Haber / Yorum / Bildiri

Geçmişten Günümüze: TKP’nin 1930 ile 60’lı Yılları

Türkiye Komünist Partisi yoldaşlarımızın hapis, zindan ve kanları üzerinde yükselmiştir!

Komintern’in VII. Kongre kararları gereği, faşizme, gelmekte olan savaş tehlikesine karşı en geniş güçlerin katılımıyla bir halk cephesi oluşturma politikasını parti sekter tutumuyla ne anlayabildi, ne de uygulayabildi. Şefik Hüsnü’nün bir yandan iflah olmaz Kemalizm tavrı, diğer yandan Nedim Tör, Şevket Süreyya gibi Kemalistleri ’’temizlerken’’ sergilediği Kemalist tutum, Türkiye’de her gün Kemalistlerin saldırılarına maruz kalan kadroların çıkışları Kemalizme karşı sekter bir politikanın oluşmasına neden olmuştu. Ş. Hüsnü ya Kemalistlerle genel bir işbirliğinden ya da tümden reddi bir anlayışa sahipti. Bunlara göre ülkenin gerçeğini yansıtmayan ’’Kemalist hareket, burjuva demokratik devrimin hiçbir sorununu çözmez, bu nedenle Kemalist rejim alaşağı edilmeli ve doğrudan işçi ve köylü demokratik diktatörlüğüne gidilmeli’’ şeklinde değerlendirmeler yapılıyordu. Demokratik devrim; toprak reformu, ardıcıl anti-emperyalistlik gibi temel sorunları çözmez ama şeklen de olsa bir dizi reformlar yapar.

Almanya ve İtalya’da faşizmin hüküm sürdüğü ve savaş tehlikesinin arttığı, Türkiye’nin bağımsızlığının tehdit edildiği bir dönemde, Kemalizmin, ulusal burjuvazinin ilerici kanadıyla faşizme ve savaşa karşı, barış için bir cephe görevi önde duruyordu. Bu politika bugün için de geçerlidir. CHP yönetiminin milliyetçi, şoven tutumu eleştirilmeli, ama CHP içindeki ilerici unsurlar her zaman dikkate alınmalıdır. Bu yüzden Komintern’in yeni geniş cephe politikasını uygulamak, Parti’yi dağınıklıktan kurtarmak, toparlamak için yeni anlayışı kavrayan kadrolar gerekiyordu. Şefik Hüsnü bu kadrolardan değildi, Kemalizme sağ ve sol sekter politikalar uygulamış kadrolarla yola devam edilemezdi. Komintern yeni politikayı uygulamak üzere Zeki Baştımar ve Reşat Fuat Baraner’i Türkiye’ye yolladı. Diğer yandan Komintern sürekli tutuklamaların, Komintern politikalarının uygulanamamasını, dağınıklığı ve likidasyonu sorgulamaya başladı. Partinin içinde bulunduğu durumun, Şefik Hüsnü’nün tutumu, politik ve ideolojik anlayışı, legal ve illegal çalışmayı birbirine karıştırdığı kanısına varılarak Komintern’deki görevine son verildi, parti içi çalışmalardan tamamen alınıp legal alana, ilerici ve demokrat aydınlar arasında çalışmak üzere 1939 yılında Türkiye’ye gönderildi. Partiyi toparlama ve sekreterlik görevi Reşat Fuat’a verildi, fakat partinin kendini toparlaması, örgütlerine kavuşması, konferans veya kongre yapması mümkün olamadı. Bu ileriki yıllarda, 60’lı yıllardan sonra mümkün olabilmiştir.

Reşat Fuat 40’lı yıllarda partiyi toparlamaya çalışırken, çalışmalarının merkezine faşizme karşı geniş bir cephe oluşturmayı ve Sovyetler Birliği’ni savunmayı koydu. Esas hedefi Bolşevizmi yok etmek olan Hitler’in 1 Eylül 1939’da Polonya’ya, 22 Haziran 1941’de Sovyetler Birliği’ne saldırmasıyla savaş yeni bir boyut kazandı. Ya Hitler Sovyetler Birliği’ni ortadan kaldıracak ya da Stalin yönetimindeki Sovyetler Birliği Hitler Almanya’sını yenecek, dünyayı faşizm tehlikesinden kurtaracaktı. Bu nedenle Sovyetler Birliği ile dayanışma hayati bir görevdi ve TKP 40’lı yıllarda bu görevi başarıyla yerine getirmiştir.

Reşat Fuat, örgüt çalışmalarının yanı sıra, aydınlar, gençler, özellikle üniversite gençliği arasında, sendikal alanda yoğun legal çalışma yürüttü ve bu çalışmalar meyvelerini de vermiştir. Yurt ve Dünya, Ses, Adımlar, Tan Gazetesi, Yeni Edebiyat gibi üye ve sempatizanların çıkarttığı yayınlarla TKP, kültür ve ideoloji alanında ciddi bir üstünlük sağlamıştır. CHP ile yollarını ayıran Bayar ve Menderes bile nefes alabilmek için komünistlere yaklaşmışlar ama 1951 yılında komünistleri tutuklamaktan, işkence etmekten de geri durmamışlardır.

İkinci Dünya Savaşı sırasında Türk Hükümeti faşist Almanya yanlısı bir politika izlemiş, ülkede Turancıların, faşistlerin güçlenmesine, anti-komünist, anti-sovyet politikaların gelişmesine neden olmuştu. Buna karşın parti Reşat Fuat’ın girişimiyle Faris Erkman adına ’’En büyük Tehlike’’, Suat Derviş adına ’’Niçin Sovyetlerin Dostuyum’’ adlı broşürlerle Türkiye’nin gündemine oturmuştur. Bu çalışmalar Kemalist hükümetin gözüne batmış, 1944 yılında partiye saldırmıştır. İstanbul’dan başlayarak Türkiye’nin değişik yerlerine yayılan 65 kişiyi tutuklamış, Reşat Fuat 9 yıla mahkum edilmiştir. Bu dönemde bir tutuklama da İlerici Gençlik Birliği’ne yönelmişti. Gençlik çalışmalarından sorumlu Mihri Belli’nin maceracı tavırları nedeniyle 28 genç hüküm giymiştir. Mihri derneğin Kemalist bir dernek olduğunu savunarak, daha sonra 60’lı 70’li yılların gösterdiği gibi partinin değil, Kemalizmin görüşlerine yakın olduğunu kanıtlamıştır.

8 Mayıs 1945’de faşizmin yenilmesiyle, dünya sosyalist sistemi doğdu, Sovyetler Birliği ve sosyalizmin çekiciliği halkların nezdinde arttı. Bu rüzgar geç te olsa Türkiye’ye ulaştı ve Tek Parti rejimi sona erdi, 5 Haziran 1946’da yasadan ’’sınıf esasına dayalı dernek kurulmaz’’ ifadesi çıkarıldı, böylece sol parti ve sendikaların kurulması olanağı doğdu. Parti legal bir sosyalist parti kurmak için harekete geçerken, illegal kadrolarını da korumak istiyordu. Bunun için kurulacak partinin yöneticisinin dışarıdan olmasına karar verildi ve Esat Adil Müstecaplıoğlu 14 Mayıs 1946’da Türkiye Sosyalist Partisi’ni kurdu. Parti, Hüsamettin Özdoğu, Nazım muhalefetine dahil Mustafa Börklüce tarafından desteklendi. Kendi dışında gerçekleşen bu girişim karşısında Şefik Hüsnü de harekete geçerek 19 Haziran 1946’da Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi’ni kurarak TKP’nin illegal örgütlerinin ve kadrolarının ortaya çıkmasına ve likidasyona uğramasına neden oldu. Partilerin kuruluşuna paralel hızla sendikalar kuruldu, sayısız yayınlar çıkarıldı.

Legal çalışma ortamı uzun sürmedi, İnönü Dernekler Yasası’nı değiştirerek, TSP’ni ve TSEKP’yi yasakladı ve yöneticilerini tutukladı, komünistler bir kez daha ağır cezalara çarptırıldılar. Başta Şefik Hüsnü olmak üzere legaliteye aldanmak, burjuvazinin her fırsatta komünistlere saldıracağı, yasaklayacağı, kadroların korunması gerektiği bilinmeliydi. Şefik Hüsnü bir kez daha partiye en büyük zararı vermiştir. Üstelik savaş zamanı doğan antifaşist ittifak Batının tutumuyla kısa sürede sona ermiş, Nato kurulmuş, Türkiye Sovyetler’den uzaklaşıp hızla Batıya yanaşmış ve soğuk savaş dönemi başlamıştı. Türkiye hızla saf değiştirirken, partiye gereksinim büyükken yine bir darbe yemişti.

Partinin hızla toparlanması gerekiyordu. Bu koşullarda, 1947 yılında Parti Sekreterliğini Zeki Baştımar üstlendi. Partiyi toparlamaya, aydınlar arasında savaşa karşı güçlü bir barış hareketi örgütlemeye, Sovyetlerden kopmanın, Batıya yaklaşmanın tehlikelerini göstermek, Nazım’ın da özgürleşmesi için geniş bir toplumsal kampanya örgütledi. Bu sırada Türkiye’de Nato’ya girmek için başvurdu, girebilmesi için Kore’ye asker gönderilmesi şart koşuldu. Bayar-Menderes iktidarı büyük bir hevesle 5000 asker yollarken kamuoyuna ’’Komünizmi bertaraf edeceğiz’’kampanyası düzenlediler. Ne zaman halk Kore’den asker ölüleri geldiğini görünce sorgulamaya başladı. Tıpkı bugün Erdoğan’ın Ortadoğu bataklığına girmesi gibi.

1951’de Nato’ya giriş biletini cebine koyan Demokrat Parti Sovyet düşmanlığında, Amerikancılıkta başı çekiyor, ülkeyi hızla büyük tehlikelerin içine atıyordu. Önünde en büyük engel komünistlerdi ve ABD’nin gözüne girmesi gerekiyordu. Türk hükümetleri Batıya yaranmak için önce Suphileri katletmiş Lozan’da masaya oturmuş, Nato’ya girmek için de yine komünist avına çıkmaları gerekiyordu. Sevim Tarı ve Mihri Belli’nin bölücü, kariyerist, hain tutumları sonucu Sevim Tarı’nın Galata’dan Marsilya’ya kalkan gemiye bineceği sırada tutuklanmasıyla tutuklamalar derinleşmiş ve yayılmıştır. Şefik Hüsnü, Zeki Baştımar ve Reşat Fuat’ın da olduğu hemen hemen tüm kadrolar polisin eline düşmüştür. Bu parti tarihinin en büyük tevkifatıdır ve Sansaryan Hanı’nda 2 yıl süren insanlık dışı işkencelere maruz kalmışlar, direnenler, direnemeyenler, çıldıranlar, ölenler, ihanet edenler olmuştur. Soruşturmalar sırasında Mihri Belli ve Sevim Tarı’nın başı çekmesiyle gruplaşmalar yüzünden kadroların hapishanede birbirlerine düşmelerine neden olmuştur. Gruplaşmada Şefik Hüsnü, Mihri Belli ve Reşat Fuat birlikte hareket ederken, Ş. Hüsnü bir kez daha kaypaklığını, bölücülüğünü göstererek Reşat Fuat’ın bu grupta yer almasına neden oldu. Bu gruplaşma ileride yurtiçi ve yurtdışı diye bölünmenin temeli olacaktı.

Zeki Baştımar’ın olduğu grup partiyi Marksist-Leninist anlayışla savunurken, Şefik Hüsnü’nün partiye soktuğu Mihri Belli küçük burjuva anlayış ve tavır sergilediler, Kemalist devletle uzlaşmacı bir tavır içinde oldular. Bu tavır mahkemede partiyi savunmamaya, hukuksal savunmalarla yetinmeye kadar götürdü. Reşat Fuat’ın bu grupta yer almasının nedeni o günkü tutukluluk koşullarındaki iç çatışmalara, gruplaşmalara dayanır. Kendisine yöneltilen eleştirilere rağmen duruşmada savcının, parti broşüründen ’’Partimiz Marksçı-Leninci bir partidir“ cümlesinden hareketle, Türkiye Komünist Partisi’nin yakın hedefinin „zor ve şiddet yoluyla iktidarı alarak işçi diktatörlüğü kurmak’’ olduğu ifadesini ele alıp savcının görüşlerini bir bir çürüten, partiyi ve komünizmi savunan tek kişi Zeki Baştımar’dır. 1951-52 tutuklamasıyla burjuvazi TKP’ye ağır darbe indirdi ve parti çalışamaz hale geldi. Dışarıda kalan aydınlar ve işçiler susmayı, parti çalışmalarını durdurmayı yeğlediler. Delil yetersizliğinden beraat edenler ya da cezasını çekip dışarı çıkanların bir kısmı ya geri çekildi ya da komünizm davasından vazgeçtiler. Mihri Belli ve Kıvılcımlı bozgunluk yaparken Şefik Hüsnü 1959’da sürgünde Manisa’da öldü. Kıvılcımlı 1954’de Vatan Partisi’ni kurdu. Mihri Belli’de Kemalist anlayışını sürdürdü.

Zorlu 50’li yıllarda İsmail Bilen ile yurtdışına kaçmayı başaran Nazım, diğer yurt dışına kaçmayı başaran birkaç kişiyle birlikte partinin sesini duyurmaya çalıştılar, Dış Büro kurdular. Bilen ve çevresi Moskova’dan DDR’a gelerek ’Bizim Radyo’yu kurdular. Radyonun kurulması Parti için büyük bir atılım anlamına geliyordu. Radyo kısa zaman içinde ülkede sesini duyurmayı başardı. Bizim Radyo’nun verdiği haberler, Marksist-Leninist yorumlar halkın aradığı ve dinlediği bir ses olmuştu. Parti artık elle tutulabiliyor, yaşıyor ve savaşıyordu. 51 tevkifatından sonra Zeki Baştımar dışında hapisten çıkanlar Kemalist tutumları nedeniyle partiyi aramadı, parti dışında kaldılar.

Hemen partinin durumu görüşüldü ve 1961 yılında Leipzig’de bir konferans yapılmasına karar verildi ve ülkeye kuryeler gönderilerek konferansa çağrı yapıldı. Görüşülenlerin tümü gelmeyi reddetti. 3 Nisan 1962’de yurtdışında olan yoldaşların katılımıyla konferans yapıldı. İçinde Nazım Hikmet, İsmail Bilen, Zeki Baştımar, Aram Pehlivanyan ve diğer yoldaşlardan oluşan bir MK ve bir dış büro oluşturuldu. Zeki Baştımar TKP MK 1. Sekreteri oldu, Yakup Demir adını kullanmaya başladı ve ilk işi SBKP’nin XXII. Kongresine katılmak oldu, TKP’yi temsilen diğer partilerin kongrelerine katıldı. Barış ve Sosyalizm Sorunları Dergisi’nin türkçesi, Yeni Çağ, Yurdun Sesi ve Durum çıkmaya başladı.

TKP MK’nin ve Zeki Baştımar’ın bu çalışmaları karşısında Mihri, Kıvılcımlı, Vedat Türkali partiye saldırmaya, sığınmacı, yurtdışı partisi diye suçlamaya, kendilerinin de yurtiçi partisi olduğu izlenimi vermeye çalıştılar. Oysa bunlar partiden atılmış, partiyle bir ilişkileri kalmamış, ama kendilerine komünist süsü vererek, yeni yetişen, gelişen devrimci demokrat gençliğin kafasını karıştırmaya, onlara antikomünizm, antisovyetizm aşılamaya başladılar. Bölücülüğe, bozgunculuğa devam ettiler, Türkiye işçi ve devrimci hareketine büyük zarar verdiler. 1963’de Nazım Hikmet’in ölmesi de Parti için büyük kayıp oldu.

60’lı yıllarda Türkiye önemli gelişmelere sahne oldu. 27 Mayıs 1960’da Bayar-Menderes iktidarına karşı askeri darbe yapılarak Milli Birlik Komitesi iktidarı devraldı. Burjuvazi ordunun vesayetinde kendi iç çelişkilerini çözemediği için ne ilk, ne de son olacak askeri-otoriter, ırkçı, şoven, antikomünist, antikürt bir rejim yarattı. Her darbe, kısıtlı demokrasiyi ve özgürlükleri yok ediyor, faşizme, emperyalizme ülke kapılarının açılmasına neden oluyordu. Darbe sonrası burjuvazi halktan gelen tepkileri göz önüne alarak liberal bir anayasa yaptı, anayasada işçi ve emekçilere örgütlenme, grev ve toplu sözleşme gibi haklar tanıdı. İşçi ve emekçiler bu hakları hayata geçirmek için harekete geçmiş; Kavel Grevi bu mücadelenin bir dönüm noktası olmuştur. İşçilerin de legal bir partiye ihtiyacı var diyen aralarında İbrahim Güzelce ve Kemal Türkler’in olduğu 12 sendikacı TİP’ni kurdular.

Kısa sürede bu sendikacılar, işçi sınıfının politik savaşımındaki deneylerin yeterli olmadığını, Marksist aydınlara gereksinim olduğunu, işçi hareketinin Marksist hareketle birleşmesi gerektiğini tespitini yaparak, aralarında M. Ali Aybar, Behice Boran, Sadun Aren gibi kamuoyunda komünist, TKP’li bilinen aydınları partiye davet ettiler. İşçi liderlerinin Marksist aydınlarla birleşme bilincine varması TKP’nin yığınlar arasında uzun ve zor mücadelesi sonucuydu. Bugün bu çok daha net görülmektedir, işçi sınıfı Marksist aydınlardan kopuk, burjuvazinin esareti altında, sarı sendikaların tuzağında, kendi çıkarlarını savunmaktan aciz, sınıf bilincinden uzak kendisi için bir sınıf olmanın çok uzağındadırlar. Bu birleşmeyle TİP büyük hamle yaparak, ’’Köylüye toprak, herkese iş’’ kampanyalarıyla geniş yığınların desteğini kazandı. 1965 seçimlerinde 15 milletvekiliyle meclise girdi, burjuvazinin alışık olmadığı bir muhalefet çalışmasıyla, Demirel’in AP’si, İnönü, CHP başta olmak üzere burjuva partilerini antidemokratik, halk düşmanı, emperyalizm yanlısı, antikomünist ve antikürt olarak deşifre etti ve işçi emekçi yığınları, Türkiye Halkları, özellikle Kürt Halkı arasında büyük bir saygınlık kazandı.

TİP’in bu başarılarını burjuvaziden çok Mihri Belli ve Kıvılcımlı çekemedi. TİP’i legal bir olanak olarak işçi ve devrimci harekette nasıl değerlendirilebilir gibi bir kaygıları olmadığı için gençleri, bencil, küçük kariyerist emelleri için, TİP’ten koparmaya, TKP’ye karşı çıkararak onları Kemalizmin, Maoculuğun kuyruğuna takmayı becerdiler. Asker-sivil-aydın öncülüğünde, Milli Demokratik Devrim, MDD diye küçük burjuva kemalist bir strateji savunarak, ordudan anti-emperyalist bir darbe, bir ’’devrim’’beklemeye başladılar. Onlara göre Türkiye yarı-feodal bir ülkeydi ve işçi sınıfı kendisi için bir sınıf değildi ve MDD’ye öncülük yapamazdı. TKP ise işçi sınıfının geliştiğini, 15-16 Haziran’da DİSK öncülüğünde dev işçi direnişiyle kendisi için bir sınıf olduğunu, devrimde öncülük yapabilecek duruma geldiğini ve işçi sınıfının işçi-köylü ittifakının kurulmasını ve ulusal burjuvazinin sol kesimlerini de içine alan geniş bir ittifakla Ulusal Demokratik Cephe’nin oluşturulmasını, ulusal demokratik bir hükümetin kurulmasını, bu hükümetin Sovyetlerle sıkı bir işbirliği içinde olduğu kapitalist gelişmeye son verip demokrasiyi ve özgürlükleri genişleterek kapitalist olmayan bir yoldan ülkenin kalkınmasını, sosyalizme doğru evrilmesini savunuyordu.

15-16 Haziran’da hükümetin grev, toplu sözleşme, sendikal hakları kısıtlayan yasaya karşı yapılan direniş Türkiye işçi tarihinde bir dönüm noktasıdır. Hak verilmez, alınır bilinciyle hareket eden işçi sınıfının tarihi bugüne ışık tutmalı, yasaklar var diyerek işçi sınıfını oyalayan, onların Marksist sınıf aydınlarıyla buluşmasını ve kendisi için sınıf olmalarını engelleyen işçi aristokrasisine son vermek, bugün işçi sınıfının önünde duran en önemli görevdir. Bugün DİSK vardır ama eski DİSK yoktur. İçinde hâlâ eski DİSK ruhunu taşıyan işçi ve sendikacıların olmasına rağmen, bugünkü DİSK’in eski DİSK olmadığına bir kaç örnek: Kendisine devrimci diyen bir sendikanın başkanı Kemalist kesiliyor, milliyetçilik yapıyor. Bir sendikadır ki şube yöneticileri kimi yerlerde iki yüzlülük yapıp MHP’li kesiliyor, şovenizm yapıyor. Bunlar, her 1 Mayıs’ta getirebildikleri işçileri ayrı yerlere götürerek işçileri bölen sendikal bir anlayışa sahipler. Kendisine devrimci diyen konfederasyona üye başka bir sendika da faşist MHP’nin propagandasını yapıyor ve bunun suyu hürmetine hiç tabanı olmayan bir genel başkan var. Kendisine devrimci diyen başka bir sendikanın da toplu sözleşme hakkı yok, ancak iktidarla alavere dalavere toplu sözleşme yapabilen bir sendikası, tabandan gelen dalgayı ezen, birbirine kırdıran, patron gibi genç işçileri işe aldırıp onların üzerinde tahakküm kuran bir anlayışı var. Bilinçli sınıf yok, sınıfın sınıf ve kitle sendikacılığı yapan sendikacıları da yok! Bu sendikacılar işçi sınıfının kendisi için sınıf– verdikleri eğitimlere rağmen- olamamasını Çağdaş Sendikacılık, aidat ödeme sisteminin değişmesi, referandum ilkesi, Kürt sorunugibi gerekçelerin arkasına sığınmaktadırlar. Dolgun maaşlarla, altlarında arabaları, sendikanın kredi kartlarıyla sınıfın paralarını yiyen, o yüzden kendilerine zarar vermeyecek, altlarını oymayacak seçtikleri kokuşmuş şube yöneticileri olan bu sendikacıların ortak olduğu tek bir konu var: Kürt düşmanlığı. 1 Mayıslarda sınıf bilinçli üretimdeki işçiler olmadığı için pankartlarını bile emekli işçilerin taşıdığı, o yüzden de dört elle emeklilere sarılan bu cenah Kürt düşmanlığı ile iktidarla aynı kefedeler. Bu sendikaların ortak başka bir noktası da hepsi komünistlere ‘’eşit mesafede’’. Eğer komünistler bu sendikalarda yer alırsa sınıf bilinçlenir, ayağa kalkar. Sınıf ayağa kalkarsa bu yıkılmaya yüz tutmuş düzen sallanır, bu kokuşmuş sendika yöneticileri ‘’ekmeklerinden’’ olurlar. 

İki sınıf çarpışıyor, kapitalizm gelişiyor ve burjuvazi kendisine göre önlemler alıyor. Sınıf bilinçli işçilerin görevi ise tıpkı 15- 16 Haziran’da olduğu gibi –ki o işçilerin ezici çoğunluğu metropollerden, köylerden gelen birinci kuşak işçilerdi- bu bariyerleri yıkmak, yeni mevziler kazanmak sınıf savaşının aktif öncüleri haline gelmektir. Bunlar yapılamaz mı? Elbette yapılabilir, yapılmalıdır ama sandalyelerini kaybetmekten korkan kendilerine sınıf ve kitle sendikacısı diyen bu sendika bürokrasisinden kurtulmak şartıyla. Üretimde, sömürüde bütün işçi sınıfının çıkarları ortaktır; sınıf; kadın, erkek, LGBT bireyleri gibi cinsiyetlere, Müslüman, Hıristiyan, Alevi, Ezidi gibi inançlara, Kürt, Laz, Çerkes, Türk gibi etnik aidiyetlere sahip olabilir ama bu özellikler sınıfı örgütlemede engel değildir. Cinsel tacize uğrayan bir kadın emekçiye, Alevi inancından dolayı hakarete uğrayan bir işçiye ya da Kürt olduğu için saldırıya uğrayan bir emekçiye işçi kardeşleri sahip çıkmayacak mıdır? Tam tersine işçi sınıfının bu aidiyetlerinin egemenler tarafından zulme uğramasına da sahip çıkarak örgütlenmenin önü açılır, sınıfın birliği sağlanır, DİSK tekrar kazanılır. DİSK, geçmişin birikimini yemekle kazanılmaz.

Ülkede işçi, köylü, aydın, gençlik eylemleri yükselirken, devrim tartışmaları yoğunlaşırken, halk yığınlarında antiemperyalist, antifeodal, ileri demokratik düzen beklentisi hızla artıyordu. Devrimci gençlik hareketi çığ gibi büyüyordu. Deniz Gezmiş, Mahir Çayan gibi gençlik liderleri halk arasında çalışıyor, köylünün toprak işgallerine öncülük ediyor, yer yer komünistlerle bağlanıyorlardı. Fabrikalarda işçi eylemleri, grevleri durmuyordu. Üniversitelerden, ordudan, yargıya kadar toplumda devrimci bir canlılık vardı. Yükselen gelişmeyi kırmak için, Natocu ordunun gerici, Amerikancı, faşist üst yönetimi 12 Mart 1971’de darbe yaptı. Bu darbeyle işçi ve emekçi yığınlarının, devrimci güçlerin 10 yıllık birikimi büyük yara aldı. Bu dönemde, TİP yönetimin yanlış tutumunun, özellikle Aybar’ın insancıl sosyalizm, Boran’ın antikapitalist sosyalist devrim çıkışlarının büyük etkisi olmuştur. TİP yönetimi gençliğin bağımsızlıkçı, demokratik, antiemperyalist-yurtsever tavrını anlayamadı, onların antiemperyalist bağımsızlık ve demokrasi mücadelesini sosyalizm mücadelesiyle bağlayamadılar.

Mihri ve Kıvılcımlı ise gençliğin bu tavrını işçi sınıfı mücadelesinin karşısına koyarak, Kemalizmin kuyruğuna takarak, işçi-gençlik-köylü birliğini dumura uğrattılar, sonunda devrimci mücadelenin yenilmesine neden oldular. Darbe ile ülkede faşist, kanlı bir terör estirildi. Gençlik liderlerinden Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan idam edildi, Mahir Çayan ve arkadaşları Kızıldere’de, Sinan Cemgil ve arkadaşları Nurhak Dağları’nda, İbrahim Kaypakkaya ve arkadaşları Dersim’de imha edildiler. Behice Boran ve bazı TİP yöneticileri, birçok ilerici, devrimci aydın tutuklandı. Mihri ve Kıvılcımlı ise yurtdışına kaçtılar. 12 Mart darbesine halkın tepkisi büyük oldu. Bu tepki karşısında askeri rejim uzun zaman sürmedi ve 14 Ekim 1973’de yapılan seçim ve genel afla tekrar sivil döneme geçildi.

60’lı yıllarda Parti’nin önünde duran en önemli sorun, (bugün olduğu gibi) partinin yeniden nasıl ayağa kaldırılacağı idi. Ülkedeki gelişmeler, işçi grevleri, toprak işgalleri ve üniversite gençliğinin devrimci çıkışları umut vericiydi. Dünya ölçeğinde yükselen 68 hareketi Türkiye’de de etkisini gösteriyordu, her tarafa yayılan devrimci bir yükseliş vardı. Parti tüm bunları değerlendiriyor, TİP’in legal mücadelesine büyük önem veriyordu. Ne var ki Aybar ve Boran parlamentoya girince birden komünist olduklarını unutup, legalizmi mutlaklaştırmaya, ’’TKP bizim işimize karışmasın, bizim dışarıdaki grupla bir ilişkimiz yoktur’’demeye başladılar. Bu tutumlarına rağmen, Parti onları burjuvazinin ve MDD’cilerin saldırılarına karşı savundu, ama yanlış tutumlarını da eleştirdi. Özellikle partinin çıkardığı ’’MDD’nin İç Yüzü’’ broşürü, Mihri Belli’nin yüzündeki maskeyi indirdi ve TİP’e büyük destek oldu. Parti, legal mücadelede sürekli TİP’in yerini vurguladı, mutlak yaşaması ve güçlenmesi gerektiğini belirtti.

Komünistlerden, işçisinden köylüsüne, esnafından memuruna, öğretmenine, kendisine sosyalist diyen küçük burjuva ilerici devrimci aydınına, akademisyenine, yazar ve sanatçısına, gencine ve kadınına kadar geniş bir yelpazeyi kapsayan bir partiye, TİP’e Türkiye’nin büyük ihtiyacı olduğunu, politik mücadelede önemli bir boşluğu doldurduğunu, TİP’in komünist bir parti olmadığını, Marksist-Leninist bir parti olmadığını, ilerici, devrimci, sosyalist bir parti olduğunu parti defalarca açıkladı. TİP yöneticileri ise, ’’bizim dışarıdan bir desteğe ihtiyacımız yoktur’’ diye beyanlar vermeye, Partiye karşı tavır almaya başladılar. Oysa onlar partinin bu açıklamalarını temel alarak kendilerinin TİP’li olduğunu, eğer ülkede kimin komünist olduğu bilinmek isteniyorsa, TKP’yi yasaklayan 141-142. maddeler kaldırılır, isteyen istediği partiye gider diyerek savunma yapabilirlerdi, ama bunu yapmadılar ve antikomünizme sarıldılar.

Partinin ayağa kaldırılması tartışmalarında MK’si Fransa Komünist Partisi’nden yardım istedi ve bunun için Abidin Dino görevlendirildi, ancak O, FKP’ni kendi çıkarları ve kariyeri için kullanınca MK’den dışlandı.

Parti yayın çalışmalarına hız verdi. ’’Bizim Radyo’’ vardı ancak partinin o dönem içinde bulunduğu zor durumdan dolayı görev alanlar, ne Sovyet-Çin çatışmasından, ne Türkiye’deki gelişmelerin Marksist yorumundan ne de burjuva Kemalist devlete karşı tutumlarında net değillerdi, kafalar karmakarışıktı. 1964-65 yılında bu duruma son verildi, önce Serteller, sonra diğerleri radyodan ayrıldı. Bulgaristan’daki genç Türk komünistlerinden bir grup seçildi, yetiştirildi ve yeni yayın çalışmalarında görevlendirildi. Bu Bulgaristan Komünist Partisi’nin TKP’ye yaptığı en büyük dayanışmalardan biridir. Böylece yayınlar ve radyo yayını yerli yerine oturdu. Sıra Türkiye’de bağların kurulmasında, partinin ayağa kaldırılmasında yeni yolların aranmasına gelmişti. Bu yol ise neredeyse kendiliğinden ortaya çıkıyordu.

30 Ekim 1961’de Avrupa Ekonomik Topluluğu ile Türkiye arasında işçi gönderme anlaşması yapıldı ve 60’lı yılların ortalarına doğru kendilerine ’’misafir işçi’’denilen sayıları 100 bini bulan Türkiyeli işçiler geldiği gibi, aynı zamanda yüzlerce öğrenci de Almanya’ya okumak için gönderildi. Bunlar Türkiye’ye gidiyor, geliyor partinin önüne büyük olanaklar sunuyorlardı.

Avrupa’ya gelen öğrenciler birden Türkiye’nin ne kadar geri kalmış olduğunu gördüler. Ülkenin kalkınması geri kalmışlıktan, emperyalist bağımlılıktan kurtulması için kafa yormaya başladılar. Hemşehri dernekleri, işçi birlikleri, öğrenci dernekleri daha sonra da sol sosyalist dernekler kurmaya, ülkenin kurtuluşu için yollar aramaya başladılar. Doğmakta olan olanağı gören parti, ayağa kalkmak için ilk adımları Almanya ve Avrupa’daki işçiler arasında atmaya, Türkiye ile bağlar kurmakta bunlardan köprübaşları oluşturmaya karar verdi. Politbüro üyesi Aram Pehlivanyan (Ahmet Saydan) yoldaşı hemen Batı Almanya’ya ve Fransa’ya yolladı. Batı Almanya’da ilerici içerikli ilk derneklerin kurulmasında Ahmet Saydan ve Frankfurt’tan Rıfat yoldaşın büyük katkısı olmuştur.

Diğer yandan Avrupa’daki işçi ve öğrencilerin kendilerinin de partiyle ilişki kurmaları gecikmedi, ’’Bizim Radyo’’yu keşfetmede gecikmeyen bu gençler, radyolarla yazışmaya, ilişki aramaya başladılar. Bunlar arasında Türkiye’de işçi ve sendikal harekete, sol devrimci gençlik hareketlerine katılmış öğrenciler de bulunuyordu. Hem işçilerin örgütlenmesinde, hem de partiyle ilişki kurmada bu ilerici devrimci gençler başı çekiyordu. Bu sosyalist dernekler 1968 yılında ATTF (Avrupa Türk Toplumcular Federasyonu) çatısı altında birleştiler. ATTF Avrupa’da özellikle Almanya’da büyük işçi ve öğrenci kitlesine hitap ediyordu. Bunlar arasında partiyle ilişkiye geçmeyi zorunlu gören işçi ve gençler çoğalmaya başladı. 68 hareketi, Vietnam Savaşı, Çin ve Sovyetler arasındaki ideolojik-politik mücadele, dünya devrim sürecinin güç kaynağının Sovyetler Birliği olduğuna karar verdiler, Türkiye’nin sosyal kurtuluşunun, Dünya İşçi ve Komünist Hareketinin bir parçası olan TKP’nin politikası olduğu sonucuna vardılar.

’’Bizim Radyo’’ ve ’’Yeni Çağ’’ üzerinden ilişki kuran bazı işçiler dışında, Avrupa’daki ilerici işçi ve öğrenci derneklerinin TKP ile bir bağlantısı yoktu. Parti ile bağların kurulması konusunda Batı Berlin büyük rol oynadı. İlk parti birimi Batı Berlin’de iken kısa zamanda Avrupa’nın birçok şehrinde TKP ile bağlar kuran kişiler oluştu. Sıra ülke ile bağlar kurmaya gelmişti. Bu konuda iki görüş vardı: Yakup Demir ve Bilen görüşleri. Demir’e göre, sol, komünist bir hareket yaratılmalı, zamanla bu akım içinden gelişmiş militanlardan parti örgütü oluşturulmalıydı. Bilen’e göre ise Avrupa’da yeterince sol, devrimci, demokrat bir çevre oluşmuştu, parti üyesi olabilecek çok sayıda işçi ve öğrenci vardır, bunlar partiye alınmalı, parti komiteleri oluşturulmalı, bu parti birimlerine dayanılarak hem diğer güçlerle ilişkiler kurulmalı, hem de Türkiye ile bağlar araştırılmalıydı. Bilen’in önerisi daha doğruydu 12 Mart darbesinden sonra Türkiye’de devrimci gençlik ve TİP üyeleri arasında, Sovyetler Birliği’nin ve TKP’nin politikasının daha doğru olduğu yönünde görüşlerin ağır basmasıyla, Partiye doğru Türkiye’den de bir yönelim başladı, Kendisine geleni kucaklayabilmek için partinin elini hızlı ve güçlü tutması gerekiyordu.

Bir yanıt yazın