Haber / Yorum / Bildiri

Bir sorgulama: Deprem, halkla yardım ve dayanışmanın “gereksizliği”!

Ceylan DENİZ

GEÇEN sene 6 Şubat’ta Kahramanmaraş merkezli yaşanan iki deprem, birinci yılında depremin vuku bulduğu illerde büyük katılımlarla anıldı, acılar paylaşıldı, istemler tekrarlandı, hükümete, Erdoğan’a karşı eleştiriler yenilendi. Ama hükümete, Erdoğan’a karşı büyük bir tepki, protesto gelmedi. Beklenen yeni depremler, özellikle İstanbul depremi için hükümetin bu depremden çıkarttığı bir ders olup olmadığı üzerinde durulmadı. Hükümetin vurdumduymazlığı sorgulanıp protesto edilmedi. Depremin ilk günlerinde halka yardım için koşan partiler, Sivil Toplum Kuruluşları (STK) ortalıkta yoktu. Sanki herkes görevini yapmış olmanın huzuru içinde 6 Şubat’ta halka hizmet verdiği meydanları boşaltmıştı. Bir senenin bir muhasebesi yapılması, eksik ve hataların gözden geçirilmesi, bir sonraki deprem için dersler çıkarılması, mücadelenin nasıl olacağının görürüşülmesi, tartışılması gerekmez miydi? 

Hâlâ devlet “yok”

Gerekirdi, çünkü görüldü ki, aradan bir sene geçmiş olmasına rağmen yaralar hâlâ sarılmamıştı. Depremzedeler hâlâ dertliydi. Barınma, ısınma, temiz su, sağlık, beslenme, çocukların eğitimi gibi sorunlar çözülmüş değildi. Büyük çoğunluk hâlâ çadırlarda, konteynerlerde kalıyor. Durumları perişan ve yürekler acısı. İnsanlar birinci yılda mezarlıklara akın etti, doğru-yanlış mezarlar başında kaybettiklerini andılar, bulamadıklarını hâlâ arıyorlar, kayıp çocuklardan haber alınamıyor. İlk günkü gibi sanki devlet ortalıkta yok, ama devleti sorguya çeken bir güç de yok! Bu durumun sorgulanması gerekmez mi?

Enkaz büyük ölçüde kalkmış durumda. Ama enkaz kurallara uyulmaksızın gelişigüzel yerlerde, hatta tarım arazilerinin bulunduğu yerlerde depolanmış, atık içindeki çeşitli kimyasallar sulara ve tarım arazilerine karışmakta, bölgenin ekolojik sistemini tehdit etmektedir. Deprem felaketi yetmiyormuş gibi halkı şimdi de yeni bir ekolojik felaket beklemektedir. Ama devlet, Erdoğan bunları umursamamaktadır. Onun için önemli olan iktidar ve ranttır. Hatta depremi fırsata çevirerek enkazın kaldırıldığı yerlerdeki değerli arsaları istimlak etmekte, rant olarak elde tutulmasını sağlamaktadır. İnsanlar can derdinde, iktidar rant peşinde. Devlet yok değil, var; ama rantta var, halkın yanında yok.

Halka aba altından sopa göstermek  

Deprem bölgesinde devlet, yani Erdoğan ise bir sene önce verdiği sözlerin çoğunu tutmamış. Ordu darbe yapar diye üç gün askeri harekete geçirmeyip resmi rakamla 53 bin insanın enkaz altında ölümüne, “katline” neden olan Erdoğan suçunu örtmek için halka o zaman vaatler dağıtıyordu, bir yıl içinde herkese kalıcı konutlar vereceğini söylüyordu. Bir sene sonra depremzedeler için inşa edilen konut sayısı ise devede kulak. Depremin merkezi Maraş’ta ihtiyaç olan konut 110 bin, depremin birinci yılında Erdoğan’ın büyük bir şovla teslim ettiği konut sayısı 9 bin. Sanki “villa” dağıtıyordu. Tüm deprem bölgesinde teslim edilen konut sayısı 27 bin, ihtiyaç ise 650 bin. Bu kadar konutu bir yıl içinde yapıp teslim etmek ise zaten mümkün değildi. Ama Erdoğan bu vaatleri gerçekleşmeyeceğini bile bile yaptı, çünkü o zaman yapılacak olan Cumhurbaşkanlığı ve Genel Seçimlerde bu asılsız vaatlerle halkın oyunu almak istiyordu.

Bu sene de Erdoğan depremin birinci yılında anma ve konut teslim toplantılarını 31 Mart Yerel Seçimlerine halktan oy istemek için kullandı. Bu arada halka aba altından sopa göstermeyi de ihmal etmedi. Depremden en büyük zararı gören, ama devletten hemen hemen hiç yardım görmemiş olan Hatay’da yaptığı konuşmada halkı, “AKP’li değil CHP’li belediye başkanı seçerseniz böyle “garip” kalırsınız!” diye tehdit etti. Aslında bu tehdit yalnız Hataylılara değil tüm Türkiye’ye idi. Açıkça “31 Mart’ta “garip” kalmamak, devletten yardım almak istiyorsanız belediye başkanı olarak AKP adaylarını seçin” diyordu. Sanki devletin hazinesi onun özel kasasıydı. Artık bu her alanda görülen Reis keyfiliğinin halkın özgür iradesi olan seçimleri gasp etmeye kadar geldiğini göstermektedir. Zaten Kürt illerinde bu irade çoktan gaspediliyordu. Şimdi Batıda da aynısı olacağı görülmektedir. Erdoğan için önemli olan iktidardır, rant ve paradır. Bunun için her şey mübahtır. Türkiye’de sanki sol ve demokratik güçlerin, muhalif güçlerin eli kolu bağlanmış, basireti tutulmuş bir konumdadır. Neden böyle, bir sorgulama gerekmez mi?

Türkiye bir doğal afetler ülkesi, neden?    

Türkiye coğrafik konumu nedeniyle bir doğal afetler ülkesi. Deprem, sel, heyelan, erozyon, kuraklık, orman yangınları, maden ocağı çökmeleri ülkede sık sık yaşanan afetlerdir. Bunlardan deprem dışındaki afetler doğal olmaktan çok insan eliyle, insanın doğa katliamıyla veya kapitalizmin kâr hırsıyla doğaya bilinçli müdahalesiyle, iklim değişikliği ile ortaya çıkan afetlerdir. Bunlarda doğa afetidir, ama sorumlusu insandır. Tarihte Anadolu’nun balta girmemiş ormanlarla dolu olduğu anlatılır. Bugün ise kuraklıktan hızla çölleşen bir bozkır! Kalan ormanlar da turizm adına, maden çıkarma ve arama adına yakılmakta veya kesilmektedir. Afeti devletin kendisi davet etmektedir. Çevre aktivistleri dışında vatandaş ise genellikle suskun. Daha bir çığlık kopmuyor. Yapabildiği tek şey bir felaket kopunca gücü yettiğince o felaketin açtığı yaraları sarmak için koşmak olmaktadır. Doğru mu davranıyor? Artık sorgulamak gerekiyor.

Afetin olduğu yere genellikle koşuluyor. Devlet ise ortada yok. Yangın oluyor. Yazın kuraklığında Türkiye yangın bölgesi. Yangın uçak ve helikopterlerle söndürülür. Ama uçaak ve helikopter ya yok ya da hangarda bozuk, bakımsız çürüyor. Sorgulama bu konuda basında çıkan birkaç yazı değildir. Bu kendini avutmaktır. Sorgulama mesela devletin, hükümetin Akdeniz, Ege, Güney Doğu Kürt illerinde yeterli uçak, helikopter ve diğer malzemelerden oluşan yangın istasyonları kuruluncaya kadar mücadeleyi sürdürmek, Anadolu’nun yeniden ormanlaşması için bir kampanya açmak, bunlar için halkı harekete geçirmektir. Anadolu tarihte anlatıldığı gibi ormanlarla dolu olsaydı bu felaketlerin çoğu olur muydu? Çoğunluk, hâlâ ormanın; sel, kuraklık, erozyon, heyelan gibi afetlerin önleyicisi olduğunu görmek istemiyor. Halkın kendi yöresine sahip çıkması ve hükümetin her türlü keyfiliğine karşı çıkması sağlanmalıdır.

Madenler millileştirilmeli, devler tarafından işletilmelidir

Bu madenler için de geçerlidir. Türkiye’de maden işletmeciliği bir doğa tahribatı, insan katliamı ocaklarıdır. Maden işletilen her yerde ormanlar dipten tıraş edilmekte, bitki ve hayvan örtüsü yok edilmekte, sonunda çırılçıplak bir dağ, milyonlarca ton zehirlenmiş atık toprakta kalmaktadır. İşte Erzincan’daki altın madeni işletmeciliği. Bunun en başta gelen nedeni maden işletmesinin yüksek kâr hırsı peşinde koşan “yerli” ve yabancı şirketlere verilmesidir. Altını, gümüşü, demiri, kömürü çıkaran bu şirketlerin ülkeye verdikleri zarar sağlayacakları faydadan kat kat fazladır. Çoğu yerde bu madenleri çıkarmamak ülke ve doğa için daha akılcıldır. Bunun için Anayasa’nın 168. Maddesi gereği madenler hemen millileştirilmeli, devlet tarafından ülke, insan ve doğa yararına en güvenlikli şekilde işletilmeli, işletilmesi de Maden ve Jeoloji Mühendisleri odası tarafından kontrol edilmelidir. Her maden işletmesinin fayda ve zararları Oda tarafından hesaplanmalı ve halka açıklanmalıdır. Gerekirse altın, gümüş, kömür yer altında bırakılmalı ve çıkartılmamalıdır. Eğer maden sorununa böyle yaklaşılsaydı ne Soma’da 301 kişi, ne Bartın’da 43 kişi ne de Erzincan İliç’te 9 kişi toprak altında kalırdı.

 Bunlar hemen Anayasa’nın 168. Maddesinin uygulanması, madenlerin millileştirilmesi, devlet tarafından işletilmesi, Oda tarafından kontrol edilmesi için mücadeleyi gerektirmektedir. Millileştirme, kamulaştırma, devletleştirme yeniden toplumun gündemine oturtulmalıdır. Hem vatandaş, hem devlet ve kapitalist sistem tarafından talan, yağma, katliam, vurgun ve çapulculuk almış başını gidiyor. Bunun için artık vakit kaybetmeden yığınsal bir sorgulama yapmak gerekiyor! Kim yapacak? Sol ve demokratik güçler, aydınlar, çevre aktivistleri. Nasıl yapacak? Halkın içine inerek yapacak! Afet vukû bulduktan sonra değil, vukû bulmadan önce yapacak. Afetten sonra her şey geçtir. Hedef hükümetin insan ve doğa düşmanı kâr, rant ve savaş politikasına karşı halkı aydınlatarak, örgütleyerek yapacak! Bunun için vakit geçmeden başlamak gerekiyor.

Deprem bir afet değil bir nimettir

Ülkemiz için en büyük doğal afet depremdir. Çünkü ülkemiz; içinde üç aktif fay hattının: Doğu Anadolu, Kuzey Anadolu ve Batı Anadolu fay hatlarının bulunduğu bir deprem kuşağı üzerindedir. Bu fay hatlarını kuzeye doğru hareket halinde olan Arabistan levhası sıkıştırmakta ve belli aralıklarla sürekli depremler meydana gelmekte, Anadolu sallanmaktadır. Bunun sonucu insanlar için bir felaket olmaktadır. Şehirler yıkılmakta, kaybolmakta, insanlar ölmektedir. Ama insanlar bu felaketle yaşamayı öğrenirlerse deprem aynı zamanda insanlar için bir nimettir. Bel ve diz ağrılarına, göğüs ve solunum hastalıklarına şifa aradığımız kaplıcalar depremin bir ürünüdür.

O zaman sormak gerekiyor: depremle birlikte yaşamak ne demektir ve depremle birlikte yaşamaya nasıl alışılacaktır? Deprem yerküremizin oluşumundan gelen önlenemez doğal bir afettir. Burada söz konusu olan depremin insana uyması değil, insanın depreme uymasıdır. Fay hatlarının yerleri bellidir. O zaman insanların bu fay hatları üzerine yerleşmemeleri, yerleşmiş olanların da buralardan çıkarılması gerekir. Bunun hemen uygulanması zor görülebilir. O zaman bilim ve tekniğin depremle nasıl birlikte yaşanacağına verdiği cevaba bakmak gerekmektedir. Bu da bilim ve tekniğin depreme dayanıklı bina inşaatıdır. Japonya da deprem kuşağı üzerinde bir ülkedir. Sürekli en az 7, 8 büyüklüğünde depremler meydana gelir. Binalar hafif bir sallanır, yıkılan pek azdır, ölü ve yaralı sayısı en güçlü depremde en fazla birkaç yüz kişidir. Çünkü orada tüm binalar bilim ve tekniğin verilerine göre yapılan depreme dayanıklı binalardır.

Deprem felaketinin sorumluluğunu depreme yıkan Erdoğan

Deprem felaketinden korunmak için günümüzde depreme dayanıklı bina inşa etmek zor değildir, hele yalnız gelişmiş, zengin ülkelere mahsus bir özellik de değildir. Bugün her ülke depreme dayanıklı binaları inşa edebilecek durumdadır. Yeterki kurallara uyulsun, toprak etüdü yapılsın, demir ve çimentodan çalınmasın, malzeme kalitesine dikkat edilsin! Türkiye bunu yapmaktan aciz değildir. Kuralları bilen, etüdleri yapan, kaliteli malllar üreten, plan ve projeleri yapan mühendisleri vardır. Bunları takip edecek Mimar ve Mühendis odaları vardır. Yine de depremler bizim ülkemizde bir felakete dönüşmektedir. Neden? Teknik ve ekonomik açıdan bir sorun yok. O zaman sorun nerededir? Sorun politiktir, politik iradeyi icra eden hükümettir, hükümetin politikasındadır. O zaman soruna politik bakıp ona göre mücadele etmek gerekmektedir.

6 Şubat 2023 Maraş merkezli depremde oluşan felaketin büyüklüğünden kendisinin sorumlu olduğunu bilen Erdoğan “son bir asrın en büyük deprem felaketini yaşadık” diyerek suçu üzerinden atmaya kalkışmakta, yaşanan yıkım ve katliamı depremin büyüklüğü üzerine yıkmaya çalışmaktadır. Her doğa afetini kader sayan halkımız bu kadar büyük yıkım ve insan kaybının depremden geldiğine, kader olduğuna maalesef inanmaktadır. Bu da Erdoğan’ın işini kolaylaştırmaktadır. Oysa bu kadar büyük yıkım ve ölümün nedeni deprem değil Erdoğan’ın uyguladığı politikalardır. Sorgulamaya tam da burdan başlamak gerekmektedir. Bu depreme asrın felaketi demekte Erdoğan haklıdır. Zira resmi rakamla 53 bin insan kaybının olduğu, 500 binden fazla konutun yıkıldığı bir deprem gerçekten de asrın en büyük felaketidir. Dünyanın diğer ülkelerinde aynı büyüklükteki depremde halk böyle bir facia yaşamıyor. O zaman neden bizde böyle bir facia yaşanıyor?

Deprem faciasının bir sorumlusu iktidarsa diğer sorumlusu halktır, sol ve demokratik güçlerin atıllığıdır

Maraş merkezli 6 Şubat depreminin gelmekte olduğunu yer bilimciler sürekli söyleyip durdular, önlem alınması konusunda uyardılar. Deprem olacak, ülke yıkılacak, insanlarımız ölecek… Bunlar Erdoğan’ın umurunda değildi. Onun için önemli olan oy, iktidar, rant ve paradır. Seçim öncesi imar affı çıkarıldı. Çürük binalar legalleştirildi. Yıkım ve ölüm için gelmekte olan depreme davetiye çıkarıldı. Bunu yapan Erdoğan idi. Kimseden ses çıkmadı. 1999 büyük Gölcük deprem felaketinden ders çıkaran zamanın hükümeti deprem yaralarını sarmak ve depreme karşı önlemler almak için özel vergiler getirdi. Bu vergilerden Özel İletişim Vergisi deprem vergisi olarak kalıcı hale getirildi. Amaç bu vergilerle binaları depreme dayanıklı hale getirmek, gerekli önlemleri almaktı. Ama Erdoğan ne yaptı? Bu deprem paralarını yol, köprü, havaalanı inşaatlarında kullandı. 2011 yılında da Maliye Bakanı olan şimdiki Maliye Bakanı Şimşek bu paraların çeşitli ulaşım ve tarım projelerinde kullanıldığını açıkladı. Bir zamanlar deprem yardımlarıyla memur maaşlarının ödendiği bile olmuştur. Maraş merkezli deprem için de Türkiye’de 115 milyar TL bağış toplandı, AB ülkelerinden 6 milyar Euro yardım geldi. Bugüne kadar bu paraların nereye harcandığı konusunda bir bilgi verilmedi. Şeffaflık yok. Toplanan paralar ve gelen yardımlarla hükümet genellikle kendi “delik”lerini, açıklarını kapatmakta, yandaşlara ihale yaratmaktadır.

Yer bilimciler durmadan, yorulmadan İstanbul’u yakında en az 7 büyüklüğünde bir depremin vuracağını, sonuçlarının Maraş merkezli depremden daha ağır olabileceğini açıklamaktadırlar. Ama iktidarın umurunda değil. O hâlâ oy peşinde, İBB Başkanlığını İmamoğlu’ndan, CHP’den alma depremden daha önemli. “AKP’yi seçerseniz her türlü hizmeti alırsınız, seçmezseniz “garip” kalırsınız” demektedir. İstanbul’u bir deprem vuracak, kimsenin umurunda değil. Oysa 6 Şubat depreminin yıl dönümünde en çok konuşulması gereken İstanbul’u bekleyen deprem olmalıydı. İstanbul’un 6 Şubat depremi gibi hazırlıksız yakalanmaması için nelerin yapıldığının, daha nelerin yapılması gerektiğinin konuşulması gerekmez miydi? 6 Şubat depeminden çıkarılan ve çıkarılacak derslerin bir muhasebesinin yapılması şart değil miydi? Yapılması gerekirdi. Ama Erdoğan’ın böyle bir niyeti yoktur. Onun için deprem AKP belediye başkanlığı döneminde olursa “Allah’ın insanları sınavı”ndan biridir, kaderdir, yarattığı felaket çekilecektir, katlanılacaktır. Yok CHP belediye başkanlığı döneminde olursa deprtem de depremin sonuçları da CHP’nin, İmamoğlu’nun beceriksizliğidir. Ya halkın, sol ve demokratik güçlerin burada söyleyecek bir sözü yok mu? Var, ama şu an öyle gözükmüyor. Çünkü sol ve demokratik güçler de 6 Şubat depreminin yıl dönümünde 6 Şubat depremindeki çalışmalarının bir muhasebesini yapmadı, eksik ve hatalarını gözden geçirmedi, bir eleştiri, özeleştiri yapmadı, İstanbul depremi için çıkarılacak dersleri tartışmadı. En azından Erdoğan’ın politikasına ciddi bir sorgulama getirmedi. Oysa gerekli olan bu idi.

Depremde halka yardım ve dayanışma biçimi değişmelidir

O zaman açık sormak gerekiyor: Sol ve demokratik güçler, muhalefet için 6 Şubat depreminden çıkarılacak dersler nelerdir? Bir doğa felaketinden, özellikle deprem felaketinden sonra insanların seferber olması, yardım ve dayanışma için koşması doğaldır, insani bir reflekstir. Bu refleks sol ve demokratik, muhalif güçlerde de var. Onlar da koşuyorlar. 6 Şubat depreminde de böyle oldu. Koştular, deprem bölgesine vardılar. Ama bölgede devlet yoktu. Halk kendi olanaklarıyla, çıplak elleriyle enkaz altındaki yakınlarını çıkarmaya, kurtarmaya çalışıyordu. Gelen sivil toplum kuruluşlarından ekipler de çıplak elleriyle hemen arama kurtarma çalışmalarına katıldılar. Aşevleri, çadırlar, yardım paketleri, sağlık, sosyal hizmetler örgütlediler. Yani devletin yapması gereken işleri üslendiler. Doğru mu yaptılar? Hayır yanlış yaptılar. Yapılanlar çok iyi niyetli işler de olsa yanlıştı. Yanlışlık devletin yapması gereken işleri üstlenmekti. Aşevi, çadır kurmak, sağlık ve sosyal hizmet vermek devletin işidir. Devlet adına Kızılay, AFAD ve ordunun işidir. Bunlar Sivil Toplum Kuruluşu STK’ların işi değildir. Onun en başta gelen işi devletin orada olmamasını sorgulamaktır. O zaman STK’ların bu işleri neden yaptığı, devletin işini neden üslendiği konusunda kendisini sorgulaması gerekir.

Kızılay’ın görevi STK’lara çadır satmak mı?

Bir düşünün, sorun kendinize, devlet, Kızılay ne yaptı? Bir Sivil Toplum Kuruluşu olan AHBAP’a çadır sattı. Ahbap da aldığı çadırlarla depremzedelere barınma olanağı yarattı. Bir bakın şu tersliğe! Büyük bir deprem olmuş, halk evsiz, barksız, yurtsuz, devletin, yani Kızılay’ın ilk yapacağı iş, elindeki çadırları, malzemeyi alıp deprem yerine koşup orada halka barınak yaratmak, aşevleri kurmak, sağlık ve sosyal hizmet vermekti. Kızılay ne yapıyor? Çadır satıyor? Deprem yerine 2 gün sonra gidiyor, yani orda burda görülüyor. Deprem gibi bir büyük doğa afetinde devletin göstereceği reaksiyon bu mu olması gerekirdi? STK’ların görevi devletin işini, hemde kendi cebinden para ödeyerek üstlenmek değil, tam da bu konularda devletin işlerliğini sorgulamak, kontrol etmektir.

Resim çektiren AFAD!

AFAD da iki gün ortada yoktu. Geldiği zamanda bir resim çektirip gidiyordu. Sonra “ben ordaydım” diyordu. Denebilir ki, enkaz altından AFAD’ın kurtardığı tek insan yoktur. AFAD ise sırf bu gibi afetler için kurulmuş bir kurumdur. Hantallaşmış! Görüldü ki, en büyük doğa felaketi olan deprem için bir tek hazırlığı yoktu. Yani devlet bir deprem felaketine hazır değildi. STK’ların işi devletin bu işini üstlenmek değil AFAD’ı hantallaştıran, işlemez kılan anlayışla mücadele etmektir, AFAD’ı kontrol etmektir. Hele STK’ların topladığı ve deprem bölgesine yolladığı paketlerin üstüne AFAD damgası vurdurulup depremzedelere dağıtılması bu paketlerin resmen devlet tarafından bir “gaspı” idi. Bu “gasp” bu gibi doğal afetlerde STK’ların yardım toplamasının ne kadar anlamsız olduğunu ortaya koymaktadır. Bu yardımlara hazır olmak devletin görevidir. STK’ların görevi devletin hazırlığını sorgulamak, kontrol etmektir.

Ordu ne yaptı?

Enkaz altındaki halk çığlıkların, iniltilerin kesilip yardım gelmediği için ölürken ordu neredeydi? Kışlada emir bekliyordu. Kimden? Devletten, yani Erdoğan’dan. Bu emir için Erdoğan darbe korkusuyla iki gün bekledi. Bir general çıkıp askeri deprem sahasına sevke edemedi. Resmi rakamlara göre 53 bin, yarı resmî açıklamalara göre (eski bakan, şimdiki AKP İstanbul adayı Kurum’un beyanatı) 130 bin insanın “katline” sebep oldu. Bunun hesabı hem Saray’dan hem ordudan sorulmalıdır. STK’lar doğal afet anında ordunun hemen harekete geçmesini düzenleyen bir yasa çıkarılması için harekete geçmelidir.

Şeffaflık sağlanmalıdır!

Depremden sonra halkın duyguları suistimal edilerek devlet yardım kampanyası altında para topladı. Bu paraların nerelere harcandığı bilinmiyor. Gerçekten depremzedelere mi gitti, yoksa devlet yine bir “deliğini” mi kapattı? Toplanan bu yardımların ve yurtdışından gelen dayanışmanın nerelere harcandığını izlemek, kontrol etmek Sivil Toplum Kuruluşlarının (STK) görevi olmalıydı. En azından bunun kendi görevi olduğunu halka anlatması, halkın desteği ile bu yetkiyi kendisine alması gerekirdi. O zaman gerçek görev yapılabilirdi.

Çıkarılacak ders nedir ve İstanbul depremine hazırlanmak

Bunlar neyi gösteriyor? Bunlar STK’ların ve muhalefetin körü körüne bir aksiyonculuk içinde olduğunu göstermektedir. Düşünmeden aksiyona, harekete geçmekte devletin işlerini üstlenmeye kalkmakta, devleti sorgulamayı ve kontrol etmeyi unutmaktadır. Oysa esas görev budur. Daha ilk gittiği gün devletin sahada olmadığını gören STK’ların ve munhalefetin yapacağı ilk iş hemen Ankara’ya dönmek, Saray’ın önünde dev bir miting yapmak ve Saray’ı iktidarın başına geçirmek, Saray’ın içindeki halkı ölümle baş başa bırakan zihniyeti yıkmaktır. Cumhurbaşkanını hükümetiyle birlikte istifaya zorlamak, gerçek yüzünü demaske etmektir. Bu yapılmadı. Bu en büyük eksiklikti. Sonunda aradan bir sene geçmesine rağmen devlet halka yaralarını saracak bir yardım götüremedi. Erdoğan utanmadan halka “benim belediye başkan adaylarımı seçmezseniz böyle garip kalırsınız” diyebildi. Yine bir ses çıkmadı. Erdoğan bu sözü sarfettiği gün Saray’ın önü “Erdoğan istifa!” diye inlemeliydi. Bu yapılamıyorsa bir doğal afetten sonra yardım toplamanın, deprem bölgesine gidip aşevi, çadır kurmanın hiçbir anlamı yoktur. Tek anlamı bu otoriter devletin, faşizan tek adam rejiminin “yedek parçası” olmaktır.

Artık şu yardım paketi toplamaktan, deprem bölgesine koşmaktan vazgeçilmelidir. Bunun yerine her deprem bölgesindeki şehri, mesela beklenen İstanbul depremi için İstanbul’un her ilçesini depremin kuşağı, fay hattı üzerinde olmayan Akdeniz, Karadeniz ve Orta Anadolu şehirlerinden biriyle kardeş şehir yapılmalıdır. Her belediyede bir deprem birimi oluşturulmalıdır.Bu şehirler bir deprem anında tüm olanaklarıyla: aşevi, çadır, araç-gereç ve yardım paketleriyle İstanbul’un ilçelerine yardıma koşmalıdır. STK’larn ve muhalefetin görevi bu basit gibi görünen işe öncülük etmesi, bunun bir yasaya bağlanması için halkın harekete geçmesini ve bunun tatbikatının yapılmasını sağlamak olmalıdır.

Ne yapılmalı?

O halde ne yapılmalı? STK’ların ve muhalefetin deprem felaketini bekleyip, şimdiye kadar yaptıkları gibi yardım toplayıp deprem bölgesine koşuşturmak yanlış bir anlayıştır. Esas olan depremden sonra değil depremden önce yapılması gereken çalışmalardır. Devletin, yani Kızılay’ın, AFAD’ın, ordunun, belediyelerin, kaymakam ve valiliklerin bir deprem anında yapması gereken çalışmalara hazır olup olmadığını kontrol etmek ve bu kontrol mekanizmasına halkı katmaktır. Ayrıca halkı bir deprem anına hazırlamak için örgütlemek ve eğitmektir. Bu STK’ların önde gelen görevlerinden biri olması gerekir. Halk örgütlenip bilinçlendirilmeden, devleti kontrol etmesi gerektiğini öğrenmeden depremle birlikte yaşamayı, depremin bir felaket değil bir nimet olduğunu anlaması zordur. Sol ve demokratik güçler bu anlayışın öncüsü olmalılar, depreme hazırlık çalışmalarına hemen başlamalıdırlar. Hangi kurumun ne kadar hazır olduğunu, gerekli çadır ve aşevi malzemesinin, kurtarma araç ve gerecinin, halkın toplanma alanlarının olup olmadığının, halkın hassasiyetinin yüksek tutulup tutulmadığı kontrol edilmeli, önlemler için harekete geçilmelidir. 31 Mart Yerel Seçimleri bu konuda halkı örgütlemek için değerlendirilmeli ve halka “sen istemezsen, sen ayağa kalkmazsan devlet de belediye de senin için hiçbir hazırlık yapmaz ve seni göz göre göre ölüme gönderir” anlayışının bir gerçek olduğu anlatılmalı, yerel seçimlerde adayların bu yönde sorgulanması sağlanmalıdır. Yerel seçimlerden sonra da halkı örgütleme ve aydınlatma çalışmaları aynı hızla devam ettirilmelidir. 6 Şubat deprem felaketinin bir örneğinin İstanbul’da yaşanmamasının sorumluluğu STK’larda, sol ve demokratik güçlerdedir. Bu da iktidarı sorgulamaktan ve kontrolden, halkı örgütlemekten, demokratik ve sol güçlerin yanına çekmekten geçmektedir.

Bir yanıt yazın