Haber / Yorum / Bildiri

Lenin’i ölümünün 100. yılında anarken Suphileri de anmak

Altay PAMİR

1924 yılının Ocak ayının 21’inde Lenin hayatını kaybetti. Bu yıl, yani 2024 onun ölümünün 100. yılı. Uzun yıllar Avrupa’da sürgünde yaşayan Lenin’in hayatında en önemli belirleyici anlardan biri şüphesiz 1917 Şubat’ında Rusya’da patlak veren Şubat devriminden sonra ülkesi Rusya’ya dönüşüdür. Devrim haberini alan Lenin’in o anda neler düşündüğü, neler yaptığı, ne karar aldığı, nasıl yola çıktığı sürgünde yaşayan ve ülkesine dönme kararıyla karşı karşıya kalan her devrimci için mutlak önemli derslerle doludur. Aynı ve benzer sorular ve alınacak tutum 1920 yılının sonunda Sovyet Rusya’dan veya Baku’dan Türkiye’ye gelmeyi planlayan ve 1921 yılı başında Türkiye’ye, Kars’a ulaşan, ama 28/29 Ocak 1921 gecesi Karadeniz’de katledilen Suphiler için de geçerlidir. Muhakkak her iki olay, içinde bulunduğu koşullar nedeniyle karşılaştırılamaz, ama her iki durumda ülkesine dönüşü söz konusu olduğunda her devrimciye örnek olacak yanlar vardır. Bu nedenle önce Lenin’in, sonra Suphi’lerin dönüşüne bir bakmak gerekir. Böylece hem Lenin’in, hem Suphilerin dönüşünü sık sık tartışmaya açanlar da belki burada bir cevap bulabilirler.

Rusya’da 1917 Şubat’ı

Yıl 1917’nin başları. 1914’de başlayan Birinci Dünya Savaşı başını İngiltere ve Fransa’nın çektiği Antant – İtilaf Devletleri bloku ile yine başını Almanya ve Avusturya’nın çektiği İttifak Devletleri blokundan oluşan iki blok arasında tüm şiddetiyle devam etmektedir. Bu savaşta Osmanlılar Almanların yanında İttifak devletleri safından çarpışmaktadır. Rus Çarı ise Antant Devletleri safında Almanlara karşı savaşmaktadır. Ama Rus Çarının cephelerde durumu iyi değildir, üst üste yenilgiler almaktadır. Ölü ve yaralı sayısı hızla artmaktadır. O zamana kadar 1 milyon 700 bin ölü ve 5 milyon yaralı vardır. Savaş Rusya’nın zaten kötü olan ekonomik koşullarını daha da kötüleştirmiş hem ekonomik hem politik kriz derinleşmiştir. Ülkede halk perişandır. Her tarafta kıtlık vardır. Fırınlarda ekmek, çarşıda yakıt kıtlığı, pazarda pahalılık ve enflasyon. Halkın tahammül sınırı çoktan aşılmıştır. Açlığa karşı isyanlar başgöstermektedir.

1917 senesinin başında Rus köylüleri ayaklanır, işçiler fabrikalarda greve çıkarlar. O zamanki başkent Petrograd’da grev ve halk ayaklanmaları çığ gibi büyür. En büyük 30 bin işçisiyle Putilow fabrikası grevdedir. Çar isyancıların üstüne ateş açtırır. Çok sayıda ölü vardır ama askerlerin önemli bir kısmı artık isyancılara ve işçilere saldırmaz, saf değiştirmeye, işçi ve köylüerin yanında yer almaya başlar. Bu gelişmelerde belirleyici olan Petrograd Sovyetidir. Bunların talepleri: barış, ekmek ve özgürlük, savaşa hemen son verilmesi, köylüye toprak dağıtılması ve Çar’ın istifa etmelisidir. 

Rusya’da 1917 Şubat Devrimi

Bunları uygulamamakta direten Çar hem halk yığınları arasında hem ordu da, hem de parlamento (Duma’da) etkinliğini hızla kaybeder. Duma’daki burjuva partileri Çarlığın kendi çıkarlarına cevap vermediğini, cephede zafer kazanamadığını, halkın çarlığa karşı tepkisinin büyüdüğünü gördükçe çarlığa olan desteğini de çekmeye başlar. Devlet ve baskı aparatı hızla ayrışır, yıpranır, işlemez olur. Çarlık sistemi artık sona gelmiştir. İşçi, köylü, asker sovyetlerinin etkisi ve temsili gücü Duma’nınkinden kat kat üstündür. Petrograd’da yığınlar Duma’yı değil Petrograd Sovyet’ini desteklemekte ve dinlemektedir.

Devrim 8 Mart 1917’de Dünya Kadınlar Gününde Petrograd’da işçilerin kadın eşlerinin, asker annelerinin ve kadın işçilerin halkın ekmek ihtiyacının sağlanması için yaptıkları 200 bin kişilik yürüyüşe askerlerin saldırmak istememesi ve yürüyüşü askeri garnizonların desteklemesiyle başlar. (Bugün kullanılan Gregoryen takvimine göre 8 Mart o yıllarda Rusya’da kullanılan Jülyen takvimine göre 23 Şubat’a tekabül eder. Yani devrim o zamanki Rus takvimine göre 23 Şubat’ta başlamıştır, onun için de ismi Şubat Devrimi’dir.)

Devrim ve “İkili Egemenlik” veya “İkili İktidar”

Şubat öncesinde 1905 Devrimi’nden farklı olarak fabrikalarda, köylerde, askerler arasında hızla Sovyetler (şuralar) kurulur. Bu şuralar Rusya’nın her yanında yaygın olarak halk tarafından seçimlerde oluşmakta, etki ve temsili açıdan halktan kopuk olan Duma’ya karşı tam bir alternatif merkez haline gelmiş bulunmaktadır. Fiilen iki meclis vardır: Sovyetler ve Duma. Etkisini kaybeden Duma da Çara karşı başkaldırmaya başlar. 11 Mart’ta Çar Duma’yı dağıtma kararı alır, Duma bu karara uymaz. 12 Mart’ta tekrar Duma’da toplanır ve çalışmaya başlar. Diğer yanda Petrograd Sovyeti de çalışmaktadır. İki tane iktidar, güç merkezi vardır: Duma ve Petrograd Sovyeti. Ama esas güç Petrograd Sovyetindedir. “İkili egemenlik veya ikili iktidar” dönemi başlamıştır. 14 Mart’ta Petrograd Sovyeti askerlere gönderdiği bir talimatla bundan böyle Duma’nın değil Petrograd Sovyetinden gelen emirlere uyulayacağını bildirir. Bu gelişmeler karşısında Çar II. Nikolay hükümeti ve kurmayı ile birlikte 15 Mart 1917’de istifa eder, enterne edilir. Bir iktidar boşluğu doğar veya iktidar sokakta, “kapanın elinde kalacak” durumdadır.  

Çar istifa eder etmez Duma’daki burjuva partileri çoğu Kadet partisinden oluşan bir “Geçici Hükümet” oluştururlar. Sosyalist partiler bu hükümette temsil edilmiyordu. Sosyal devrimci Kerenski adalet bakanlığını üstlenmiştir. 15 Mart’ta Duma Komitesinin temsilcileriyle Petograd Sovyet’inin Yürütme Komitesi temsilcileri buluşur ve 8 maddeelik bir programda anlaşırlar. Bunlar arasında bir Kurucu Meclis seçimi, Sovyetlerin Geçici Hükümete katılmayacakları, ama Geçici hükümeti kontrol edecekleri gibi konular bulunmaktadır. Böylece “İkili Egemenlik”, “İkili İktidar” uygulanmaya geçmiştir. Bu özünde ise Sovyetlerin tek başına iktidarı alacağı yerde burjuvaziyle bölüşmesi anlamına gelmekte, kendisini hükümeti kontrol etmekle sınırlamaktadır.

Devrim haberini alınca yerinde duramayan Lenin

Rusya’da bu gelişmeler olurken Lenin “uzaktadır”, İsviçre’nin Zürih şehrindedir. Rusya’da olup bitenlerden haberi yoktur. Öğlene doğru Polanya devrimcisi Bronskiy Lenin’e uğrar ve “haberin var mı?” diye heyecanlı heyecanlı sorar. Bu anı Krupskaya hatıralarında şöyle anlatır:

“Bir gün öğle yemeğinden sonra İlyiç (Lenin) kütüphaneye gitmek için hazırlandığı sırada… bizi Boronskiy ziyaret etti: ‘Daha bilmiyor musunuz?’diye bize seslendi. ‘Rusya’da devrim patlak verdi’. Ve o bize biraz evvel çıkan bir özel sayıdaki telgrafların içeriğini anlattı. Bronskiy çıkar çıkmaz biz göle gittik. Orada koruyucu çatısı olan bir yerde tüm gazetelere çıkışlarına göre bakılabiliniyordu. Biz telgrafları tekrar tekrar yeniden okuyorduk. Gerçekten bu bir devrimdi. İlyiç’in beyni ateşli bir şekilde çalışmaya başladı…”

Lenin Geçici Hükümetle yapılanların yanlış olduğunu, uzlaşmaya gidilmeden açık bir politik yön, çizgi gerektiğini söylüyordu: “Hareket yayılmalıdır, yeni katmanlar kazanılmalıdır, yeni girişimler yaratılmalıdır, yeni gruplar hayata geçirilmelidir ve onlara ancak elinde silah iktidarı alan bir işçi delegeleri Sovyetinin barışı sağlama yeteneğine sahip olduğu gösterilmelidir, ispatlanmalıdır.” Lenin yerinde duramaz. Bir yandan yoldaşlarına, Bolşeviklere ne yapmaları gerektiğini açıklayan meektup yazmayı düşünürken, diğer yandan da nasıl bir an evvel Rusya’ya, Petrograd’a ulaşabileceğine kafa yormaya başlar. 

Uzaktan Mektuplar

Lenin Zürih’ten “Uzaktan Mektuplar” diye Bolşeviklere ne yapılacağı, nasıl davranılacağı konusunda 5 mektup yazar. İlk mektubu 20 Mart 1917’dedir ve bu mektup 21 ve 22 Mart’ta Pravda’da yayınlanır. Diğer mektupları yayınlanmaz. Çünkü Petrograd’daki Bolşevikler Lenin’le aynı görüşte değildir. Lenin mektuplarında Geçici Hükümet’in bir değerlendirmesini yapar ve bundan sonra yapılacaklar üzerinde durur.

Lenin ilk mektubunda emperyalist I. Dünya Savaşı’nın sınıf savaşını nasıl etkilediği ve bunun burjuvaziye karşı bir iç savaşa nasıl döndürüleceği üzerinde durur ve bu dönüşümün Rusya’da 1917 Şubat-Mart Devrimiyle başladığını, bu devrimin Çarlığın devrilmesiyle başlayan ilk aşamasının Çarlıktaki iki gücü, burjuvazi ve toprak burjuvazisiyle asker ve köylü vekillerini yanına çeken işçi vekilleri Sovyetini karşı karşıya getirdiğini belirtir. Devrimle üç politik ana güç ortaya çıkmıştır: 1. Yıkılan Çarlık ve taraftarları, 2. Burjuvazi ve Kadetlere kadar toprak burjuvazisi, temcilciliğini Kerenski Çheidze‘nin yaptığı küçük burjuvazi, 3. Tüm proleteryayla ve en fakir halk yığınlarıyla bağlar arayan işçi vekilleri Sovyeti. Bunların ilk ikisi arasında büyük fark yoktur, her zaman anlaşabilirler. Zaten onlar hükümeti oluşturmaktadırlar. İşçi vekilleri Sovyeti’nin görevi bu hükümeti desteklemek değil, kendi iktidarlarını gerçekleştirecekleri devrimin ikinci aşamasına geçmek için ilk aşamada kazandıkları özgürlükleri kullanarak kendi örgütlülüklerini güçlendirmek, barış, ekmek, özgürlük ve toprak isteyen geniş halk yığınları, yarı proleter yığınları, yoksul ve küçük köylü kesimlerle ittifakı sağlamlaştırmak ve onları burjuvazinin etkisinden çekip almaktır.

Vagonları mühürlü bir trende yola çıkan Lenin

Ama Lenin’in oluşan yeni koşullardaki bu yeni yaklaşımını, bırakalım Menşevik ve Sosyal Devrimcileri, Bolşevikler tarafından bile anlaşılmaz. Lenin’in bir an evvel ülkesinde, yoldaşlarının yanında ve gelişen devrim sürecinin içinde olması gerekir. Ama nasıl?

Krupskaya hatıralarında Lenin’in Rusya’daki gelişmeleri öğrendikten sonra artık gece gündüz uyuyamadığını anlatır. Ana soru “Rusya’ya dönüş nasıl gerçekleşebilirdi?” Fransa ve İtalya Çarın müttefiki, oralardan geçilemez. Çar Almanya ile savaş halinde. Oradan da geçilemez. Lenin İsviçre’de dört bir yanı sarılmış durumdadır. İsviçre’den nasıl çıkılacak? Uçakla gitmek imkansızdı. Kılık, kıyafet, şekil değiştirip bir yabancı pasaport temin etmek, dilsiz ve sağırı oynamak? Bu da imkansızdır. Herkes bir yol aramaktadır. En iyisi Almanlarla anlaşmaktır, ama nasıl? “… Nihayet” der Kurupskaya “bir yol bulundu, İsviçre solcularının parti sekreteri Alman elçiliğiyle bir anlaşma sağladı. Bunun arka nedeni ise şu idi: Marşal Paul von Hindenburg komutasındaki Alman Yüksek Komutanlığı ve Ordu Komutanı Erich Ludendorff Nisan 1917’de Rusya ile ayrı bir barış yapmak ve iki cepheden (Rus cephesinde) savaşmayı acilen bitirmek istiyordu. Bu Rus devrimcisinin (Lenin’in) dönmesinden Rusya’nın askeri konumunun daha çok zayıflayacağını ümit ediyorlardı…” Lenin anlaşmayı kabul eder. Buna göre Almanya sınırında Lenin ve kafilesi bir vagona binecekler, bu vagon mühürlenecek ve İsveç’e kadar açılmayacaktır. İsveç’ten Finlandiya’ya, oradan da Petrograd’a gidecekler. O zaman Finlandiya Rusya’ya dahil. Yani Finlandiya’ya varmakla Rusya’ya ulaşmış olacaklar. Almanlar Lenin’e ayrıca 50 milyon altın mark da verirler.

Ve nihayet 27 Mart’ta 32 kişilik kafile Zürih’ten yola çıkar. Alman sınırında Vagonu mühürlenecek trene binerler ve yola çıkarlar. Yol boyunca olabilecek gösterileri engellemek için kimseyle konuşturulmazlar. Stockholm’da Lenin kıyafet değiştirir. 16 Nisan’da Petrograd’a ulaşırlar. Ama Lenin yol boyunca sürekli çalışır. “Uzaktan Mektuplar”daki öne sürdüğü devrimin birinci aşamasından ikinci aşamasına geçiş olan program taslağını geliştirir. Bu çalışmanın sonucu meşhur “Nisan Tezleri”dir. Lenin 16 Nisan akşamı geç saatlerde Petrograd’da Finlandiya İstasyonunda trenden inerken cebinde “Nisan Tezleri” bulunmaktadır. Lenin Petrograd’a yaklaşırken yine de şu soruyu sormadan edemez: “Acaba şimdi bizi tutuklarlar mı?” 

16 Nisan 1917: Lenin Petrograd’da

Tren istasyona girerken tutuklanmak ne? Büyük bir kalabalık Lenin’i, yanındaki kafileyi karşılamak için beklemektedir. Ama bu hep böyle devam edecek mi? Esas sorun Lenin’in Nisan Tezlerindedir. Ama ilk karşılama görkemlidir.

Krupskaya bu karşılamayı hatıralarında şöyle anlatır: “Pieter (Petrograd) işçi, asker ve bahriyelileri liderlerini karşılamak için yığın halinde gelmişlerdi. Bize yakın olan birçok yoldaş da vardı… Halk kabarmış bir deniz gibi bizi sarıyordu. Devrimi yaşamayan onun görkemli güzelliğini tasavvur edemez: Kırmızı bayraklar, Kronştadt bahriyelilerinin şeref alayı, Peter ve Pauls Kalelerinden yayılan ışıklar… Bolşevik yoldaşlar bizi Çheidze ve Skobelev’in beklediği imparatorluk odasına götürdüler. (Çheidze Menşevik ve devrimi yapan Petrograd Sovyet’inin başkanı) … (Oradan) Petrograd Merkez Komitesinin ve Komitesinin bulunduğu Kresinskaya sarayına götürdüler… yoldaşlar mutlu gelişimiz üzerine konuşuyorlardı. Fakat İlyiç sohbeti onu öncelikle ilgilendiren soruya yönlendirdi: Hangi taktik uygulanmalıydı. İşçi ve asker yığınları binayı sarmıştı. İlyiç balkona çıkıp onlara bir konuşma yapmak zorunda kaldı… İlyiç yerinden daha kalkmadan yoldaşlar onu Tüm Rus İşçi ve Asker Sovyetleri Konferansının Bolşevik üyelerinin toplantısına alıp götürdüler… Lenin Bolşeviklerin görevleri hakkındaki fikirlerini 10 tez halinde madde madde tartışmaya başladı…”

Nisan Tezleri ve Lenin’in yeniden illegaliteye giden yolu

Lenin 1905 Devrimi ile kıyaslandığında Rusya’da değişen yeni koşulları ve bu koşullara uygun 10 maddelik tez halinde hazırladığı devrimci süreçle ilgili yeni taktiği, programı önce Bolşeviklerin, sonra da Bolşevik ve Menşeviklerin ortak toplantısına sunar. Her tarafta bir şaşkınlık vardır. Hatta bazıları bu “bir delinin zırvalıkları” der. Lenin’in tezleri onların görüşlerine terstir. Zira onlar 1905’de uygulanan taktikte kalmışlardır. O zaman işçi ve köylülerin, en geniş halk yığınlarının isyan edip Çarlığı ve hükümetini devirmeleri, yeni bir düzeni, demokratik bir cumhuriyeti ve geçici devrimci bir hükümeti oluşturmaları, tüm halk tarafından seçilmiş kurucu bir meclisin çağrılmasıydı. Böyle oluşacak bir erk “proletarya ve köylülüğün devrimci demokratik diktatörlüğü” dür. Burada geçici devrimci hükümet için yeni sorunlar ortaya çıkar. Önce partinin bilinçli proletaryaya 1. geçici devrimci hükümetin yürüyen devrimci süreçte ve tüm mücadeledeki önemini, 2. kendisinin geçici devrimci hükümete olan ilişkisini, 3. sosyal demokratların bu hükümete katılmalarının tüm koşullarını, 4. sosyal demokratların hükümete katılmaması durumunda bu hükümete aşağıdan yapılacak baskı için koşulları açıklaması gerekmektedir. Bu soruların açıklanmasıyla partinin de tutumu da açıklanmış ve sağlamlaşmış olur.

Bolşeviklere göre 1905 devrimi karakter olarak bir burjuva devrimidir. Proletarya ve köylülüğün devrimci demokratik diktatörlüğü ile yığınlara sağlanacak en geniş hak ve özgürlüklerle ve halk yığınlarının mücadelesiyle sosyalist devrime doğru ilerleyecektir. Menşevikler ise iktidarın tamamen burjuvaziye terke edilmesini, ülkede kapitalizmin ve proletaryanın gelişmesini, gelişen proletaryanın sonra sosyalist devrimi gerçekleştirmesidir. 1917 Şubat’ında devrimin, 1905 devriminden farklı olduğunu Lenin’den başka kimse göremiyor. Bolşevikler devrim oldu, geçici bir hükümet kuruldu, kurucu bir meclis toplanacak, bu hükümete katılınmayacak, ama alttan baskıyla hükümet kontrol edilecek de takılıp kaldılar. Menşevikler 1905’de olduğu gibi burjuva hükümeti altında kapitalizm geliştirilmeli, proletarya geliştikten sonra kendi devrimini yapmalıdır. Lenin ise devrimi yapanın Petrograd Sovyeti öncülüğündeki işçi, köylü ve asker Sovyetleri ve onların işçi köylü yığınlarıdır. Köylü ve asker Sovyetleri çoğunluğu yoksul köylülerdir. Sovyetler tüm Rusya’ya yayılmıştır, halk yığınlarının gerçek temsilcisidir ve Sovyet proletarya iktidarının nüvesidir. Şubat Devrimi ile Proletarya ve köylülüğün devrimci demokratik diktatörlüğü gerçekleşmiştir, şimdi Sovyetlerin yeni bir güç ve iktidar merkezi olmasıyla yeni bir dönem başlamıştır. Lenin Nisan tezlerinde bunları özetle şöyle ifade eder:

10 Maddelik Nisan Tezleri

1.  Yeni hükümet altında da yürürtülen savaş haydutça emperyalist bir savaştır, “devrimci vatan savunması”na verilen tavizler kabul edilemez….

2.  Rusya’da şu andaki durumun özgüllüğü devrimin burjuvaziyi iktidara getiren ilk aşamasından iktidarı proletaryanın ve köylülüğün fakir katmanlarının eline verecek olan ikinci aşamasına geçiştir.

3. Geçici hükümet hiçbir şekilde desteklenmemeli, tüm vaadlerindeki yalan ve dolan ortaya çıkarılmalıdır.

4. İşçi vekilleri Sovyet’inin büyük kısmında partimizin azınlıkta olduğu kabul edilmelidir, hatta bu proletaryayı burjuvazinin etkisi altında tutan küçük burjuva bloğuna karşı zayıf bir azınlıktır. Azınlıkta olduğumuz sürece işimiz hükümeti, eleştirmek hataları ortaya çıkarmaktır.

5. Parlamenter cumhuriyet değil, aksine aşağıdan yukarıya tüm ülkede işçi, toprak işçisi ve köylü şuralarından oluşan bir cumhuriyet.

6. Tarım programında ağırlık toprak işçisi vekilleri Sovyetine verilmelidir. Toprak millileştirilmeli, karar verme gücü yerel Sovyetlerde olmalıdır.

7. Tüm bankaların milli bir bankada kaynaştırılması.

8. Önde duran dolaysız görev sosyalizmi “getirmek” değildir, aksine şu an yalnız toplumsal üretim ve dağıtımın Sovyetler tarafından kontrolüne geçiştir.  

9. Partinin görevleri: parti kongresinin çağrılması ve programın değiştirilmesi.

10. Enternasyonalin yenilenmesi ve devrimci bir enternasyonalin kurulması için harekete geçilmesi.

Başta hem Bolşevikler hem Menşevikler tarafından reddedilen bu tezler Geçici Hükümetin savaşı devam ettirmesi, barış, ekmek, özgürlük ve toprak sağlaması ile gerçek yüzü ortaya çıktıkca hem yığınlar hem Bolşevik ve Menşevikler arasında Lenin’e hak verenler çoğalmaya başladı. Lenin’e ilk hak veren Troçki oldu. Troçki tezleri okuyup Lenin’in sosyalist devrimi gündeme aldığını görünce “Lenin benim dediğime geldi” deyip Bolşeviklere geri dönmüştür. Gelişen olaylar karşısında Lenin’e ikinci olarak hak veren Stalin olmuştur. Artık Nisan Tezleri Sovyetler`de kabul görmeye ve Bolşevikler Sovyetlerde çoğunluğu elde etmeye başlamışlardır. Artık “Tüm iktidar Sovyetlere” belgisi atılabilirdi. 1917 Haziran ve Temmuz aylarında Geçici Hükümete karşı protestolar yükselmeye başladı, eylemler çoğaldı. Hükümet bunları şiddetle bastırdı. Lenin Geçici hükümet için bir tehlike olmaya başlamıştı. Artık Lenin’in tutuklanmnası ve bertaraf edilmesi gerekiyordu. İsveç’ten Petrograd’a gelirken “acaba tutuklarlar mı” endişesi boşuna değildi.

Lenin yeniden hemen illegale geçti, Finlandiya’ya kaçtı. Orada bir köy kulübesinde çalışmalarını yürüttü. “Devlet ve Devrim” kitabını yazdı. Oktober devriminden önce gizlice Petrodrad’a geldi ve Ekim Devrimini yönetti, sosyalizmi zafere ulaştırdı.

Aralık 1920: Suphilerin ülkeye dönüşü ve 28/29 Kanunisani cinayeti

1917’de Lenin’in Rusya’ya dönüşü ve Rusya’ya döndükten sonra da işi hiç kolay olmamıştır. Kısa bir süre sonra her an tutuklanma ve ölümle burun buruna yaşamıştır. Ama her seferinde O ülkesine dönmek için çırpınmış, ülkesinde giden devrim mücadelesinin içinde olmak için yollar aramıştır. 1917 Ekim Devrimi’nden sonra yeni kurulan Sovyet iktidarı ve ülkesi tüm dünya devrimcilerinin sığındıkları, uğrunda can verdikleri vatanı olmuştur.

O zamanın özgül koşulları içinde Rusya’ya sığınan, Ekim Devrimine katılan ve Ekim Devrimi’ni silah elde savunan ve Sovyet iktidarı kesin zafere ulaştıktan sonra ülkesine dönmek ve ülkede giden Kurtuluş Savaşı’na katılmak için can atanlardan biri de Mustafa Suphi idi. Suphi politik çalışmaları nedeniyle tutuklu olduğu Sinop kalesinden 1914 yılında Rusya’ya kaçar. Hedefi oradan Paris’e geçmektir. Ama o arada I. Dünya Savaşı patlak verir. Osmanlılar ve Çarlık farklı ittifaklarda karşı karşıya gelir. Suphi düşman kamptan bir devletin vatandaşıdır. Enterne edilir. 1917 Devrimi patlak verince serbest kalır, Moskova’ya gider, Sovyet devrimine katılır. Sovyet Devrimi ve iktidarı 1920 yılı sonunda stabilize olunca artık ülkeye dönme kararını verir. Ama nasıl? Ankara’ya giden tüm yollar kapalıdır. Afganistan üzerinden gitmeyi düşünür, ama olmaz. 1920 Mayıs’ında Azerbaycan’da Sovyet iktidarı kurtulunca Bakü’ye gelir. Ülkeye yaklaşmıştır. Ülkeyle, Kars’ta Kazım Karabekir ve Ankara’da Mustafa Kemal’le bağlar kurar. Ama yollar hâlâ kapalıdır. Çünkü Kars’a ulaşmak için Ermenistan veya Gürcistan’dan geçmek gerekir. Ermenistan Taşnakların, Gürcistan Menşeviklerin elindedir. Geçit vermezler. Bu iki ülkede değişimi beklemek gerekmektedir. Ama bu ülkelerdeki değişimin ise nelere yol açabileceği ise görülememektedir.

1920’de Türkiye’nin tek kurtuluşu Lenin ve Sovyetlerdir

Bakû’da Suphi, Karabekir ve Mustafa Kemal’le yazışır. Mayıs’tan Aralık sonuna kadar Kars ve Ankara, Suphilerin gelmesine karşı olmadıkları gibi, özellikle onların gelmesini de istemektedirler. Çünkü bu dönemde hem İttihatçı subaylar, hem Mustafa Kemal’i tutan subaylar için ülkenin tek kurtuluşu Lenin’le, Sovyetler’le dost olmaktır. Suphilerin gelmesi bu dostluğun güçlenmesine katkı yapacak ve Sovyetler’den yardım alınmasını kolaylaştıracaktır. Yunanlıların Batı Anadolu’da ilerleyişini durdurmak için acilen hem maddi, para ve silah yardımına hem de Mustafa Suphi’nin kurduğu Kızıl Alaylara ihtiyaç vardır. Hem Kemalistler, hem İttihatçılar komünizmden hoşlanmasalar da Mustafa Suphi ile anlaşmanın ve uzlaşmanın zorunlu olduğunu görmektedirler. Anadolu’da Suphilerin de içinde olduğu burjuva demokratik bir Sovyet Cumhuriyeti’ni bile düşünmektedirler. Zira ellerinde başka bir olanak yoktur. İngilizlerden ise hiçbir umut yoktur.

O dönem başta İngilizler olmak üzere Antant devletleri Mustafa Kemal’e, hele hele İttihatçılara hiç yüz vermemektedirler. Onların planı açıktır. Eninde sonunda Sevr’i uygulamaktır. Ankara ve civarı Sevr’de zaten Türklere bırakılmıştır. Ankara’da bir Türk hükümetinin oluşması onları çok rahatsız etmemektedir. Sevr’i uygulamak için İngilizlerin veya Antant devletlerinin bekledikleri Rusya’da Sovyet iktidarının devrilmesi, Çarlığın yeniden iktidara oturmasıdır. Bunun için Bayaz Ordunun Kızıl Ordu’yu yenip Moskova’yı zaptetmesi gerekmektedir. Beyaz ordunun zaferinden İngilizler emindir.    

Londra Konferansı’na giden yol

Ama “evdeki hesap çarşıya uymaz.” İçsavaşta zaferi kazanan Beyaz değil Kızıl ordu olur. Beyaz Ordu’nun yenilmesi İngilizlerin bütün hesaplarını bozar. Moskova’da Sovyet iktidarı stabilize olmuştur. İşçilerin iktidarı üstün gelmiştir. Dünya burjuva ve işçi iktidarı, kapitalizm ve sosyalizm diye ikiye bölünmüştür. Burjuvazi dünya egemenliğini kaybetmiştir. Dünyanın altıda birine sahip bir sosyalist işçi egemenliği vardır. Bu dünyada yeni bir oluşumdur. Buna karşı güçleri yeniden oluşturmak ve konuşlandırmak gerekir.

Kasım 1920’de Beyaz Ordu’yu yenen Kızıl Ordu Aralık ayında Kafkaslara dayanınca İngilizler hemen harekete geçerler. Sovyetlerin güney sınırını, Boğazları ve Kafkasları güvenlik altına almak gerekir. Bu ise bölünmüş parçalı bir Anadolu’yu değil, Sovyetler’e karşı tampon bir ülke olacak Anadolu’yu ve buna uygun bir iktidarı, devleti gerektirmektedir. İngilizler Mustafa Kemal’le ilişkiye geçerler. Artık Sevr döneminin kapandığını, yeni bir dönemin açıldığını söylerler ve Sevr’i yeniden görüşmek üzere Londra’da İstanbul ve Ankara hükümetlerinin çağrılacağı bir konferans yapılacağını bildirirler. Konferans 23 Şubat 1921’de Londra’da açılır.

İngilizlerin Safına geçen Mustafa Kemal ve antiemperyalistliğin sonu

Bu İngilizlerle ilişki kurmak ve onlardan kabul görmek Mustafa Kemal’in yıllardan beri beklediği bir teklifti. Teklif açıktı. Ankara Sovyetler’in etkisinden çıkacak, Anadolu’da İngilizlerle (Batı ile) Sovyetler arasında tampon bir devlet kurulacak ve Anadolu’da komünizmin ve Sovyetlerin etkisi kırılacak ve yok edilecektir. Mustafa Kemal doğan “fırsata” hemen sarılır. Artık Sovyet dostluğuna ve yardımına ihtiyacı yoktur. Saf değiştirmiştir, emperyalizmin safına geçmiştir. Antiemperyalist ise hiç değildir. Sovyet etkisinden kurtulmuştur. Bundan sonra Sovyetlere ihtiyaç duymadan sorunları İngilizlerle halledecektir, rahattır.

Ingilizlerin “teklifini” kabul eden Mustafa Kemal Londra Konferansı’na “giriş biletini” garantilemek için hemen harekete geçer. Yeşil Ordu’yu kapatır, Çerkez Ethem’in üstüne yürür, Halk İştirakuyum Fırkasını kapatır, yöneticilerini kürek hapsine mahkûm eder. Artık Sovyetlerin ve Mustafa Suphi ile bağları kesebilir, iktidarı Mustafa Suphi ile paylaşma ihtiyacı kalmamıştır. Ona “serseri” bile diyebilmektedir.

Ama Mustafa Kemal yanılacaktır. Londra Konferansı’ndan umduğunu bulamaz. Türk paşaları Batı ile Sovyetlerin arasında tampon devlet olmanın anlamını göremezler. Tampon devlet olarak hem Batı ile, İngilizlerle hen Sovyetlerle iyi ilişkiler kurmayı gerektirmektedir. Somut olarak Sovyetlerin maddi ve silah yardımından vazgeçmek nümkün değildir. Sovyetler de güney sınırın güvenliği için Ankara ile iyi geçinmek zorundadır. Türk paşaları bu politikayı hızla kavrıyorlar, ama genel olaral İngiliz emperyalistleriyle birlikte hareket ediyorlar.

Suphilerin gelişi ve 28/29 Kanunisani cinayeti

Mustafa Kemal’in saf değiştirmesinden, dünyada ve Ankara’daki tüm bu gelişmelerden habersiz olarak Baku’dan yola çıkan Suphiler 28 Aralık 1920’de Kars’a ulaşırlar. Kazım Karabekir onları çok iyi karşılar. Onlar hem Sovyetlere hem kendilerine dost olan ülkelerine geldiklerini sanırlar, oysa durum değişmiştir, kara rüzgarlar esmektedir. Karabekir onların geldiklerini Ankara’ya Mustafa Kemal’e bildirir. 29 Aralık’ta da Mustafa Kemal Karabekir’e Suphilerin Ankara’da komünist akımları körükleyebileceği için “arzu” edilmediklerini bildirerek geri gönderilmesini “emreder.” Çünkü tam bu sıralarda Mustafa Kemal Yeşil Ordu, Çerkez Ethem ve Halk İştirakiyun Fıkrasını imha etmekle meşguldür.

Bundan sonrası bilinmektedir. Erzurum’a, oradan Trabzon’a, oradan bir motora bindirilip Batum’a geri göndermek üzere yola çıkarırlar. Arkalarından Kayıkçılar Kahyası Yahya ikinci bir motora kendi adamlarını bindirip Suphileri 28/29 Kanunisani- Ocak gecesi Karadeniz’de katlettirir. Bu katliamla komünistler ve gelişmekte olan Türkiye proletaryası en savaşkan ve bilinçli, deneyli Marksist-Leninist önderlerini kaybetmiştir. Bu büyük kaybın sonuçları bugün hale çekilmektedir, onların yokluğu hissedilmektedir. Bu cinayet genç Türk burjuvazisinin işlediği ilk siyasi cinayettir, ama son cinayet değildir. Sebahattin Ali, Denizler, Çayanlar, Kaypakkayalar, 70’lı yıllarda Bir Mayıs ve diğer cinayetler, 80’li, 90’lı yılarda faili mechul cinayetler, Kürt halkına karşı işlenen cinayetler, Hrant Dink, Tahir Elçi cinayetleri ve daha niceleri sayılabilir. Ama burjuvazinin bu cinayetleri devrimcileri, komünistleri Mustafa Suphilerin yolunda gitmekten alıkoyamamıştır ve alıkoyamayacaktır.

Suphilerin dönüşü solda sürekli bir tartışma konusu

Suphilere karşı işlenen cinayet bugün Türkiye solunda en çok tartışılan bir konudur. Tartışılması da doğrudur. Çünkü işçi sınıfı, Türkiye halkları tarihinin en kritik bir döneminde, ölüm-kalım günlerinde, nasıl bir kurtuluş, nasıl bir cumhuriyet tartışmalarının yapıldığı bir anda, yani işçi ve emekçi halkın onlara ençok ihtiyaç duydukları bir dönemde onlar hunharca katledilmişlerdir. Bu cinayetin sorgulanması ve aydınlığa kavuşturulması gerekmektedir. Bu cinayet her yanıyla açıklanmadan Türk burjuvazisi “namert” cinayetler işlemeye devam edecektir.

Ama bu cinayet sorgulanırken hem gerici, hem de sol kesimden birçok “yazar-araştırmacı” suçu Türk burjuvazisine, onun temsilcisi Mustafa Kemal’e ve İttihatçılara atmamak, onları temize çıkarabilmek için Sovyetlere atmaya kalkışmaktadır. Cinayeti Kemalistlerin veya İttihatçıların işlediğine bakmadan, Sovyetlerin işlediğini veya Sovyetlerin “parmağı” olduğunu ileri sürebilmektedirler. Gericiler Suphi’nin Sultan Galiyef’le dost olduğu için Stalin tarafından öldürtüldüğünü söyleyebilmekteler, solcu kesim ise Sovyetlerin Suphileri “kasten” ölüme gönderdiklerini, cinayetin faillerinin ortaya çıkması için uğraşmadıklarını iddia edebilmektedirler.

Ahmet Kardam: Solda cinayeti Sovyetlere yıkmaya çalışan bir “komünist”

Bu iddiaları savuran solculardan biri de Ahmet Kardam’dır. Ahmet Kardam Suphilerle ilgili yazdığı kitabı Agos gazetesinde tanıtırken şöyle diyor:

“Türkiye’ye dönüş sürecinin yaşandığı Ekim-Aralık 1920 dönemi aynı zamanda, Batı proletaryasından beklenen Dünya Devrimi’nden umudun kesildiği, Bolşevik Partisi yönetiminin İngiltere ile kurulacak ticari ve diplomatik ilişkilerle iç savaşın yarattığı muazzam ekonomik ve sosyal yıkımın yaralarını sarabilmeyi bir ölüm kalım meselesi haline getirdiği dönemle çakışır. O nedenle Türkiye’ye dönmekte olan Suphi ve yoldaşları yalnız bırakılır. Karadeniz katliamı karşısında tam bir suskunluğa gömülen Bolşevik Partisi yönetimi ve Sovyet devleti, hiçbir gerekçeyle mazur gösterilemeyecek bu tutumunu haklı çıkarabilmek için Suphi’yi ‘maceracılık’la suçlar ve Komünist Enternasyonal yönetimi de Türkiye Komünist Partisi’nin 1920 Eylül’ündeki kuruluş kongresini geçersiz sayar. Böylece, Mustafa Suphi ‘zamansız ve hazırlıksız, dolayısıyla yanlış bir Türkiye’ye dönüş macerasının acı ama kaçınılmaz kurbanı’ haline getirilerek, ulusların kendi kaderlerini belirleme hakkı da dahil olmak üzere tüm programatik görüşleriyle birlikte tarihten ve Türkiyeli komünistlerin belleğinden silinmeye çalışılır. Partinin daha sonraki yönetimleri de bu tutuma ayak uydurur”. Kardam bu “‘belleklerden silinme’yi bu karalama ve karartmanın yarattığı karanlığa” bağlamaya kalkıyor.

Kardam tam bir antisovyetizm yapmaktadır

1. Kardam Sovyetler tarafınsan “Suphi ve yoldaşları yalnız bırakılır” demektedir: Bu doğru değildir. Suphi dönüşünü Sovyet yöneticileriyle, Stalin ile ve Bakû’daki Komintern temsilcileriyle görüşmüştür. Sovyetler ükesine dönmek isteyen birine asla “dönme!” demezler. Her yanıyla tartışırlar ve kararı gidene bırakırlar. Ama giderken her türlü yardımı da yaparlar. Sovyetler “gitme” deseler bile olanakları ölçüsünde onu yalnız bırakmazlar, Suphileri de yalnız bırakmadılar. Suphiler o zaman Ankara’ye giden Sovyet Elçisi ile birlikte yola çıkmışlar ve Kars’a gelmişlerdir. Yanlarında Sovyetlerin sağladığı mali, maddi ve manevi destek vardır. Kaldı ki “yalnız” da gitmesi gerekir. Kendisi yıllardan beri ülkesine gitmek için can atıyor.

 2. Kardam “O nedenle… yalnız bırakılır” derken hangi nedenle yalnız bırakıldığının cevabını da verir. “Batı proletaryasından beklenen Dünya Devrimi’nden umudun kesilmesi” ve “İngiltere ile kurulacak ticari ve diplomatik ilişkilerle iç savaşın yarattığı muazzam ekonomik ve sosyal yıkımın yaralarını sarabilmek” diyebilmektedir. Bu tam bir antisovyetizimdir. Bolşevik Partisi ve Sovyet devleti bu nedenlerle bir komünisti asla yalnız bırakmaz, hele Lenin döneminde! Bu onun savunduğu enternasyonalist ruha aykırıdır. Sovyet tarihinde bunun bir örneği yoktur. Ayrıca bir komünist de yalnız kalınca ne yapacağını bilir, o yardımı Marksist-Leninist öğretide bulur. “Ekim-Aralık 1920 dönemi”ne gelince, bu dönemin karakteristiği Batı proletaryasından kesilen umut değil, yenilen Beyaz Ordu karşısında Ekim Devrimi’nin ve Sovyet iktidarının kesin zaferidir ve emperyalizmin kesin yenilgisi, emperyalizmin dünya çapında değişen politikasıdır. Sovyetlere karşı dünya çapındaki konfrontasyon politikasıdır. Ve bu koşullarda dünya çapında komünisrtlerin ilk görevinin Sovyet iktidarını savunmak olmasıdır. Bu politikada Mustafa Kemal’in emperyalistler için birden artan önem ve değeridir. Ayrıca Lenin ve Sovyetler iç savaşın yaralarını sarmayı İngiltere ile kurulacak ticari ve diplomatik ilişkilerde değil, -ki bu ilişkiler çok önemlidir- kendi ülkesinde NEP’de görür. 

 3. Kardam “Karadeniz katliamı karşısında tam bir suskunluğa gömülen Bolşevik Partisi yönetimi ve Sovyet devleti” tesbitinde bulunabilmektedir. Önce bu doğru bir tespit değil. Sonra böyle söylemleri eskiden daha çok Sovyetleri itibarsızlaştırmak için “solcular”, goşistler yapardı. Onlar her bir olay’da Sovyetleri o ülkeye savaş açmamakla, en azından diplomatik ilişkilerin kesmemekle suçlardı. Kardam da anlaşılan bu kervana katılmış. Bir kere Sovyetler gerekli araştırmayı yaptılar ve 1923 senesinde bir anma toplantısı düzenlediler. Bunun için Tüstav’da çıkan Mustafa Suphi ve Yoldaşları kitabına ve Nâzım’ın şiirlerine bakmak yeter.

 4. Ve Kardam “Bolşevik Partisi yönetimi ve Sovyet devleti, hiçbir gerekçeyle mazur gösterilemeyecek bu tutumunu haklı çıkarabilmek için Suphi’yi ‘maceracılık’la suçlar” diyebilmektedir. Bu gibi yaklaşımlar Batıdaki “kaşarlanmış” iflah olmaz antisovyet kişilerde görülür. Demek Kardam da onlara katılmış. Şu ne demek, bir düşünmek gerekir: Sovyetler kendi suçunu örtmek için veya kendisini haklı çıkarabilmek için bir komünisti veya bir başkasını suçlayacak! Hem de bu Lenin döneminde olacak! Bu Lenin ve Sovyetlere yapılan en büyük hakarettir. Böyle bir yaklaşım Lenin ve Sovyetlerin enternasyonalist ruhuna aykırıdır. Nedir bu “hiçbir gerekçeyle mazur gösterilemeyecek” suç? Karadeniz katliamı karşısında “suskunluk”. Neden susuyorlar? “İngiltere ile kurulacak ticari ve diplomatik ilişkilerle iç savaşın… yaralarını sarabil”mek. Bunun için Suphi “kurban” edilir ve Sovyetler haklı çıkabilmek için de Suphi’yi maceracılıkla suçlarlar. Bu nasıl bir mantıkdır? İngilizlerden yardım almak için Sovyetler susacak, Suphileri kurban edecek ha? Yazık, yıllarca TKP saflarında olan birinin böyle konuşması. Komünizmden, Sovyet politikasından nasibini almamış bir kişi! Şu bir kez daha bilinmeli ki, kapitalist ülkelerle kurulacak ilişkiler çok önemlidir, ama sosyalizm yaralarını kendi gücüyle sarar. Hele Sovyetlerin olmayan suçunu Suphi’yi “maceracılıkla” suçlayarak örtmeye kalkmasını iddia etmek abesle iştigaldir, bir Türk “komünisti” için utanmazlıktır. Eğer Sovyetler birini maceracı olarak niteleyecek olursa bunu açık yaparlar ve gerekçesini söylerler. Hele bu bir de Lenin döneminde yapılıyor ise!

 5. Kardam, “Komünist Enternasyonal yönetimi de Türkiye Komünist Partisi’nin 1920 Eylül’ündeki kuruluş kongresini geçersiz sayar” demektedir. Dilin kemiği yok! Önce TKP Komintern’in Birinci ve ikinci ve diğer kongrelerine katılmıştır, Komintern de TKP kongrelerine heyet göndermiştir. Yalnız Türkiye’de bazı Şefik Hüsnücüler bir ve ikinci kongreyi saymamakta ve Partinin kuruluşunu 3. Kongre ile başlatmaktadırlar. Galiba Kardam bunların safına geçmiş.

 6. Kardam “Böylece, Mustafa Suphi ‘zamansız ve hazırlıksız, dolayısıyla yanlış bir Türkiye’ye dönüş macerasının acı ama kaçınılmaz kurbanı’ haline getirilerek” demekle Suphi’lerin “feda edildiğini” dillendirmiş oluyor. Kurban haline getirilmek veya feda edilmek! Hayret, bir komünistin ülkedeki demokratik ve sosyalist mücadeleye katılmak için kendi ülkesine dönmesini bu kadar aşağılayabilmek, devrimci ruhunu kaybetmiş insanlara mahsustur. Ülkede savaş var, dönüş nasıl zamansız ve hazırlıksız olur? Dönüş yanlış bir Türkiye’ye değil, Sovyetlere dost olan bir Türkiye’ye yapılıyor. Ama o “Ekim-Aralık 1920 dönemi” dünyanın temelden değiştiği ve Mustafa Kemal’in emperyalist safına geçtiği bir dönemdir. Suphiler ve Sovyetler bu değişimi göremiyorlar, eksiklik buradadır. Ama o günün koşullarını da düşünmek gerek. Ne olursa olsun dönüş bir “macera” değil doğru bir karardır. Bunun aksi günümüz antikomünistlerinin ve antisovyetçilerin laflarıdır.

 Ayrıca Ahmet Kardam kitabında yeni dediği Mustafa Suphi ve İttihatçılar arasındaki ilişki ve Ulusların kendi kaderini tayin hakkı (hür milletlerin hür ittihadı) yeni değildir. Başta Yeni Çağ olmak üzere parti yayınlarında defalarca yazılıp çizilmiştir. Ama bu konular yukardaki anlayışla yazıldığı zaman yapılanın hiçbir değeri kalmıyor.

 Moskova anma toplantısında Manatof’un konuşmasından bir bölüm

Suphi’yi Moskova Müslüman Halklar Komiserliği’nden tanıyan ve Ankara’da Sovyetlerin ilk resmi temsilcisi olan Manatof’un 1923’deki anma toplantısında yaptığı konuşma dönüş hakkında Sovyetlerin ve Suphi’nin tutumunun ne olduğu konusunda çok ilginç bilgiler vermektedir. Konuşmanın dönüşle ilgili bölümü aşağıdadır:

 “1920 senesi güz aylarında Suphi’ye Bakû’da tesadüf ettim. O pek az değişmişti. Teşkilatı büyümüş, arkadaşları çoğalmıştı.

Suphi Türkiye’ye gitmek fikriyle hastalanmış, fakat bir parça tereddüt ediyordu.

Kemal tarafımdan benim mevkufiyetim (tutuklanmam) ve Türkiye’den nefyolunmam (sürülmem) meselesi onun terddüdünü daha da artırdı.

Fakat ‘ben Kazım Karabekir Paşa ile muhabere ediyorum, o beni davet ediyor’ diyordu.

‘Türk paşalarını siz bilmiyor değilsiniz. Onların sözüne inanmaya gelmez. Onlar eski kurtlardır’ diye benim tarafımdan edilen itirazdan sonra ‘o halde bir parça bekleyelim’ dedi.

Suphi’yi arkadaşlarından birçoğu daima Türkiye’ye gitmek için teşvik etmekte olduğu anlaşılıyordu. Bir ay sonra biz Gümrü’den Bakü’ye avdet ettik. Ben Karabekir’i Suphi’ye gayet istidatlı bir asker, pek kurnaz bir diplomat diye tasvir ettim. Fakat yoldaşları Suphi’yi Türkiye’ye gitmeye tamamen ikna etmişler, tarafımdan verilen malumatın ona hiç tesir etmediğini hissettim. Artık Suphi Türkiye’ye gitmek için karar vermişti…”

 Ve Suphi’nin verdiği bu karar doğruydu. Bir devrimci, bir komünist için ülkesinde büyük değişiklikler olurken memleketine dönmek onun devrimci, komünist olmasının doğal sonucudur. Dönmemek devrimci ruhtan yoksunluktur. Devrimci, devrimcilik adına kendisini ölüme atmaz, ama önüne çıkan her olanağı iyi düşünerek değerlendirir ve riskini alır. Lenin böyle yapmıştır. Suphi’de böyle yapmıştır. Suphi’nin ve Sovyetlerin göremediği tam o sıralarda Mustafa Kemal’ın saf değiştirmiş, emperyalist safa geçmiş olmasıdır. Böyle bir değişikliği Suphi bilseydi gitmezdi ve başka yollar aramaya devam ederdi. Mücadelemiz boyunca unutmamamız gereken Türk burjuvazisinin iki yüzlü ve dönek olmasıdır. Ona asla güvenilmez. Mustafa Suphilerden çıkarılacak bir önemli ders de bu olmalıdır.

Bir yanıt yazın