üzerinde yaptıkları çalışmalar ve icatlarla bu metalin pil ve akü yapımına bir üst düzeyde çok elverişli olduğunu göstermişler, pil ve akü teknolojisinde bir devrim yaratmışlar, çığır açmışlardır. Bir nevi yeniden doldurulabilir olan lityum iyon pilleri geleneksel pil ve akü teknolojisine göre daha hızlı şarj yapılmakta, daha hafif ve daha uzun süreli ve ömürlü olabilmekte ve daha yüksek güç yoğunluğuna sahip bulunmaktadır. Bu piller yalnız cep telefonlarında ve laptoplarda değil önümüzdeki yıllarda büyük ölçüde akü olarak elektrikli arabalarda da kullanılacaktır. Artık bundan sonra otomobillerimize benzin ve mazot yerine lityum iyon aküleri koyacağız, “tank edeceğiz”. Böylece benzin ve mazotun çevreye verdiği büyük tahribat, özellikle hava kirliliği sonlandırılmış, iklim korunması için büyük bir adım atılmış olacaktır. Eskiden petrole “siyah altın” denirdi, şimdi de lityuma “beyaz altın” denmektedir.

Ne var ki bilim insanları insanlığın hizmetine sunmak, onların yaşam koşullarını kolaylaştırmak için yaptıkları buluşlar maalesef kapitalizm koşullarında en azından insanlığın bir bölümü için azap olmaktadır. Bu buluşlardan sonra otomobil tekelleri ve onların arkalarındaki ABD, AB, Japonya gibi emperyalist devletler dünyadaki lityum yataklarını ele geçirmek için harekete geçtiler. Geçmişte ve günümüzde petrol kuyularına hükmetmek emperyalistler için ne kadar önemliyse, günümüzde ve gelecekte de lityum yataklarına hükmetmekte o kadar önemli olacaktır. Geçmişte ve günümüzde nasıl petrol bölgeleri devletleri savaşlardan, darbelerden, diktatörlerden kurtulamadıysa, günümüzde ve gelecekte lityum yataklarına sahip ülkeler de savaşlardan, darbelerden, diktatörlerden kurtulamayacak. Ama emperyalizmin bu yasallığını kıracak olan halkların direnişidir. Lityum ülkelerinde bu direniş şimdiden başlamıştır. Petrol bölgesi Ortadoğu’da, özellikle Rojova’da bu direniş Kürt halkının direnişiyle iç içe gitmektedir.

Bugün dünyada en zengin lityum yatakları Latin Amerika’da üç devletin, Arjantin, Şili ve Bolivya’nın birleştiği köşede bulunmaktadır. Bu bölgedeki lityum yatakları dünya lityum kaynağının %70’sini oluşturmakta, bununda % 40’ı Bolivya’da bulunmakta ve 9 milyon ton olduğu tahmin edilmektedir. Bir otomobil aküsü için gerekli olan lityum 10 kg’dır. Ama lityum’u elde etmekte altın elde etmekte olduğu gibi ağır çevre sorunları ortaya çıkmaktadır. İndogen yerli halkın yaşadığı 4000 m yükseklikte büyük bir platoda bulunan lityumun çıkarılışı çevrede büyük bir hasar yaratmaktadır. Yatakları kazan makinalar dev bir toz yığını çıkarmakta, su kaynakları yok olmakta, artıklar çevreye zarar vermekte, hayvanlar, özellikle yerli halkın yaşam kaynağı olan lamalar ölmektedir. Lityum iyon aküleriyle metropollerde insanlar çevre kirliliğinden kurtulmakta ama lityum yataklarının olduğu yerlerdeki halka yaşam zehir edilmektedir.

İşte ülkesi Bolivya’daki zengin lityum yataklarının talan ve yağma, çevrenin tahrip edilmesine karşı koyan Bolivya Cumhurbaşkanı Evo Morales oldu. Onun bir darbe ile devrilmesinin esas nedeni ülkesinin lityum zenginliğine sahip çıkmasıdır. Seçimlere hile karıştırıldı iddiası ise darbe için yalnız bir bahanedir. Morales seçim kampanyasını ‘yeraltı zenginliklerinden elde edilen kârlar dışarı gitmeyecek, Potosi tekrar etmeyecek’ belgileriyle yürütmüştür. 16. yüzyılda İspanyollar Potosi dağındaki gümüş ve diğer madenleri yağmalamışlar ve İspanya’ya götürmüşlerdi. Günümüzde “Potosi bir daha tekrar etmeyecek” demek lityum madenini geçmişte gümüşün talan ve yağma edildiği gibi yağmalatmayacağız demektir. Morales’in iktidara geldiği 2006 senesine kadar ülkedeki gaz ve petrol kaynaklarını işleten uluslararası tekeller kârın % 82’sini kendileri alıyor, % 18’ini de Bolivya’ya bırakıyorlardı. Morales bu oranı ters çevirdi. Yabancı tekellerin ülkeyi talan etmesine son verdi. Şimdi sıra lityumun nasıl çıkarılacağına ve işleneceğine geldi.

Morales bir konuşmasında şöyle diyordu: “Lityum gibi yeraltı kaynaklarımızı endüstriyel olarak gerçekten kendimiz işletmek istiyoruz. Artı değeri kendimiz almak istiyorsak başka seçeneğimiz yoktur. Eğer kendi hammaddelerimizi sanayileştirmekten vazgeçersek Bolivya’yı hiç bir zaman değiştiremeyiz.” Zira lityumu kazanmak isteyen yabancı şirketler hammaddeyi çıkarıp alıp gitmeyi, onun işlenmesini ve pile dönüştürülmesini Avrupa’da yapmak istiyorlar. Morales ise lityumun çıkarılıp pile dönüştürülünceye kadar geçen sanayileştirme sürecinin Bolivya’da gerçekleşmesi koşulunu getiriyor. Yabancı firmalar ise böyle bir anlaşmaya yanaşmıyorlar. Bunun üzerine Morales hükümeti kendi gücüyle lityumu çıkarıp işlemeyi deniyor. Ama gerekli know-how ve teknoloji eksikliği ortaya çıkıyor. Yabancı kapital gereksinimi doğuyor. İhalenin büyük kısmını bir Alman, bir kısmını da Çin firması kazanıyor. Bu firmalar lityumu çıkarmaktan pil ve aküye dönüştürülünceye kadar bütün üretim süreçlerinin Bolivya’da gerçekleşeceğini taahhüt ediyorlar. Kurulacak ortak şirketlerin % 51’i Bolivya’ya % 49’u yabancılara ait olacak. Çevre kirlenmesini önlemek için de kullanılacak enerjinin yarısı solar teknikle üretilecek, su ise temizlenip yeniden kullanılacak, artıklar etkisiz hale getirilecek. Bu ardıcıl tavrıyla Morales hükümeti hem maden işletmeciliğinde çevrenin nasıl korunabileceğine hem de ülkenin nasıl sanayileşip kalkınabileceğine bir örnek oluşturdu ama tekellerin ve emperyalist devletlerin gözüne de diken gibi battı. Lityum zengini diğer iki Latin Amerika ülkesi Şili ve Arjantin lityum işletmesini ulusal ve uluslararası tekellere bırakmış, çevre yok denecek kadar dikkate alınmamış, oluşan çevre kirliliği, zehirli tozlar ve etkisizleştirilmeyen kimyasal artıklar bitkilerin, hayvanların, lamaların ve insanların yaşam alanlarını bitirmektedir. Onlara göre bu “kolaylıkları” sağlamayan Morales devrilmesi gereken bir “düşmandı”.

Çıkarılacak bazı dersler

Bolivya’da olayların nasıl gelişeceği daha belli değil. Ama ABD ve diğer emperyalist güçler gaspettikleri iktidarı kaybetmemek için her türlü yola başvuracaklardır. Halk da, özellikle İndogen haklar ve sendikalar da iktidarı geri almak için mücadeleyi elden bırakmayacaklardır. Morales’in iktidarı bırakıp gitmesi büyük bir hata idi. Morales’in hatasının daha büyüğü 14 yıllık iktidarı döneminde oligarşiye değil halka hizmeti esas alan bir polis teşkilatı ve ordu oluşturamamış, halkı direnmek için örgütleyememiş olmasıdır. Santa Cruz oligarşisi ve onun paramiliter güçleriyle mücadeleyi ardıcıl yapmamasıdır. Polis oligarşinin bu vurucu gücüyle birleşip karşı devrim isyanını çıkartmıştır, ordu bunları desteklemiştir. Bolivya halkının kazanımları ve geleceği Morales’ın iyi niyetli, uzlaşmacı tutumuna feda olmuştur. Sınıf savaşı iktidarı alacak ve koruyacak devrimci, tutarlı, karşı devrimcilere taviz vermeyen, anında müdahale eden davranışlar ve tavırlar ister. Eğer silahlı güçlere güvenmiyorsan halkı silahlandıracaksın. Silahsız direnen İndogen halklar ve işçiler silahlı paramiliter güçlere, polise ve askere ne kadar dayanabilir? ABD ve Batı Venezuela’da da Madura’yı devirmek için son bir yıldan beri aleni olarak aktif biçimde uğraşıyor, ama başaramıyor. Guaido yönetiminde bir idare oluşturmasına rağmen Maduro’yu deviremiyor, çünkü ABD ve Guaiso orduyu ve polisi ne yanına çekebildi ne de parçalayabildi. Chavez döneminde antiemperyalist, yurtsever anlayışla yetişmiş bir ordu olmasaydı Maduro’yu ABD çoktan devirmişti. Antiemperyalistliğin, emperyalizm karşıtlığının toplumun tüm katmanlarına ulaştırılması çok önemlidir.

Antiemperyalist olmak

Antiemperyalistliğin önemli bir göstergesi ülkeyi emperyalizme olan bağımlılıktan kurtarmaktır. Bunun için ülkenin yeraltı ve yerüstü zenginliklerini millileştirmek şarttır, ama yeterli değildir. Bundan sonra atılacak olan adım oligarşinin, işbirlikçi burjuvazinin gücünü sınırlamak ve ellerindeki kapitali yavaş yavaş kontrol altına almaktır, bu alanda kamuoyu yaratmaktır. Bunun için Chavez ve Morales’in yaptıkları gibi ülkenin zengin petrol ve gaz yatakları millileştirildikten sonra gelirlerinin halka dağıtılması, halkın hayat koşullarının, sağlık, eğitim düzeylerinin iyileştirilmesi atılması gereken zorunlu adımlardı. Bu adımlarla halk büyük ölçüde yokluktan yoksulluktan ve çaresizlikten kurtulmuştur. Eğer bugün halkın büyük çoğunluğu hâlâ Maduro ve Morales’i savunuyor ve destekliyorsa bu onların yoksul halka sağladıkları insanca yaşam koşulları sayesindedir. Halk canla başla kazanımlarını savunmaktadır. Ama aynı şekilde atılması gereken zorunlu bir adım da üretim için, ülkenin sanayileşmesi için atılması gereken adımlardı. Tüketim ve üretim arasındaki dengenin çok iyi kurulması, gaz ve petrol gelirlerinin büyücek bir kısmı halka değil, sanayii yatırımlarına yönlendirilmeliydi. Maalesef bu yönde de çok eksiklikler olmuştur. Genellikle ülkenin sanayileşmesi, ulusal bir sanayii yaratılması ihmal edildi. Ulusal bir sanayii gelişmeden işbirlikçi burjuvaziyi kontrol altına almak zordur.

Sanayileşme ve kalkınma ise günümüz koşullarında emperyalistlerle belirli bir işbirliğini de dayatır. Onlardan teknoloji almadan, kapital sağlamadan kalkınma adımları atmak kolay olmamaktadır. Bunun için emperyalistler arasındaki çelişkileri değerlendirmek ve kullanmak çok önemlidir. ABD ile sorunları olan Almanya, Fransa gibi emperyalist devletlerle işbirliğinden çekinmemek, ama dikkatli olmak gerekir. Morales’in lityum yataklarının işletilmesi için Almanlarla yaptığı işbirliği buna iyi bir örnektir. Hem teknoloji ve kapital sağlıyor, hem üretim ve istihdam yaratıyor. İşbirliği konusunda eski sosyalist ülkeler olarak Rusya ve Çin her seferinde dikkate alınmalıdır. Onların klasik emperyalist devletlerle olan çelişkileri işbirliği için yeni olanaklar yaratmaktadır. Gelişmekte olan ülkeler için kalkınma ve emperyalist bağımlılıktan kurtulma reel sosyalizm döneminden çok farklı bir yolda seyretmesi kaçınılmaz olarak karşımıza çıkmaktadır. 

21.Yüzyıl Sosyalizmi

Bugün Latin Amerika’da yaşanan darbelerin, emperyalist müdahalelerin bir başka nedeni de, bir zamanlar Venezuela’da, Bolivya’da, Brezilya’da, Ekvator’da, Nikaragua’da Chavez, Morales, Lula gibi sosyalist, sosyal demokrat, ilerici liderlerin iktidara gelmesiyle Latin Amerika’da estirilen 21. Yüzyıl Sosyalizmi rüzgarını günümüzde ABD ve emperyalist güçler tarafından durdurmaya, geri çevirmeye çalışılmasıdır. Şüphesiz Latin Amerika’da yaşananlar sosyalizm değildi. Ama sosyalizme doğru yol alabilmek için ilk yapılması gereken adımlardı; iktidarı almak, zenginlik kaynaklarını millileştirmek, halkın yaşam koşullarını düzeltmek. Ama sosyalizm için bunlar yeterli değildir. Sosyalizm için “burjuvazinin elinden bütün kapitali tedricen çekip almak, bütün üretim araçlarını devletin, yani egemen sınıf olarak teşkilatlanmış proletaryanın elinde merkezileştirmek ve bütün üretici güçler kitlesini mümkün olduğu kadar süratle çoğaltmak” gerekmektedir. (Komünist Manifesto). 21. Yüzyıl Sosyalizminde olmayan Marks ve Engels’in bu tespitleriydi. Ama bu yönde gelişme ihtimali çok yüksekti ve bunun için de emperyalizmin gözüne 21.Yüzyıl Sosyalizmi diken gibi battı. ABD’nin böyle bir deneye Allende Şili’sinden sonra ikinci kez tahammülü yoktu, önünün alınması gerekiyordu. Çünkü onlara göre sosyalist yolun ilk kazanımlarını tadan halkın ne yapacağı belli olmazdı. Tüm yenilgilere rağmen Latin Amerika’da yaşananlar işçi ve komünist hareket için önemli bir deneydir. Sonunda zafer emperyalistlerin değil, halkların olacaktır.

Rojova Devrimi lityum ve petrol

Şimdi Rojova Devrimi’yle Bolivya’daki darbenin ve lityum madeninin ne ilgisi var diye sorulabilir. Biri Latin Amerika’da, diğeri Ortadoğu’da. Aralarında binlerce km. mesafe var. Ama ikisi arasında hem şeklen hem de öz olarak benzerlikler vardır. Lityum enerji, elektrik üreticisi değildir, depolayıcısı ve taşıyıcısıdır. Enerji, elektrik üreten madde hala daha petrol ve gazdır. Lityum iyonlu pil ve aküleri doldurmak için gerekli olan cereyanı üreten madde, petrol ve gaz büyük ölçüde Ortadoğu’da bulunmaktadır. Emperyalistler şimdi lityum yataklarına sahip ülkelere hükmetmeye kalkıştıkları gibi, daha çok önceleri petrol ve gaz yataklarına sahip ülkelere hükmetmeye başlamışlardı. Emperyalistler Ortadoğu’yu hep kendi canalıcı yaşam alanı olarak ilan etmişler, bu bölgede savaşlar, darbeler, diktatörler, otokratlar hiç eksik olmamıştır. Özellikle son yıllarda enerji üretiminde petrole göre daha az çevre sorunu yaratan gaz öne geçmiş, zengin gaz yataklarının olduğu İran, Katar ve Doğu Akdeniz’in önemi birden artmıştır. İran ve Katar’ı kapsayan Güney Pars bölgesinde 14 trilyon metreküp ve Doğu Akdeniz’de 2,3 trilyon metreküp doğal gaz olduğu tahmin edilmektedir. Bugün Suriye’de yaşanan savaş Güney Pars bölgesindeki doğal gazın Avrupa’ya nasıl ulaştırılacağı sorununda yatmaktadır. Türkiye’de daha “terör koridoru”nun sözü olmazken Suriye’nin kuzeyinden geçecek “enerji koridoru”, “gaz ve petrol koridoru”ndan bahsediliyordu. İşte bu koridor savaşın esas nedenini teşkil etmiştir.

İran, Latin Amerika ülkelerinden Bolivya, Venezuela gibi yeraltı zenginlik kaynaklarını, özellikle doğal gazını kendi çıkarıp, kendi işleyip, kendi pazarlamak istemektedir. ABD ise buna karşıdır. O Pers gazının hem çıkarılmasına hem de pazarlanmasına sahip olmak istemektedir. İran da buna müsaade etmiyor ve direniyor, ABD’nin yaptırımlarını göğüslemeye çalışıyor. ABD’de de İran’ın bu yöndeki bütün girişimlerinin önünü kemeye çalışıyor, ambargo uyguluyor, İran’ın içini karıştırıyor. İran’la ABD arasındaki kavganın altında yatan gaz ve petroldür, özellikle doğal gazın İran tarafından çıkarılması, zenginleştirilmesi ve Avrupa’ya ulaştırılma sorunudur.

Bu arada ABD Rus doğal gazına bağımlı hale gelen Avrupa’yı bu bağımlılıktan kurtarmak için Güney Pars bölgesindeki doğal gazın Avrupa’ya ulaştırılması planları yapmaya başladı. Bunun için 2009 yılında Güney Pars bölgesindeki Katar’ın doğal gazını Suudi Arabistan, Ürdün, Suriye ve Türkiye üzerinden Avrupa’ya ulaştırmayı sağlayacak bir boru hattı planladı. Bu boru hattına Suriye’nin müsaade etmesi için Esad’a başvuruldu. Aynı zamanda İran da Güney Pars bölgesindeki doğal gazın Avrupa’ya ulaşabilmesi için Irak üzerinden Suriye ve Lübnan’ın Akdeniz limanlarına bir boru hattı planı yaptı. Böylece İran Akdeniz’e ulaşmış, Suriye’deki kendine yakın Esad rejiminin ve Lübnan’daki Hizbullah’ın konumunu güçlendirmiş ve İsrail’i zor duruma düşürmüş olacaktı. Bu sayede ekonomik olarak güçlenecek, nükleer silah projesiyle birlikte bölgesel büyük bir güç haline gelecekti. ABD’nin böyle bir projeye izin vermeyeceği “açıktı”. 2011 senesine gelindiğinde Esad ABD’nin planını reddederken İran’ın projesini ise onaylıyordu. Tam bu zamanda Suriye’de enerji sıkıntısı ve yüksek gıda fiyatları nedeniyle protestolar patlak verdi. Arap Baharının bir devamı olarak görülen bu gösteriler ABD, Türkiye ve Suudi-Arabistan başta olmak üzere Körfez krallıklarının katkısıyla Esad rejimini devirmeyi hedefleyen silahlı bir isyana dönüştü. Dünyanın dört bir tarafından cihatçılar toplanıp Esad’a karşı savaşa geçildi. Erdoğan en kısa zaman içinde Şam’da Emevi Camii’nde Cuma Namazı kılma hayalleri kuruyordu. Ama olamadı, kursağına takılıp kaldı.

Rojova Devrimi başlıyor

Esad İran ve Rusya’dan aldığı destekle güçlü bir direniş sergiledi. Cihatçılar’la Esad’ın yıkılamayacağı kısa zamanda ortaya çıktı. Erdoğan Esad’a karşı savaşta Suriyeli Kürtleri kazanmaya çalıştı. PYD lideri Salih Müslim 3-4 kez Türkiye’ye geldi gitti. Müslim, Esad sonrası demokratik bir Suriye’nin oluşmasını ve Suriye’de Kürtlerin ve diğer halkların özerkliğinin tanınmasını istedi. Ama Erdoğan bunu kabul etmedi. Onun planında Kürtlere hiç bir hak yoktu. Kürtler de Esad’ın çekilmesiyle Suriye’nin kuzeyinde Rojova’da doğan iktidar boşluğunu doldurup diğer halklarla birlikte özerk demokratik bir federasyon oluşturdular. Erdoğan bu kabul edilemez, bu bir “terör koridoru”dur diye yaygarayı basmaya başladı. Gaz koridoru unutuldu. Bu arada Esad’ı yenemeyen cihatçılar Suriye’de kendi kurtarılmış bölgelerinde kendi dükalıklarını kurmaya başladılar. Bunlar arasında İŞİD büyüyerek Batıya karşı barbar terör eylemleri düzenlemeye başladı. Artık ABD ve Batı için Ortadoğu’da İŞİD diye bir terör oluşumu vardı. Bu cihatçı terör örgütüne karşı savaş Esad’a karşı savaştan daha önemliydi. ABD ve Batı bütün gücüyle İŞİD’e karşı savaşa yöneldi. Erdoğan ise bu cihatçılarla ilişkiyi kesmedi ve onlara yardım etmeye devam etti. Hatta onları Rojova’da Kürtlerin, onların oluşturdukları demokratik kantonların üstüne sürdü. Kürtler 7’den 70’e silahlandı, topraklarını savunmaya başladı. Kobane’de yazılan destan İŞİD’in sonunun başlangıcı oldu. İŞİD’e karşı savaşan ABD ve Batı da Kürtlerin İŞİD’e karşı bu mücadelesini desteklemeye başladılar. En sonunda İŞİD ortak bir savaşla Rakka’da yenildi, “bitirildi”.

Kürtlerin uluslararası alanda kazandıkları bu itibar karşısında saldırganlaşan Erdoğan’da Kürt düşmanlığı iyice kabardı. “YPG/PYD güney sınırımızda bir terör koridoru oluşturdu, sınırlarımızın güvenliği tehlikeye girdi” diye yaygarayı kopardı. Oysa Rojova’da Kürtlerden gelen bir tehlike yoktu. Tehlike dediği ise Kürtlerin hem Rojova’da hem uluslararası alanda kazandıkları politik statü idi. Bu anlayışla Türkiye Ortadoğu’da sürekli sorun çıkartan bir ülke konumuna düşmektedir. Türk egemen güçleri Kürt düşmanlığı anlayışını yenmeden ülkeye ve Ortadoğu’ya barışın gelmesi zorlaşmaktadır. Kürt düşmanlığı anlayışını yenmek Türk aydın ve demokratlarının, sol ve devrimci güçlerinin günümüzde üzerlerine düşen en büyük “yurtseverlik ve enternasyonalist olma” görevidir. Bu anlayış kırılmadan Erdoğan’ın faşizan gerici iktidarı da kırılmaz! Burada susmak Erdoğan’a destektir. Nitekim Erdoğan Kürtlerin Rojova’daki kazanımlarını yok edebilmek için Putin’le Trump arasında mekik dokudu ve onlarla anlaşarak Kuzey Suriye’nin bir bölümüne daha girdi. SDG ve YPG/YPJ’yi 30 km sınırdan uzaklaştırmayı sağladı. Böylece sözde “terör koridoru”nu parçalamış oldu. Oysa bu “operasyonla” Türkiye daha büyük bir tehlikenin içine gitmiş, Ortadoğu’da bataklığa iyice saptanmış odu. Evet, SDG 30 km geri çekildi, ama varlığını koruyor. Bir yandan Erdoğan’ın yeniden uyandırdığı İŞİD hücreleriyle savaşa devam ediyor, diğer yandan Erdoğan’ın “bizim” dediği 120 km’lik sahada direnişe öncülük ediyor. Zira Rojova devriminin en önemli özelliklerinden bir halkın tümden silahlanmış ve kendini savunabilecek güçte olmasıdır. SDG cephede savaşan güçtür. En büyük güç cephe arkasında halkın oluşturduğu direngenlik ve şuralar örgütüdür. Bu gücü ne İŞİD ne de Erdoğan yenebilir. Türkiye bir gün Rojova’ya girdiğine bin pişman olacak, ama o zaman vakit de çok geçmiş olacak, Türklerle Kürtler arasında kapanması zor yeni yaralar açılacaktır. Bunu önlemenin yolu daha şimdiden eşitlik, özgürlük, özerklik ve demokrasi temelinde Kürtler ve diğer halklarla birlikte barış içinde ortak yaşam için mücadeleyi yükseltmek gerekmektedir.

Rojova Devrimi’nin Latin Amerika’daki hareketlerle benzeşen yanlarına kaşın, onu ondan ayıran en önemli özellik Rojova’da halkın demokratik şekilde hem silahlı hem politik örgütlenmiş olmasıdır. Baskı uygulayacak bir gücün, Esad rejiminin orada bulunmaması halkın kendi politik ve savunma örgütünü yaratmasını kolaylaştırmaktadır. Rojova’ya en büyük tehlike dıştan büyük emperyalist güçlerden değil Türkiye’den gelmektedir. Büyük emperyalist güçler Rojova Kürtlerini ve diğer halkları İŞİD’e ve İran’ın Akdeniz’e açılma politikasına karşı bir müttefik olarak görmektedirler. Şu anda Kürtlerin de böyle bir ittifaka var olabilmeleri için ihtiyaçları vardır. Kürtleri bu ittifaka zorlayan ise Türkiye’nin, özellikle Erdoğan’ın Kürt düşmanlığı politikası ve saldırganlığıdır. Bu politikanın yenilmesi Ortadoğu halkları için böylesine hayatidir. Kürt ve Türk halklarının kuracağı bir ittifak Emperyalist güçlere karşı Ortadoğu barışının temeli olacaktır. Rojova Kürtlerini, kazandıkları politik statü, ulaştıkları bilinç ve örgütlülük düzeyi ile yok saymaya, onlara boyun eğdirmeye artık bundan böyle ne Türkiye’nin ne de Esad’ın gücü yeter. Aynı şekilde emperyalizme karşı direnen Latin Amerika halklarının gücünü de kimse kıramayacaktır. Zafer hem Latin Amerika’da hem Rojova’da halkların olacaktır.

Bir yanıt yazın