Haber / Yorum / Bildiri

Depremden unutulmayanlar: Sesimi duyan var mı? Sağ mısınız? Kimse yok mu?

Asiye SÖNMEZ

DEPREMİN onuncu günündeyiz. Hükümet alelacele arama ve kurtarma çalışmalarını sonlandırıp enkaz kaldırmaya, Mart ayında da Prof. Dr. Naci Görür’ün mikro-bölgeleme çalışması yapmadan yerleşim alanları için yer seçilmemeli“ uyarısına rağmen-30 bin evin yapımına başlamak istiyor. Neden? Enkazı bir an evvel kaldırıp ölü sayısını düşük mü göstermek istiyor? Gerçek ölü sayısının 100 bine ulaşacağından mı korkuyor? Enkazı kaldırmak demekö enkaz altında kurtarılamayan cansız bedenleri yok saymak anlamına gelir. Erdoğan hükümeti “devlet gerekeni yaptı” deyip yeni bir algı operasyonu mu başlatmak istiyor? Onun foyası ortaya çıktı, artık zevahiri bile kurtaramaz.

Yabancı arama-kurtarma ekipleri tam çalışamadı

74 ülkeden yardım için gelen 10 binin üzerindeki yabancı arama-kurtarma ekipleri ülkeyi çoktan terk ettiler ve kimi gruplar bu cinayete ortak olmak istemediklerini beyan ettiler. Sağ olsunlar, hükümetin yapmadığını onlar yaptılar. Aradılar, buldular, kurtardılar, gereken yardımları yaptılar. Bir deprem felaketinde arama-kurtarma ekibinin nasıl olması ve çalışması gerektiğini –anlarlarsa- AFAD’a ve hükümete gösterdiler. Sağ olsunlar ama onların bu aktif çalışmaları, beceriksizlikleri su yüzüne çıkmış bazı kurum ve kişilerin hoşuna gitmedi. Onlar tehdit edildiler, çalışmaları engellendi, sonunda çoğu erken gitmek zorunda kaldı. Bu hükümetin ar damarı artık iyice çatladı.

Oysa arama-kurtarma çalışmalarının devam etmesi gerekiyor. Hâlâ enkaz altından canlı kurtarılan insanlar var. Hâlâ yakınlarının cansız bedenlerin çıkarılmasını bekleyen insanlar var. Anlaşılan hükümet herkes kurtarıldı algısı yaratarak, çalışmaların gereksizliğini söylemek istiyor. Utanmadan insanlarımızın cansız bedenlerini enkaz yapmaya kalkıyor. İnsanlar yakınlarımız enkaz altında yatarken, canlı veya cansız bedenleri kurtarılırken yanında olmayan hükümetin şimdi arama- kurtarma çalışmalarını durdurmaya hakkı yoktur diyor. Yabancı ekiplere gitmeyin diye rica ediyor. Enkaz altından hâlâ canlı bedenlerin çıkması mucize değil, arama-kurtarma çalışmalarını emreden bir realitedir.    

İnsanlar hükümete ve kendisine kızgın ve öfkeli

Acılar büyük. İnsanlar günlerdir televizyonların başından ayrılamıyorlar. İzlenen yayınlar, yıkılmış binalar, yerle bir olmuş sokaklar, mahalleler, şehirler, görülen enkazlar, duyulan çığlıklar, ağlayan analar, feryat eden babalar, kameraların gösterdiği sahneler, yardım için deprem bölgesine giden gönüllülerin anlattıkları ve gösterdikleri, sosyal medyada yayılanlar insanların içini burkuyor, kimse gözyaşlarını tutamıyor, televizyon başında herkes ağlıyor. Tüm evlerde aynı durum. İnsanların acısı büyük. Tüm ülke yas içinde.

Herkes kızgın ve öfkeli; beceriksizliği, yetersizliği, hazırlıksızlığı ile on binlerce insanı enkaz altına gömen, OHAL ilan etmekten, baskı uygulamaktan, savaş yapmaktan, milliyetçiliği körüklemekten başka bir becerisi olmayan hükümete, devlete, Erdoğan’a kızgın ve öfkeli. Çoğu insan kendisine de kızgın ve öfkeli; bilim insanları Maraş’ta depremin gelmekte olduğunu söylerken onların uyarılarına vurdumduymazca davranan Erdoğan’a neden isyan etmedikleri için kendilerine kızgın ve öfkeliler. Erdoğan hâlâ kaderdir diye insanlar oyalamaya çalışıyor. Buna kananlar da var. Şimdi onlara gerçeği anlatmanın zamanı.

İnsanların unutamadığı görüntüler

İnsanların depremden gördüğü sahneler bir türlü gözünün önünden gitmiyor, görüntüler aklından çıkmıyor, geceleri uyutmuyor. Etkisi altında kalınan öyle acıklı görüntüler var ki, unutulamıyor. Hatırlandıkça insan kahroluyor.

Kimi evinin enkazının dibinde yavrularımı kurtarın diyen annenin çığlıklarını, çaresizliğini, kimi devlet nerede, yardım eden yok mu diyen insanların haykırışlarını, kimi annesini, babasını, kardeşlerini kaybeden ve son kardeşinin cansız bedeninin çıkarılmasını bekleyen bir çocuğun kaybolan duygularını, kimi “arama-kurtarma çalışmaları bitti, biz gidiyoruz” diyen bir gönüllüye “aman gitmeyin, enkazın altından çıkarılacak daha 3 çocuğumun cesedi var” diyen babanın “gitmeyin” diye yalvaran buruk sesini unutamıyor.

Kimi, buz gibi soğukta devletin kendilerine ne bir çadır, ne bir battaniye, ne bir kefen, ne bir seyyar tuvalet gönderdiğini, AFAD’ın, ordunun ne orada olduğunu, ne de bir sahra hastanesi ve mutfağı kurduğunu titrek sesleriyle anlatırken kendi imkânlarıyla gece yarısında yaktıkları ateşin başında ısınmaya çalıştıklarını unutamıyor.

Kimi evlerini kaybeden, evlerine tehlikeli diye giremeyen insanların barınmak için başka şehirlere, Mersin, Antalya’daki otellere götürülürken yüzlerindeki hüzünü, depremzedeler yerleştirilecek diye yurtlarını boşaltmak, memleketlerine gitmek ve online-eğitime geçmek zorunda kalan öğrencilerin çaresizliğini unutamıyor. Öğrencilere bu muameleyi reva gören eğitim ve bilim düşmanı bu hükümete bir kez daha kızıyor. Hele görevinin afetlerde mağdur olan vatandaşlar için konteyner konut üretmek olan Malatya’daki Kızılay Konteyner Fabrikasının 2020’den beri üretim yapmadığını duyunca öfkeleniyor, “Yeter bu iktidar gitmeli!” diye haykırıyor.

Yürekleri yakan bir görüntü ve ses: “Sesimi duyan var mı?”

Unutulamayan daha nice sahneler, görüntüler var. Ama tüm bunların yanı sıra beni derinden etkileyen bir başka sahne oldu ki, anlatamam! Depremin il günüydü.  Devlet ortada yoktu. AFAD yoktu, asker yoktu. Yalnız depremi duyup yardım için gelen az sayıda gönüllüler vardı. Oysa depremde ilk gün, ilk saatler çok önemlidir. Çünkü depremin ilk anıdır, insanlar daha güçlü, canlıdır, hayatta olduklarını belli etmeye çalışırlar. Enkaz altından yardım, imdat sesleri, iniltiler duyulur, nerede acil olarak yardıma ihtiyaç olduğu tespit edilir. Hemen hazır olan AFAD, itfaiye, madenci, asker gibi kurtarma ekipleri araç ve gereçleriyle oraya gönderilir, kurtarma çalışmaları başlar. Ama bu sefer böyle bir görüntü yoktu. Çünkü devlet yoktu, AFAD yoktu, asker yoktu. Vatandaş kendi başına terkedilmişti. Çıplak elleriyle, bulduğu sopalarla, kazma küreklerle enkaz altındaki yakınlarına ulaşmaya çalışıyordu.

İşte bu çaresizliğin içinde bir yardım gönüllüsü enkazın üstüne çıkmış, daha enkazın altından nerelerden ses geldiğini tespit edebilmek için avazının çıktığı kadar bağırıyordu:

“Sesimi duyan var mı? Sağ mısınız? Kimse yok mu?”

Her seferinde 3-4 adım atıyor, bağırıyor ve sonra eğilip enkazın altından bir ses gelip gelmediğini anlamak için kulağını enkazın yarıklarına dayıyor. Eğer bir sesi, bir iniltiyi duyar gibi olursa hemen aşağıda çalışan ve bekleşen insanlara, çekim yapan televizyon ekiplerine “mutlak sessizlik” ihtarı yapılıyor, bir anda bıçak keser gibi sesler kesiliyor, ortalığa derin bir sükûnet hâkim oluyor, herkes derin bir sessizliğin içinde enkazın üstündeki gönüllüden bir ses bekliyor. Bir müddet sonra ya bir sevinç ya da bir hüzün ortalığa yayılıyor. Ses var dendiği anda bir sevinç çığlığı yükseliyor, bir ses yok dendiği zaman da bir hüzünle yapılmakta olan çalışmalara, çekimlere devam ediliyor ve ileriden yine gönüllünün sesi yükseliyor:

“Sesimi duyan var mı? Sağ mısınız? Kimse yok mu?”

Gerikalmışlığın, çaresizliğin görüntüsü

Beni en çok etkileyen işte bu görüntüler oldu. Çünkü bu görüntüler devletin olası bir depreme karşı hiçbir hazırlığı olmadığının resmiydi. Bir depremde ilk hedef enkaz altından canları, hâlâ yaşayan insanları kurtarmaktır. İkinci hedef kaybettiğimiz canların cesetlerini çıkarıp yakınlarına teslim etmektir. Bu işler için akla önce eğitilmiş kadrolar, sonra da aletler, araç ve gereçler gelir. Hükümetin deprem için yeterli eleman yetiştirmediği AFAD’ın yerlerde sürünen durumuyla ortaya çıktı. Yeterli ve gerekli alet, araç ve gereç temin edilmediğini de işte enkazın üstünde bağıran gönüllünün sesi ortaya koyuyordu. Bu çağda enkaz altlarında canlı ve cansız bedenlerin aranmasında, tespit edilmesinde gelişen teknikle birlikte piyasada termal kameralardan ses alan akustik alatlere kadar öylesine çok alet, cihaz var ki, enkazın üstüne çıkıp “sesimi duyan var mı?” diye bağırmak toplum olarak hepimizin, ama en başta, kızaracak yüzü olmasa da, bu hükümetin, devletin yüz karası; geri kalmışlığın, yetkililerin, ülkenin, vatandaşın sorunlarına karşı vurdumduymazlığın zirvesidir.

Hele bu cihazlar içerisinde bu deprem sırasında “tesadüfen” bir gönüllünün kullanmasıyla ortaya çıkan bir cihaz var ki, insanı kahrettiriyor. Bu cihaz binalardaki su kaçağını tespit etmek için esnafın kullandığı çok iyi akustik hassasiyeti olan bir alet. Ve bu aletle enkaz altında birçok insanın sesleri, iniltileri, hatta kalp atışlarını bile tespit etmek mümkünmüş. Bu ise hayat kurtaran bir alet demektir. Ve bu aletten koca Maraş’ta ilk anlarda bir tane varmış. Uzmanlar diyor ki, bu aletler çok sayıda birinci ve ikinci günü kullanılsaydı can kaybı en az yarı yarıya inerdi. Bunu duyup da kahrolmayan olabilir mi? Bu aletin fiyatı ne? Bir zamanlar bilemedin 50 lira idi. “İtibardan tasarruf edilmez” diyen Cumhurbaşkanı, eşi Emine Erdoğan’a 50 bin dolara el çantası alacağına, “50’şer liraya” bu cihazlardan 10 bin tane almayı akıl etseydi, bugün can kaybımız yüzlerle ifade edilir olurdu. Ama “başımızda” ülkeyi yağmalamaktan, halkı soymaktan, kendi çıkarlarından başka bir şeyi düşünmeyen hükümetin, Saray’ın; ülkenin, vatandaşın sorunlarını akıl etme, benim ülkem deprem bölgesi, deprem hazırlığı var mı, yok mu, eleman, cihaz, araç, gereç var mı, yok mu diye bir derdi de olamaz. Olmadığı da ortaya çıktı.   

  Siyasetin işlediği cinayet

Beni derinden düşündüren ikinci görüntü ise depremden bir saat 20 dakika sonra saat 05.37’de İçişleri Bakanı Soylu’nun yaptığı açıklamaydı. Deprem haberinden sonra AFAD Koordinasyon Merkezinde toplanan Cumhurbaşkanı Yardımcıs Fuat Oktay, İçişleri Bakanı Soylu ve diğer bakanlar depremin yaşandığı illerle bağlantılar kurup, durumu öğrendikten sonra Soylu kameraların karşına geçip şu açıklamayı yaptı:  

“Dördüncü seviye alarm ortaya koyduk. Bu, uluslararası yardımı da içeren bir alarmdır… Şu anda bütün valilerimiz, jandarma, AFAD ekiplerimiz görev başında. Türkiye’nin birçok noktasından arama kurtarma ekipleri ilgili bölgelere sevk ediliyor..”

İnsan hemen seviniyor, “oh be” diyor, “devlet harekete geçmiş, vatandaşın emrinde ve hizmetinde” diye seviniyor. Ama ne yazık ki, gerçeğin böyle olmadığı kısa bir zaman sonra ortaya çıkıyor. Yapılan açıklamanın bir algı operasyonu olduğu anlaşılıyor. Zira bu açıklamanın ikinci bölümünün, yani tüm valilerin, jandarmanın, AFAD ekiplerinin görev başında olduğu açıklamasının gerçek olmadığı, deprem bölgesinde iki gün bunların görülmediği, devletin hiçbir şeyi koordine edemediği, depremzedeleri ölümle baş başa bıraktığı gerçeği ile ortaya çıktı. Burada Soylu’nun amacı “olmayan” devletin her şeye hâkim olduğu algısını yaratmak istemesiydi. Yaratamadı!

Asıl ilginç olan Soylu’nun ilk cümlesidir: “Dördüncü seviye alarm ortaya koyduk. Bu, uluslararası yardımı da içeren bir alarmdır.” “Dördüncü seviye alarm koymak” demek, deprem bizim tek başımıza başa çıkamayacağımız, acilen uluslararası yardımı gerektiren büyük bir felaket yarattı demektir. Yani hükümet depremden bir saat sonra felaketin boyutunu biliyordu, en yüksek seviyede alarm veriyordu. Artık bu alarmı verdikten sonra devletin her şeye hâkim olduğu izlenimini yaratabilmek için alarma geçirilmeyen jandarmanın, “olmayan” AFAD’ın görev başında olduğunu söylemek yalnız vatandaşa yalan söylemek, aldatmak değil, hukuken bir cinayet işlemekti. Daha depremin ilk saatinde depremzedelere yardım için jandarmayı, askeri harekete geçirmemek enkaz altında binlerce insanın kurtarılamamasını önlemek, ölmesine neden olmak demekti. Bu ise bilerek, kasten işlenen bir cinayettir. Deprem bölgesinde iki gün boyunca olmayan devlet cinayet işliyordu. Depremzedeler enkaz altındaki yakınlarını ölüme terk eden devletin bu cinayetlerinin hesabını er geç Erdoğan ve hükümetinden soracaklardır.

Şimdiye kadar yerli ve milli olduğunu, sürekli dış güçler dediği bu yabancıların, Amerikalıların, Fransızların, Almanların, Yunanlıların Türkiye’nin iyiliğini istemediğini söyleyen bu hükümet ve üyelerinin, en başta Erdoğan ve Soylu’nun bu çağrıyla birlikte ne kadar ikiyüzlü oldukları bir kez daha ortaya çıkmış oldu. Bu doğal afet karşısında Türkiye’nin iyiliğini istemiyor denen ABD ve Avrupa devletleri hemen Türkiye’nin yardımına koştular. Türkiye’ye en gelişmiş alet ve araçlarla donatılmış ekipler gönderdiler. Ama böyle bir krizi yönetmekten aciz olan hükümet ve bakan Soylu Türkiye’ye gelen bu yabancı ekipleri hemen deprem bölgesine gönderemedi. Onları saatlerce İstanbul hava limanında bekletti. Onların en kıymetli zamanlarının heba olmasına neden oldu. Gönderecek uçak bulamamışlardı. Oysa Edoğan’ın 11 uçağı hangarda yatmakta idi. Bu uçaklarla yabancı kurtarma ekiplerine tahsis etmek, onları deprem bölgesine ulaştırmak, bölgeye dağıtmak bu kadar zor muydu? Erdoğan’ın itibarına zarar mı gelecekti? Bir transferi koordine edemeyen koca devletin koca koordinasyon kurulunun rezilliği!

Şiddet dili ve linç girişimleri

Herkesi derinden etkileyen ve düşündüren bir olay da yetkililerin kullandığı şiddet dili ve bundan güç alan bazı trollerin Suriyeli göçmenlere ve bazı “yağmacılara” karşı yaptıkları linç girişimleriydi. Hukuk devletinin asli görevini bazı “çapulcular” üslenmişti. Ortada hem devlet yoktu ama hem de devlet büyükleri sanki bu linç girişimlerini destekler bir konumdaydılar. Daha başında deprem için hiçbir hazırlığın bulunmadığını, kriz koordinasyonun işlemediğini gören Erdoğan bu konuda kendine yönelecek eleştirileri önlemek için sorunları sosyal medyada dile getirenleri provokatör ilan ederek, onlar için defter tuttuğunu açıklayarak, OHAL ilan ederek, Twitter’i engelleyerek ve bazı gazetecileri ve akademisyenleri tutuklatarak topluma korku saldı. Hükümeti eleştirenlerin düşman görülmesi gerektiği anlayışını yaydı. Bin yılın depremi olmuş, yaşanan büyük bir felaket ama Erdoğan hâlâ itibarsızlığın dayanılmaz hafifliğinde ‘’itibarına’’ zarar gelmemesi peşinde. İktidar sözcüleri, medyaları ve Soylu, düştükleri aczin telafisi gayesiyle büyük bir yardım örgütleyen ‘’Ahbap’’ekibine saldırmaya başladılar. Ahbap’ın çalışmaları hem ülke içinde, hem dışında iktidara güvensizlikten dolayı büyük bir sempati ve sevinçle karşılanmakta ve yardımlar yağmaktadır.

Bu tehdit ve şiddet dili birçok troli yüreklendirdi. Bunlar deprem bölgesinden haber yapan muhalif televizyon ekiplerine, gazetecilere saldırıya geçtiler. Dövülenler oldu. Bu şiddet ve tehditler sonunda deprem bölgesinde yaşayan Suriyelilere ve yağma yapmak için deprem bölgesinde bulunduğu iddia edilen kişilere yöneldi. Burada özellikle Zafer Partisi lideri Ümit Özdağ’ın Suriyeli göçmenleri hedef alan ırkçı söylemleri ve AKP sözcüsü Ömer Çelik’in yağma ve hırsızlık yapanlara “acımayın” çağrısı, Erdoğan’ın da bir kez daha “Yağmacılık yapanlara da, bu acıyı siyasi yağmaya dönüştürmek isteyenlere de müsaade etmeyeceğiz” sözleri polisi ve trolleri cesaretlendirdi, olayları körükledi. Linç girişimleri çoğaldı. Yağmacı olarak suçlanan insanlara AKP’nin, MHP’nin, Zafer Partisi’nin gözü dönmüş “mücahitleri” saldırmayı, dövmeyi, linç etmeyi kendisine bir hak saymaya başladılar. Bunlar tarafından Hatay Defne’de üç kişi yağma iddiası ile dövülerek öldürüldü. Kahramanmaraş’ta yine üç kişi dövülerek şehir dışına atıldı. Sonra bunların yağmacı değil, yardım gönüllüleri olduğu ortaya çıktı. Bu iki örnek bile tehdit ve şiddet dilinin nerelere vardığını göstermektedir. Şüphesiz yağmacılar da vardır. Bunları yakalamak, linç edilmelerini önlemek polisin, jandarmanın görevidir. Ama en başta gözü kara saldıranlar bu kolluk güçleriydi. Bu da iktidarın bilinçli bir politikasıydı. İktidar bu politikayla depremdeki beceriksizliğine gelen halkın tepkilerini yarattıkları provokatörlere, yağmacılara yöneltmek ve bu şiddet ortamında muhalefeti susturmak, kendine gelecek eleştirileri bastırmaktı. İkidar böylece beceriksizliklerinin üstünü örtmek, güçlü olduğunu göstermek, depremi Allah’ın bir lütfuna dönüştürüp seçimleri ertelemeyi planlamaktadır. Buna müsaade edilmemelidir. Onun deprem koordinasyonundaki başarısızlıkları deşifre edilmeli, ikiyüzlülüğü ortaya konmalı, halka artık bu iktidarın gitmesi gerektiği anlatılmalı ve yığınları harekete geçirmek için çalışmalar hızlandırılmalıdır. Şimdi artık ilerici ve devrimci demokratik güçlerin, solcuların görev başında olmaları gerekmektedir.

Bir yanıt yazın