Haber / Yorum / Bildiri

Erdoğan Türkiyesi’nde bir darbe girişimi ne kadar gerçekçi?

Barış ALPER

ERDOĞAN’ın bir “erken seçimle”mi veya başka “bir şekilde”mi gideceği konusunda, CHP İstanbul İl Başkanı Kaftancıoğlu ve Meclis Grup Başkanvekili Özel ile gazeteci Ayşenur Arslan ve Zarakolu’nun yazı ve konuşmalarıyla alevlenen darbe tartışmaları Türkiye’nin nasıl bir barut fıçısına dönmüş olduğunu gösterdi. AKP’lilerin içine girdikleri ekonomik ve politik bunalımdan 15 Temmuz’da olduğu gibi kontrollü bir darbeyle çıkmak istedikleri, 15 Temmuz’da “kursaklarında kalan” demokratik güçleri ve Kürt Özgürlük Hareketi’ni ”halletme” işini şimdi onları “Boğaz’ın soğuk sularına” dökerek, kurşunlayarak, keserek ve tecavüz ederek halletmeye hazırlıklı oldukları ortaya çıktı. Söylenen sözler insanların tüylerini ürpertti. “Nasıl bir ülkede yaşıyoruz?” sorusunu sordurttu. Birçokları “Türkiye’de darbe dönemi kapanmıştır” dese de, “bu ülkede hiçbir şey belli olmaz, aman kimse bir darbe girişimine kalkışmasın, ülkede kan gövdeyi götürecek” demeye başladı. Erdoğan’ın kontrollü bir darbe örgütleyebileceğinden endişelenenlerin sayısı hiç de az değildir. Herkes darbeye karşı çıkıyor.

Burjuva demokrasilerinde darbe bir yasallık mı?

Bu tartışmalarda darbeye karşı gelenlerden biri de, Türkiyeli sol ve demokratik güçler. Bunlardan bazıları iradeci bir biçimde kesin bir darbe karşıtlığı sergilediler. Bunda haklıydılar da. Çünkü Türkiye’deki tüm darbelerin acısını çeken, en çok mağduru olan sol ve demokratik güçler olmuştur. Bunun için onların darbeye karşı gelmeleri çok doğaldır. Ama “darbeye karşıyız, Türkiye’nin demokratik gelişmesi hep darbelerle önlenmiş” derken, darbenin Türkiye gibi otoriter ülkelerde ortaya çıkan bir olgu olduğu, demokrasilerde ise olamayacağı gibi bir görüş savunulmakta, bir yere kadar burjuva demokrasileri mutlaklaştırılmaktadır. Oysa emperyalizm çağında burjuva demokrasilerinde darbe bir yasallık, siyasi, sosyal veya ekonomik olarak ortaya çıkan tıkanıklığı aşmanın bir yoludur. Bir sömürü ve baskı düzeni olan burjuva toplumları sürekli buhranlar ve çelişkilerle doludur. Emperyalizmle birlikte bu buhran ve çelişkiler bazen öyle bir boyut kazanır ki, bir asker veya sivil müdahaleyi, bir darbeyi kaçınılmaz kılar. Darbe bizim isteklerimizden bağımsız olarak burjuva toplumlarında bir realitedir ve koşullar oluştuğunda kaçınılmaz olur.

Darbeler askeri olur, sivil olur, sıkıyönetimle olur, OHAL’le olur, seçimle olur, seçimsiz olur, parlamento içinde olur, dışında olur, dış etkenli olur, dış etkensiz olur; genellikle darbe denince askeri müdahale anlaşılır, ama sivil darbeler de vardır. En tehlikeli darbe de faşist iktidar darbeleridir. Reel sosyalizm dönemi ve sosyalist Küba’nın bölgedeki yarattığı etki bir yana bırakılırsa, darbeler genellikle gericidir, karşı devrim karakterlidir, yığınlarda gelişen tepkileri, devrimci yükselişi boğmak, en gerici güçlerin egemenliğini korumak içindir. Darbeyle parlamenter sistem ya tamamen kesintiye ya da büyük kısıtlamaya uğrar. Tekrar seçimli parlamenter sistemine dönmek uzun zaman alır.

Eğer işçi ve emekçi yığınlarında, demokrasi güçlerinde, halk arasında devrimci yükseliş başarıyla sonuçlanır ve iktidar bir sınıftan diğer sınıfa, gerici sınıftan işçi sınıfı ve emekçilere, demokratik güçlere geçerse, o zaman buna devrim denir. Yok, iktidar gerici sınıfın bir kliğinden diğerine geçerse veya asker yada sivil bir klik en gerici burjuvazi adına iktidara el koyarsa, buna da darbe denir. Bunun sonunda işçi sınıfı ve demokrasi güçlerinin hareketi boğulur. Ülkede “istikrar” en radikal bir şekilde ordunun veya sivil bir gücün müdahalesiyle yeniden tesis edilmiş olur. Parlamento oyunları veya seçim rafa kaldırılır.

İlerici ve demokratik güçler darbelere “kökten” karşı olsalar da, darbelerin burjuva demokrasilerinde olabileceğini, bunun bir yönetim biçimi ve aracı olduğunu göz ardı etmemelidirler. Bu araç burjuva demokrasisinin gelişmişliğine göre ülkeden ülkeye farklılıklar gösterir. Burjuva demokrasisinin gelişmiş olduğu Avrupa ülkelerindeki darbeler Türkiye ve Latin Amerika gibi ülkelerdeki darbelerden şeklen farklıdır, ama öz olarak aynıdır. Hepsinde amaç en gerici büyük burjuva kesimlerinin egemenliğini bir darbe hükümetiyle garanti altına almaktır. Batı Avrupa’da egemen olan tekelci büyük burjuvazidir. O tüm kurumlara, parlamentoya, yargıya, hükümete, basına hem personel hem zihniyet açısından hükmeder. Hükümetler tekelci burjuvazinin emrindedir. Eğer hükümet tekelci burjuvazinin çıkarlarını ofansif bir şekilde savunamaz ve önlemlerin gerekliliğini halk yığınlarına anlatıp onları ikna edemez veya halk yığınlarında kabaran hoşnutsuzluğu yönetemez duruma düşerse, hemen o hükümet ya parlamentoda güven oyu ile, veya bir erken seçimle düşürülür veya değiştirilir, halk yığınları rahatlatılır. Yok, halk yığınlarından gelen tepki büyükse, o zaman polis, jandarma ve sağ faşist güçler harekete geçirilir. Buna bir örnek İtalya’da 70’li yıllarda Komünistlerle Hıristiyan Demokratların “tarihi kompromi” yapılmasını isteyen Başbakan Aldo Moro’nun öldürülmesidir, Gladyo’nun harekete geçmesidir. Kapitalin güçlü, halk yığınlarını manipüle edecek araçların çok olduğu Batı ülkelerinde şu an askeri bir müdahaleye gerek görülmemektedir. Ama ilerisi için onların hazırlıkları vardır. Bugün hemen hemen tüm Batı ülkelerinde rejim tehlikeye girdiği an yürürlüğe girecek OHAL yasaları bulunmaktadır. (Almanya’da bunların adı ‘Notstandsgesetze’dir). Ayrıca zor günler için el altında tutulan silahlı faşist güçler de vardır. Şu an tekelci burjuvazi tüm ülkeye hâkim olduğu ve her şey parlamentoda halledildiği için bu gibi yasa ve güçlerden söz edilmez. Ama bunlar bir müdahale için her an hazırda bekletilir. Polisin ve bu güçlerin yetersiz kaldıkları durumda ordunun olaylara müdahalesini öngören yasa ve anlayışlar da vardır. Sonra bunlar devreye sokulur. Unutulmamalı ki, CIA İtalya’da komünistlerin güçlü olduğu 70’li yıllarda bir askeri darbeyi bile göze almıştı. En gelişmiş burjuva demokrasileri bile darbe karşıtı değildir, darbeyi içinde taşıyan sistemlerdir.

Latin Amerika’da darbeler

Türkiye ve Latin Amerika gibi ülkelerde ise durum Avrupa’dan farklıdır. Hele Türkiye’de durum tamamıyla farklıdır. Latin Amerika ülkeleri ABD’nin arka bahçesi durumundadırlar ve darbeler genellikle içte ABD’ye karşı halk hareketliliğini, halkın dinamiklerini, özellikle de Küba’nın etkilerini bastırmak için ABD patentlidir, hepsinin altında ABD müdahalesi vardır. ABD Latin Amerika’da kendi çıkarına karşı, ama halk yararına olan her gelişmeyi bastırmayı kendine hak sayar. Bolivya’da Morales’i devirten ABD’dir. Venezuela’da, korona pandemisine rağmen Maduro’ya karşı darbe örgütleyen, onu devirmeye çalışan ABD’dir. Hem Bolivya’da hem Venezuela’daki halk yanlısı hükümetlerin ülkelerinin yeraltı zenginliklerine sahip çıkmaları ABD’nin işine gelmedi. Bolivya’da Morales akülerde kullanılan lityum madenini, Venezuela’da Maduro petrol ve gaz yataklarını millileştirdi. ABD bu iki ülkenin ve Küba’nın diğer Latin Amerika ülkelerine örnek olacağından kaygılanmakta ve bu ülkelerde darbe için her yola başvurmaktadır. Küba’da bir darbe için yıllardan beri uğraşmaktadır. Ama nafile!

Afrika’daki darbelerin de büyük bir kısmında Fransa’nın parmağı vardır. Kuzey ve Orta Afrika ülkeleri Fransa’nın arka bahçesi konumundadır. Fransa bu ülkelerin merkez bankalarını, paralarını kontrol eden ülkedir. Eğer bir ülke Fransa’nın mali kontrolünden çıkmak isterse, gece yarısı Fransız lejyonerleri ordadır, sabaha darbe tamamdır. Geri kalmış veya kapitalist yolda az gelişmiş ülkelerin hepsindeki darbelerin altında mutlak bir Batı ülkesinin dolaylı veya dolaysız rolü bulunur ve çıkarı söz konusudur. Son örneklerden biri Mısır’daki darbedir. Erdoğan’ın İslamcı niyetlerini okuyan ve Mısır’ın Batı karşıtı İhvan’ın bir üssü haline geldiğini gören ABD ve AB hemen bir gecede seçilmiş Cumhurbaşkanı Mursi’ye karşı orduya, Sisi’ye darbe yaptırttılar. Şimdi Mısır “güvenli” bir şekilde Batının yanında, onun kontrolü altındadır. Unutulmamalı ki bunların hepsi bir diktatöre karşı “demokrasi” ve “insan hakları” adına yapılır, Batı hemen demokrasi havarisi kesilir.

Türkiye’de 10 yılda bir darbe

Türkiye’de darbelerin genel olarak Latin Amerika’daki darbelere benzer yanları olsa da onlardan farklı çok yanları vardır. Türkiye son 60 yılda en çok darbenin olduğu ve hâlâ yaşandığı bir ülkedir. Bu Türkiye’nin politik, sosyal, ekonomik istikrar bakımdan çok istikrarlı, oturmamış bir ülke olduğunu gösterir. “İlk” darbenin olduğu 1960 yılından bu yana, hemen hemen her 10 senede bir şu veya bu şekilde bir darbe veya darbe girişimi olmuştur. “Bu kadar çok ve sık darbe olmasının, istikrarsızlığın sebebi nedir, yalnız ABD’nin çıkarları mıdır, yoksa başka sebepler var mıdır?” diye sormak gerekiyor. Şüphesiz Türkiye’de de bütün darbelerin altında ABD ve NATO vardır. Çıkarları tehlikeye girince ABD ve NATO bir darbe için orduyu harekete geçirir. ABD ve NATO’nun izni olmadan ordu Türkiye’de darbe yapamaz. 12 Eylül darbesinin iznini Şahinkaya 11 Eylül’de ABD’den getirmiştir. ABD’nin de “Our boys have done it!” (bizim delikanlılar onu başardılar) demesi boşuna değildir. (Paul Henze’nin sözü)

Türkiye’de darbelerin altında ABD ve NATO vardır, ama NATO ve ABD Türkiye’deki darbelerin tek sebebi değildir, esas sebebi ise hiç değildir. Hatta ABD ve NATO darbe için orduyu harekete geçirmeden önce Türkiye’nin içine girdiği bunalımdan parlamenter yoldan çıkması için bekler. Bunalım parlamento içinde çözülmez ve NATO’nun, ABD’nin çıkarlarını tehdit eden bir boyut kazanırsa, o zaman ABD ve NATO darbe için kolları sıvar. Darbelerin Amerikan patentli olması, Türk aydınının genellikle darbelerin derinlemesine, etraflıca bir analiz yapmasını da engellemiştir. Bir darbeden sonra ABD ve NATO’yu haklı olarak suçlayarak hep işin kolayına kaçılmıştır. 

Türkiye’de darbeler yapısaldır

Türkiye’de her 10 senede bir olan darbelerin esas sebebi yapısaldır, Cumhuriyet’in kuruluşundan miras kalan ulusal, dinsel ve sınıfsal sorunlardır, çelişkilerdir, ekonomik geri kalmışlık ve bunalımlardır. ABD bile Türkiye’de darbe yaptıracağı zaman bu çelişkileri kullanır. Türkiye toplumunun yapısındaki bu sorunlar çözülmeden darbe tehlikesi ve tehdidi ortadan kalkmaz. Türkiye maalesef bu yapısal sorunları ele alacak, tartışacak, çözümleyecek bir birikime, yaklaşıma, zihniyete sahip değildir. Çünkü Cumhuriyet bu çelişkiler üzerine kurulmuştur. Onun için darbeler de “kaderimiz” olmuştur.

Türkiye ulusal olarak parçalı bir ülkedir. Demokratik bir yaklaşımla farklı halklardan oluşan “ulusal bir birlik” sağlayamamıştır. Zorla yapay bir Türk ulusu yaratma yoluna gidilmiştir. İnkâr, imha ve asimilasyon “ulusal birlik”i imkânsız hale getirmiştir. Darbelerin altında başta Kürt ulusal hareketi olmak üzere gelişen ulusal hareketleri boğma, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez üniter yapısını koruma anlayışı vardır. Üniter yapıya dokunulunca orduya darbe yapma hakkı doğmaktadır. Bu dün de, bugün de böyle. Dün sıkıyönetimlerle yapılan darbeler, bugün kayyım ve askeri operasyonlarla yapılmaktadır. Geçmişte Türkiye’de sıkıyönetimlerin Diyarbakır ve İstanbul’da aynı anda ilan edilmesi boşuna değildir. Bilinmeli ki, şu an Diyarbakır’a atanan kayyım İstanbul’a da bir tehdittir.

Dinsel olarak Türkiye çok inançlı, çok kültürlü bir topluma sahiptir. Ama topluma esas olarak iki dinsel anlayış hâkimdir: Sünni-Vahabi İslam anlayışıyla laik, Hanefi ve Alevi anlayış. Bu iki anlayış Cumhuriyet’in kuruluşundan beri kavga içindedirler. Cumhuriyet’le birlikte Sünni Vahabi anlayış iktidarı kaybetmiş, laik kesimler iktidarı almıştır. Ama Sünni İslam toplumda çoğunluktadır. Laik İslam toplumda azınlıktadır, Türkiye’de halkın %65’i sağ, Sünni İslam’ın yanındadır. Ancak %35’i laik İslami görüşlere sahiptir. 1950’ye kadar bu Laik İslam, Kemalist kesim ordudan aldığı güçle iktidarda kalmıştır. Ordu onun azınlığını dengeleyen dayanağı, gücü olmuştur.

1950’de Demokrat Parti, DP ile birlikte sivil iktidar Sünni kesime geçmiştir. Laik Kemalist Parti CHP muhalefettedir, ama silahlı güç laik kesimin temsilcisi ve laikliğin savunucusu ve koruyucusu olan ordu muhalefetin yanındadır. Bu çelişkili durum Türkiye’nin temel sorunlarından biridir. Bu durum orduya sivil iktidara müdahale etme, hükümeti laik çizgide tutma, laiklikten uzaklaşan hükümete darbe yapma “hakkı” vermektedir. Bu ise açık bir şekilde askeri vesayet rejimi demekti. 1950’den beri tüm hükümetler ve toplum askerin darbe tehdidi altında bulunmaktadır. 1950’den beri sağ, İslami kesimler ele geçirdikleri iktidarı toplumu daha çok İslamlaştırmak, vahabileştirmek ve laiklikten uzaklaştırmak için kullandılar. Bu durum laik çevrelerle, özellikle kendisini laik Cumhuriyet’in koruyucusu ve kollayıcısı olarak gören ordu ve Kemalistlerle İslami kesim ve hükümet arasındaki çelişkileri her gün daha da çok keskinleştirdi. Artık görüldü ki, seçimle İslami güçlere dayanan hükümeti iktidardan indirmek, bir iktidar değişikliği sağlamak çok zordur. Bunları iktidardan uzaklaştırmak ancak darbeyle mümkün olur anlayışı toplumda yer etmeye başladı. Bu iki kesim, İslami kesimle laik kesim arasındaki çatışmalar darbelerin altında yatan önemli nedenlerden biridir. 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat darbelerinin altında önemli ölçüde ordunun laikliği savunmak için iktidara müdahalesi yatar. Ama bu müdahaleleri esas olarak mümkün kılan toplumda yükselen sosyal olaylar ve diğer çelişkiler olmuştur.

Darbelerin esas nedeni sınıfsal mücadelelerdir

Bu iki dinsel kesim sınıfsal olarak da birbirine karşı konumlanmıştır. Laik kesimler uzun yıllar devletin desteği ile semizlenmiş, daha çok uluslararası tekellerin işbirlikçisi olmuştur. Bunlar İstanbul ve diğer büyük şehirlerdeki tekelciliğe yükselen, kendine laik, Kemalist diyen büyük burjuvazisidir, TÜSİAD çevresidir. Sünni kesimi temsil edenler ise Anadolu’daki esnaf, tüccar ve orta katmanlardır. Özellikle Özal döneminde bu kesim devletten gördüğü destekle semizlendi, Erdoğan’la birlikte büyüdü ve güçlendi, “Anadolu kaplanları” adıyla tekelleşen İslami burjuvaziyi oluşturdu. Bunlar MÜSİAD çevresidir. Bu iki burjuva kesimi Kemalist burjuva ile İslami burjuva devleti ele geçirme veya devleti vermeme konusunda birbiriyle kıyasıya mücadele içindedir. Devleti ele geçiren devleti, hazineyi, milletin parasını yiyerek zenginleşir, devleti asla bırakmak istemez. Devleti kaybeden kesim ise “fakirleşir”, yok olmakla karşı karşıya kalır. Bu Türkiye burjuvazisinin tipik bir özelliğidir. Onların kapitali kendi tasarrufları değil, devletin hazinesi, halkın vergileridir. Türkiye’de tasarruf yolu ile yatırım yapan, büyüyen burjuvazi yok gibidir. Türkiye’de Avrupa’da olduğu gibi devlete hükmeden, sınıf çıkarları için bir bütün olarak hareket eden “tek” bir tekelci burjuvazi oluşmamıştır. Devletin olanaklarını yemeye çalışan birbiriyle “düşman” iki büyük burjuva kesimi vardır. Kemalist ve İslami burjuva kesimleri. Bunlar birbiriyle sürekli kavgalıdır. Devletin olanaklarını birlikte paylaşmayı asla istemezler. Devleti ele geçiren hazineyi ve ülkeyi öyle bir talan eder ki, ülke kısa zamanda bir bunalımın içine girer. Bu bunalım çoğu kez politik, ekonomik, sosyal olarak toplumun önünü tıkar. Sonunda krizi çözmek için ordu “göreve” çağrılır veya ordu durumdan kendine darbe vazifesi çıkarır. Türkiye’deki darbelerin altında bu iki kesimin devleti ele geçirme mücadelesi yatar. Ama bu iki kesim işçi sınıfına, demokrasi güçlerine, Kürt Özgürlük Hareketine karşı her zaman birleşir. Bu güçlerde onların baskı ve talanına karşı gelişen devrimci yükselişi de darbelerine gerekçe yaparlar.

1950’li yıllardan sonra gelişen kapitalizmle birlikte ülkede işçi sınıfının, köylülerin, gençlerin, demokratik güçlerin mücadelesi de gelişmeye başlamıştır. İşçi sınıfı, emekçi yığınlar ve demokratik güçler demokratik hak ve özgürlüklerin kazanılması ve savunulması, halkın yokluk ve yoksulluktan kurtulması, Türkiye’nin kalkınması, ülkenin emperyalizmden bağımsızlaşması ve demokratikleşmesi için verdikleri sınıf ve demokrasi mücadelesi yığınsal boyutlara ulaşmıştır. Zamanla gerici iktidarlara karşı ciddi bir muhalefet ve alternatif oluşturmuşlardır. Bu gelişmeler iktidardaki gerici güçleri ürkütmüştür. Onlar sosyal olayların demokratik bir devrime dönüşmesinden korkmuşlardır. Bu durumlarda ordu her taraftan ve en başta da ABD ve NATO tarafından göreve çağrılmıştır. Çünkü Sovyetler Birliği’nin dibindeki Türkiye’de NATO ve ABD işçi sınıfı ve demokratik güçlerin iktidarı almasına asla müsaade etmezdi. Bu durumda devrimci yükselişi bastırmak için orduya darbe yolu açılır. Hem 27 Mayıs,12 Mart hem de 12 Eylül darbeleri gelişen devrimci yükselişi bastıran karşı devrimci hareketlerdir. 27 Mayıs öncesi Bayar-Menderes diktatörlüğüne karşı öğrenci gençliğin çıkışları, 12 Mart öncesi Devrimci Gençliğin yarattığı antiemperyalist demokratik 68 Hareketi ve Türkiye İşçi Partisi TİP’in ve DİSK’in sınıf mücadelesi, 12 Eylül öncesi TKP’nin artan etkisi ve yükselen sınıf savaşları, sendikal ve gençlik hareketleri ancak bir darbeyle bastırılabilecek boyutlar kazanan hareketlerdi.

Ülkede darbeyi zorunlu kılan bir başka neden de, ülkenin sürekli içinde bulunduğu ekonomik bunalımdır. Türkiye ürettiğinden fazlasını tüketen bir ülkedir, sürekli sıcak paraya, dövize ihtiyacı vardır. Dışarıdan döviz, sıcak para gelmezse Türkiye ekonomisi büyük bir bunalıma girer. Geçmişte ABD, AB, İMF, Dünya Bankası devlet sektörünü özelleştirmeden, yerli ve yabancı tekellerin talanına açmadan döviz yok dediler. Türkiye’yi 70 Cente muhtaç ettiler. Halk ise hep özelleştirmelere karşı çıktı, çünkü özelleştirme Cumhuriyet’in kuruluşundan gelen devletçiliğin, laik anlayışın yok edilmesi demekti. Onun için özelleştirmelerin yapılması sürekli bir askeri darbeyi gerekli kılmıştır. Özellikle 12 Eylül darbesi böyle geldi. Darbe hükümetleri, darbe sonrası ülkede esen ölü sessizliğine dayanarak, İMF’nin reçetelerin zorla uygulayarak ekonomiye yeniden bir “işlerlik” kazandırdılar. Bu “işlerlik” her seferinde takriben 10 sene sürdü. 10 sene sonra biriken politik, sosyal ve ekonomik tıkanıklığı parlamento aşamadığı için bir darbe daha gerekli oldu. Onun için Türkiye’de darbeler politik, sosyal, ekonomik olarak tıkanan burjuva demokrasisinin önünü aşmak için hep birer sübap işlevi gördüler. Ekonomik sıkıntılar ortadan kalkmadan Türkiye’nin sürekli darbelere ihtiyacı olacaktır. Darbesiz bir Türkiye ise yeni bir ekonomik modeli gerektirir. Bu da düzen değişikliği demektir. Türkiye’de darbelerin yapılmasında genel olarak ekonomik nedenler öne çıksa da, darbeler sınıfsal, ulusal, dinsel çelişkilerin keskinleşip bir yumak haline gelmesiyle mümkün olur. Geçmişte oluşan bu yumak AKP iktidarıyla birlikte değişikliğe uğramıştır. Yeni koşullar ortaya çıkmıştır.  

AKP dönemi ve yeni darbeler

1990’da Sovyetler Birliği’nin dağılması ve 2002’de AKP’nin iktidara gelmesiyle birlikte Türkiye’de bazı darbe gerekçelerinde de değişiklikler oldu. Sovyetler’in dağılmasıyla Sovyet tehdidi ortadan kalktı. Genel olarak işçi sınıfı hareketi, devrimci, demokratik güçlerin mücadeleleri zayıfladı, bunlar burjuvazi için bir tehlike olmaktan çıktı. ABD ve NATO’nun da Sovyet tehdidini, işçi ve demokrasi hareketini göstererek orduyu darbe görevine çağırma gerekçesi ortadan kalktı. Ama bu ABD ve NATO’nun Türkiye’ye ihtiyacı kalmadı anlamına gelmiyordu. ABD ve NATO yeni koşullarda İran’da molla rejimine, Irak’da Saddam, Suriye’de Esad rejimine karşı operasyonlarında rahat kullanabileceği bir Türkiye istiyordu. Orduda ve toplumda Kemalist anlayışın ağır bastığı bir Türkiye ABD’nin Ortadoğu’da işlerini zorlaştırıyordu. Bunun için orduda ve toplumda Kemalistler geriletilmeliydi. ABD için Türkiye’de en iyi iktidar Erdoğan yönetiminde İslami bir rejimdi. Böyle bir iktidar çoğunluğu Sünni Müslüman olan Türkiye’nin yapısına da uygundu. 2001 krizinin yarattığı ortamda 2002 senesinde yapılan seçimlerde ABD’nin isteği gerçekleşti. 2002’de AKP iktidar oldu. Özü itibarıyla AKP iktidarı sivil bir darbeydi. Tam bu sırada ABD Irak’a karşı 1. Körfez savaşına hazırlanıyordu ve Türkiye’yi istediği gibi kullanmayı planlıyordu. Ama toplumda ve orduda var olan Kemalist zihniyet, hatta AKP’deki milliyetçi-İslami anlayış ABD’nin planlarını suya düşürdü. Ordudaki Kemalist, AKP’deki milliyetçi anlayışı kesinkes yıkmak için ABD 2003’de de Erdoğan’ı başbakan yaptırttı. Bu da bir sivil darbeydi. Bundan sonra Türkiye’de Cumhuriyet mitingleri, Ergenekon davaları, e-muhtıralar ve ıslak imzalarla, komutan istifalarıyla dolu 10 yıl bir darbe girişimleri dönemi yaşandı. Bu dönemde orduda ve toplumda Kemalistlerin beli büyük ölçüde kırıldı, Sünni-Vahabi İslami anlayış toluma egemen kılındı. Ama bu arada Erdoğan’ın İhvancı, Yeni Osmanlı yayılmacı tutumu belirginleşti. Bu tutum ABD’nin işine gelmiyordu. Türkiye’yi ABD istediği gibi kullanamıyordu. Artık Erdoğan’ın da defteri dürülmeye başlandı. ABD Erdoğan’a karşı bir darbe örgütleme yoluna girdi. Hem orduda hem bürokraside güçlü bir örgütlülüğe sahip olan Gülen Cemaatini harekete geçirdi. 15 Temmuz’da başarısız bir darbe girişimi oldu. ABD tekrar Erdoğan’la anlaşma yoluna gitti. Ama Erdoğan’a karşı darbeden vazgeçmiş değildir. Şu an ihtiyacı olduğu için onu hem destekliyor, hem örseliyor. Koşullar hazır olunca ipini çekecektir. Yaşanan ekonomik krizde eksik olan ABD desteği, S400 gibi Ruslarla, Putin’le olan ilişkiler, İŞİD’le olan işbirliği, hâlâ İhvana verilen destek, Rojova ve Başur’da Kürtlere saldırılar ve Kürt sorununun barışçıl çözümünü reddetme, tutuklu olan gazeteci ve aydınlar Erdoğan’a karşı bu koşulları olgunlaştıran etmenlerdir. ABD Türkiye’yi tam ele geçirinceye kadar Türkiye’de darbeler kaçınılmazdır. Bu sol ve demokratik güçlerin isteklerinden bağımsız olarak böyledir. Bunu önlemenin yolu demokratik Türkiye’yi yaratmaktır.   

Erdoğan’la birlikte Türkiye’nin toplumsal, sosyal ve sınıfsal yapısında, ordunun bileşiminde önemli kaymalar oldu. Bu kaymalar darbelerin gerçekleştirilmesini de etkiledi. Önce toplumda Sünni-Vahabi İslama doğru büyük bir kayış yaşandı. AKP iktidarı ile birlikte Vahabi İslam kökleşti ve militanlaştı, İŞİD’leşti, itibarlaştı. Artık Türkiye’de iktidar kesinkes Siyasi İslam’ın oldu. Yüz yıldan beri iktidar özlemi çeken Siyasi İslam ele geçirdikleri iktidarı vermemek için Türkiye’de bir iç savaşa bile hazırdırlar. “Reisimizi yedirmeyiz” çıkışları bunun göstergesidir. Laik kesim ise geriledi ve büyük ölçüde sindirildi, ama susturulamadı. Fevri ve yerel çıkışlarda bulunuyor, yığınlar arasında örgütlemeye geçemiyor. Onun için başarı ve yenilgileri yan yana duruyor. Erdoğan’ın faşizan gidişine köstek oluyor, ama engel olamıyor. Geçmişte olduğu gibi ordu ile birlikte bir darbeyle Sünni-Vahabi İslamı durdurma olanakları artık kalmamış gibidir. Ama hâlâ yenilgiyi kabul etmemiş olmalarını Erdoğan kendisi için bir tehdit olarak algılamaktadır.

Ordunun yapısı ise tamamen değişmiştir. Fethullahçılar zaten Kemalist komutanları Ergenekon sürecinde büyük ölçüde tasfiye etmişlerdi. 15 Temmuz darbesiyle onlar da tasfiye oldu. Bugün komutan kesiminin büyük çoğunluğu “FETÖ”cülerden arındırılmış durumda, kalanlar da Erdoğan’a bağlı gözüküyor. Gerçi içlerinde 15 Temmuz darbesini bastırmak üzere geri dönen bazı Kemalist-Ergenekoncu komutanlar bulunmakta, ama onlar şu an Erdoğan’ın kontrolünde gözükmektedirler. Kendi başına hareket etmek isteyenler Tümamiral Cihat Yaycı olayında olduğu gibi görevden alınmaktadırlar. Asker kesiminin de yapısı değişmiştir. Cephelerde savaşanların çoğu paralı askerdir. Onlar kendilerini Erdoğan’ın askeri olarak görüyorlar, “ölmek bu işin fıtratında var” diyorlar. Ordunun “ulusal ordu” niteliği tartışmalıdır. Hâlâ orduda var olduğu söylenen “FETÖ”cü subaylarla, var olan Kemalist komutanların ne yapabilecekleri bir yana bırakılırsa, ordu genel olarak Erdoğan’ın kontrolündedir. Erdoğan aynı zamanda ABD’nin ordu içindeki örgütlülüğünü de bir yere kadar kontrol altına almış ve ABD’nin bir darbe örgütlemesini engellemiş gözüküyor. Bunlar gözükenler. Yine de elinde silah olanın ne yapacağı belli olmaz. Ama ordu da şunu biliyor ki, her girişimde karşılarına 15 Temmuz’dan daha büyük bir cihatçı güruhu çıkacaktır. Yeni olan da budur.

Sınıfsal olarak da burjuvazinin İslami kesimi toplumda büyük ölçüde bir egemenlik oluşturdu. Laik kesim birçok alanda tutunmaya çalışıyor, ama mali, siyasi, kültürel olarak egemenliği kaybetmiş durumda. Bu alanlarda egemenlik İslami burjuvaziye geçti. Bu durum sınıf savaşına da yansımaktadır. İşçi sınıfının bilinç düzeyi çok geriledi, işçi sınıfı saflarında milliyetçilik ve İslami tevekkül anlayışı yaygınlaştı. Patron sömüren değil, ekmek veren kurum olarak görülmeye başlandı. Sendikal hareket eski etkinliğini kaybetti. Sendikalar demokrasi ve hak arama mücadelesinde rol oynayamaz duruma geldi. Devrimci sendikaların ve işçilerin üzerinde büyük bir baskı var. Demokrasi güçleri, ilerici aydın ve akademisyenler, gençler ve kadınlar sürekli baskı ve tehdit altındadırlar, işten atma, kovuşturma, sürgün ve tutuklamalarla hareket alanları kısıtlanmaktadır. Kürt Özgürlük Hareketinin mücadelesi daha çok Kürdistan’la sınırlı kalmakta, Türk kesimiyle bir birlik sağlanamamaktadır. 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül öncesi görülen devrimci işçi, gençlik, aydın hareketliliği maalesef bugün yoktur. Şu an onlardan Erdoğan’a karşı bir kalkışma beklenmemektedir. Bugün Türkiye’de yakıcı bir darbe ortamı yoktur. ABD şu an Erdoğan’la bir süre daha yol almayı düşünüyor. Ordu genel olarak Erdoğan’ın emrinde. Laik ve demokratik kesimler, işçi sınıfı ve Kürt hareketi büyük bir baskı altında. Onlardan gelen darbeyi gerektirecek devrimci bir hareketlilik yok. Buna rağmen darbe tartışmalarını alevlendiren Erdoğan’dır, çünkü bu O’nun bir yönetim biçimidir. Darbe tartışmasıyla toplumda nefret söylemleri ve kutuplaşma artmaktadır. Bu Erdoğan’ın işini kolaylaştırıyor. O bu tartışmalarla bir yandan Kürdistan’da Kürt belediyelerine kayyımlar atayarak sürekli darbe yapıyor, Batıda halka gözdağı veriyor, diğer yandan kendi tabanını olası bir halk hareketliliğine karşı sürekli uyanık tutmaya çalışıyor. Erdoğan çok iyi biliyor ki, uluslararası alanda para bulamayıp ekonomiyi çeviremeyeceği bir durum ortaya çıkarsa halk yığınlarından bir patlama gelebilir, Rojova’da, Başur’da , İdlib’de, Libya’da savaşları yürütemeyecek duruma düşebilir ve iktidarı kaybetmek bir an meselesi olabilir. Korona pandemisiyle birlikte artan işsizlik ve yoksulluk bunun zeminini hazırlamaktadır. Erdoğan için buna meydan vermemenin bir yolu darbe tartışmalarını sıcak tutmaktır. Bunun karşıtı ise demokratik güçlerin birliği, ittifakıdır, yığınlar içinde çalışmasıdır. Özellikle sol ve demokratik güçlerin işçi ve emekçi halk yığınları arasında hızla örgütlenmesidir, bir kalkışma anında onlara önderlik edebilecek bir güce sahip olmasıdır. Erdoğan korkmakta haklıdır, halk yığınlarında bir patlama olabilir. Korona salgınının ve savaşın getirdiği yükler halkta huzursuzluğun artmasına neden olmaktadır. Eğer sol ve demokratik güçler örgütlüyse, o zaman Erdoğan’ın sonu da kaçınılmaz olmuş olur.

Bir yanıt yazın