Haber / Yorum / Bildiri

Erdoğan’ın yeni “illegal” iktidar ortağı: Ülkücü çete ve mafya (Bölüm: 1)

Tufan YILMAZ

NEVİ şahsına münhasır islami-faşizan tek bir adam rejimini kurmaya çalışan Erdoğan, iktidarı ortaklaşmak zorunda kaldığı kişi, grup ve partilerin çıkarttığı “engellerden” dolayı bunu bir türlü istediği gibi kana kana ilerletemiyor. Gerçi bu konuda özellikle yeni iktidar ortağı MHP ve onun lideri Bahçeli’nin yardımıyla oluşturduğu Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nden sonra İslamcı-faşizan tek adam rejimi kurmakta oldukça yol katetti. Ama yine de ortaklar ikide bir bir “çelme” takmadan durmuyorlar. Erdoğan’ın son ortağı ise bir fotoğrafla ortaya çıkan Ağar, Alan, Eken ve Çakıcı’dan oluşan dörtlü çete: mafya! O ise şu an “çelme” atmıyor, ama durumdan vazife çıkarıp “hizmet” sunuyor. Erdoğan şimdilik onlardan memnun gözüküyor.

Fethullah Gülen tek adam olmak istiyordu

2002’den 2012’ye kadar, denebilir ki tüm İslami kesimler AKP içinde toplanmışlardı. Özü itibariyle AKP sünni müslümanların, tarikat ve cemaatlerin bir koalisyonuydu. Bu koalisyonda en güçlü olan Fethullah Gülen cemaati idi. Kürtlerin seçimlere bir parti ile katılamadığı dönemlerde Kürt illerinden çıkarttığı silme milletvekilleriyle Mecliste mutlak çoğunluğu sağlayan Erdoğan tartışılmaz lider konumundaydı. Hepsi birden “askeri vesayetten”, “Kemalist vesayetten” kurtulma adına orduyu, yargıyı, bürokrasiyi, polisi yavaş yavaş ele geçirmeye, kendi deyimiyle askeriyeye, adliyeye, mülkiyeye ve emniyete yerleşmeye başlıyorlardı. 2010 senesine gelindiğinde bu süreç artık tamamlanmıştı. Kemalist vesayet “bitmiş”, ordu, yargı, bürokrasi, emniyet uzun yıllardan beri devleti ele geçirmek, onun “kılcal damarlarına” girmek için çalışan Fethullah Gülen’in yetiştirdiği kadroların eline geçmişti. Gülen’in eli güçlenmişti. Devlet içinde devlet haline gelmişti. Toplumda imamlardan oluşan bir yapıya sahipti.

Gülen yalnız devlette değil, ekonomide de, kültür ve ideolojik alanda da güçlenmişti. Türkiye’de ve dünyada toplam değeri 150 milyar doları bulan Bank Asya’dan Kaynak Holding, Koza-İpek Holding gibi banka ve holdinglerden, üniversiteler, okullar, yurtlar, dershaneler, medya kuruluşları, matbaalar, yayınevleri, kargo şirketlerine kadar uzanan 2000’nin üzerinde kurum ve kuruluştan oluşan dev bir emperyuma sahipti. Zaman ve Taraf Gazeteleri, Abant toplantıları, TV kanallarıyla geniş bir liberal burjuva aydınını etkileyebiliyordu. Toplumda ideolojik üstünlüğü elde etmeye çalışıyordu. Papa ile görüşme, dinler arası dialog gibi girişimleriyle kendini manevi lider konumuna yükseltiyordu. Politik olarak da AKP içinde sürekli Pensilvanya’ya giden, Gülen’i ziyaret eden, bağlılığını dile getiren büyük bir AK partililer gurubu ve Mecliste milletvekili gurubu bulunuyordu. Kendisine bağlı imamlar ordusunun görevi tüm bu işleri yönetmekti. Devlet içinde ve dışında bir çete gibi gizli gizli çalışıyor, örgütleniyordu.  

2010 senesine gelindiğinde Gülen kendini çok güçlenmiş olarak görüyordu. Artık sırf manevi değil, politik olarak da tek adam olmak istiyordu. Bunu başarmak için ise uygun bir zaman kolluyordu. Ama önce daha çok önemli bir devlet kuruluşunun MİT’in (Milli İstihbarat Teşkilatı) ele geçirilmesi gerekiyordu. Bunun için de Edoğan’a bağlı olan MİT Müsteşarı Hakan Fidan MİT’ten uzaklaştırılmalıydı. Bu ise kolay değildi. Fidan Erdoğan’ın sır küpüydü. Bu konuda PKK ile yapılan Oslo görüşmeleri Gülen’in önüne beklenmedik bir fırsat gibi doğdu.

Gülen çetesi harekete geçmeye başladı.

O zaman Kürt sorununun barışçıl yollardan çözmek için PKK ile Türk devleti arasında Oslo’da gizli görüşmeler yapılıyordu. 13 Eyül 2011’de internete düşen bir ses bandıyla bu görüşmelerin yapıldığı ortaya çıktı. Görüşmelere MİT Müsteşarı Hakan Fidan ve yardımcısı Afet Güneş ile PKK’dan Mustafa Karasu, Sabri Ok, Zübeyir Aydar katılmıştı. Erdoğan’ın bilgisi ve talimatı çerçevesinde olan bu görüşmeler 2013-15 yılları arasındaki Çözüm Sürecinin de öncüsüydü. PKK/KCK ile devlet adına bu görüşmeleri sürdüren MİT Müsteşarı Hakan Fidan, eski MİT Müsteşarı Emre Taner ve eski Müsteşar Yardımcısı Afet Güneş 8 Şubat 2012’de Özel Yetkili İstanbul Cumhuriyet Savcısı Sarıkaya tarafından şüpheli sıfatıyla ifadeye çağrıldı. Yargıdaki Gülen çetesi harekete geçmişti.

Erdoğan bu girişimin kendisini hedef aldığını düşünerek jet hızıyla 17 Şubat 2012’de MİT Kanunu’nu değiştirerek MİT’çilerin ifade vermesini Başbakanlık iznine bağladı. MİT mensupları da böylece ifade vermekten kurtuldu. Savcı Sarıkaya’nın sonradan “Fetö”cü olduğu ortaya çıktı. Bu olay Erdoğan’la Gülen arasında bilek güreşinin, savaşının habercisiydi. Devlet içinde çetelerin kavgası başlamıştı. Bu savaş şiddeti artarak devam etti. 2011 senesindeki Türkçe Olimpiyatlarında Erdoğan ABD’deki Gülen’e seslenerek Türkiye’ye dön, bu sıla hasreti bitmelidir!diye çağrı yaptı. Gülen Türkiye daha güvenlikli değil!” diyerek bu davetiyeyi kabul etmedi. Çünkü o Pensilvanya’dan ABD desteği ile Türkiye’deki “çalışmalarını” daha iyi yürütüyordu. Türkiye’ye gelmek için zaman erkendi. Erdoğan ise onu Türkiye’ye getirtip, kontrolü altına almak istiyordu.

Devlette Erdoğan’la Gülen çetesi çatışıyor

Gülen gelmedi, kontrol altına girmedi, ama Erdoğan da durmadı. Gülen’nin Türkiye’deki faaliyetlerini, para kaynaklarını kurutma yoluna gitti. 2013 senesinde çoğunluğu Gülen’e ait olan özel dershaneleri kapattı. Bu Gülen’e ekonomik olarak indirilen büyük bir darbe oldu. Gülen şiddetle bu kapatmalara karşı çıktı, Erdoğan yönetiminden memnun olmadığını dilendirmeye başladı. Erdoğan da bunun üzerime “Ne istedin de vermedik? diye sitemde bulundu. Ama Gülen iktidarın tümünü istiyordu, Erdoğan da iktidarı vermek şöyle dursun attığı adımlarla her gün daha da güçlendiğini zannediyordu. Ama durum öyle değildi. Erdoğan’ın Suriye’de İŞİD ve El-Kaide’ye verdiği destek nedeniyle ABD ile arası açılıyordu. ABD de Erdoğan’ın devrilip iktidarı gerçek sahiplerinin, Gülen Cemaati’nin almasını istiyordu. Ekonomik olarak da sıkışan Erdoğan, ABD’ye rağmen İran’ın petrol satışlarından elde ettiği kara paraları Halk Bank üzerinden aklıyor ve milyarlar kazanıyordu. ABD için buna dur demenin zamanı gelmişti. Bunun için de yargıda ve emniyetteki Gülen’in çetesini kullanmaya, onu harekete geçirmeye karar verdi. Bu Erdoğan’ı devirmek isteyen Gülen için de büyük bir fırsattı. Erdoğan’ı Türkiye toplumunun en hassas olduğu para suistimali ve para aklama konusunda vuracaktı.

17 Aralık 2013’de Erdoğan’ın, hayatı tehlikede diye altına zırhlı araba çektiği İstanbul Başsavcıvekili Zekeriya Öz’ün soruşturma izni vermesiyle Cumhuriyet Savcısı Celal Kara’nın gözaltı talimatıyla harekete geçen polis rüşvet alma ve kara para aklama suçlamasıyla dönemin İçişleri Bakanının oğlu Barış Güler, Ekonomi Bakanının oğlu Salih Kaan Çağlayan, Çevre Bakanının oğlu Abdullah Oğuz Bayraktar, Halk Bankası Genel Müdürü Süleyman Aslan ve Rıza Zarraf’ın da aralarında olduğu 89 kişi tutuklandı. Tutuklamalar esasında bakanları hedef alıyordu. Onların Rıza Zarraf’la ilişkileri ve ondan aldıkları rüşvetler çarşaf çarşaf ortaya döküldü. 24 yaşındaki Rıza Zarraf, “ben Türkiye bütçesinin %25’ini karşılıyorum” diye meydan okumaya başladı.

Suistimallere karşı duyarsız bir halk

Tutuklamaların kendisine gelmekte olduğunu gören Erdoğan hemen oğlu Bilal’e telefon edip dolarları evden çıkar, güvenilir yerlere sakla talimatını verdi. Bilal paranın çoğunu sakladı, ama geri kalan 30 milyon doları ne yapacağını babasına sormak zorunda kaldı. Ve bu telefon görüşmelerinin ses bandları kamuoyuna açıklandı. Kamuoyu “şok” olmuştu ama ondan ABD’nin ve Gülen’in beklediği “bu ne biçim bir rezalettir, Erdoğan gitmelidir! çığlığı yükselmedi. Tam tersine “Erdoğan giderse bize kim dolar bulur? endişesine düştü. Gerçektende yıllardan beri dolar sıkıntısı çeken ülke ve halk son 10-12 yılda ülkeye giren dolar bolluğu ile oldukça rahatlamış, bütün ticaretini dolarla yapar, fiyatları da dolarla ölçer olmuştu. İnsanlar bu durumun değişmesini değil, devam etmesini istiyordu. Ama bu durumun devam edebilmesi, yani dolar bulunması için Erdoğan’ın yaptığı gibi ya kara para aklayacaksın, ya ülkenin varlıklarını tek tek satacaksın, ya da bazılarının yaptığı gibi uyuşturucu ticaretini yöneteceksin. Kolay dolar edinmenin başka çaresi ve yolu yok.

Normal yoldan dolar edinmenin çaresi ise bunun tam tersidir. Ürettiğinden az yiyeceksin, tasarruf edeceksin, yatırım yapacaksın, istihdam sağlayacaksın, üreteceksin, ihraç edeceksin, dolar kazanacaksın, ülkeyi kalkındıracaksın. Bu zor yoldur. Biz devrimci ve solcular bu zor yolu seçiyoruz. Ama maalesef halkımıza bu zor yolu anlatabilmiş değiliz. Biz bunu anlatamadığımız sürece halk yığınları kolay yolu seçecek ve Erdoğan’ın dolar bulacağına umut bağlamaya devam edecektir. Bu umut kırılamadığı sürece Erdoğan’ı iktidardan indirmek zor olacaktır.

Gülen çetesi kapışmayı kaybediyor

25 Aralık 2013’de başlayan ikinci operasyon dalgası direkt Erdoğan’ı hedef aldı. Savcı Akkaş tarafından yürütülen, aralarında işadamlarının da bulunduğu soruşturmada 96 kişi “suç işlemek amacıyla örgüt kurmak ve yönetmek, ihaleye fesat karıştırmak ve rüşvet” gibi suçlamalarla ifadeye götürülmeye ve tutuklanmaya başlandı. İfadeye çağrılanlar arasında şüpheli sıfatıyla Erdoğan’ın oğlu Bilal Erdoğan da vardı. Ama Emniyet Savcı’nın talimatını yerine getirmedi. Zira bu ara hızlı davranan Erdoğan emniyette ve yargıda yaptığı değişikliklerle güç dengesini kendi tarafına dönüştürmeyi sağlamış, en azından onlara bir gözdağı vermeyi başarmıştı. 2014 senesinde açılan bu soruşturmalar kapatıldı.  Ağustos 2015’te de Savcı Zekeriya Öz ve Celal Kara birer Fetöcü olarak yurtdışına kaçtılar. Artık devletin içinde bir iktidar kavgası olduğu da apaçık ortaya çıkmıştı. Bu kavgayı kim kazanacaktı: Erdoğan mı Gülen mi?

Erdoğan devlette ve toplumdaki Gülen yapılanmasını tamamıyla ortaya çıkarıp ezme planları yaparken, Gülen de askeriye, adliye, mülkiye ve emniyetteki kadrolarını çok fazla kaybetmeden Erdoğan’a karşı bir darbe planları yapmaya başladı. İkisinin de hazırlığı kamuoyunun gözleri önünde cereyan ediyordu. Erdoğan onların darbe hazırlığına göz yumarken bir yandan kendisini garantiye almaya çalışıyor, diğer yandan da Gülencilere iyi bir darbe vurma yollarını arıyordu. Böylece herkesin bildiği 15 Temmuz 2016 darbesi gerçekleşti. Erdoğan darbeden Gülen hareketini ezerek çıktı. Gülen ile ortaklığa son verdi. Ama bu darbeyi Allah’ın bir lütfu sayıp daha otoriterleşti, OHAL ilan etti, çıkarttığı KHK’larla solcu ve devrimcileri, aydınları hedef aldı, binlercesini işten attı ve tutuklattı. İslami-faşizan tek adam rejimini kurma yolunda hızla ilerlemeye başladı. Her ne kadar Erdoğan “biz çadır ve kabile devleti değiliz” dese de, Türk devletini göklere çıkarsa da, Türk devletinin içinde çıkar kavgalarının bitmeyeceği bir çadır ve kabile devletinden de kötü bir çete devleti olduğu bu darbe girişimiyle bir kez daha iyice ortaya çıktı. Demokrasi ve özgürlükler ayaklar altında ezildikçe devletin bu çete karakteri daha da arttı.

Devletin bu çete karakterinin nedeni de Türkiye’de burjuvazinin güçlü olmaması ve ekonomisinin zayıf olmasıdır. Birbiriyle kavga eden her burjuva grubunun hedefi devleti ele geçirip hazineyi ve maliyeyi soymaktır, ihalelere el koyup zenginleşmektir. İslami burjuvazinin de Kemalist burjuvazinin de başka bir hedefi yoktur, halkı soymak, ülkeyi yağmalamaktır. Sol ve devrimci demokratik güçler iktidarı almadan bu “bozuk düzene”, çete devletine son vermek mümkün değildir.

Bir yanıt yazın