Haber / Yorum / Bildiri

130 ton bal mı, 130 ton altın mı? Hangisini tercih edersiniz?

Ceylan DENİZ

ZOR bir tercih olmaması gerekir. Çoğunluk büyük bir ihtimalle altını tercih edecektir. 120 ton altının olduktan sonra istediğin kadar, 120 değil 120 bin ton da bal alabilirsin. Ama 120 ton bal ile değil 120 ton, 40 kg altın bile alamazsın. Bu çok açık bir hesaptır. Zira bir kg altın 65.000,00 dolar, bir kg. en iyi doğal bal 20,00 dolardır. O halde soru da tamamen yersiz ve anlamsızdır. Acaba öyle mi? Acaba “Midyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak” ihtimali olabilir mi? Olabilir, eğer söz konusu Erzincan ili, İliç ilçesi Çöpler altın maden havzası ise. ÇED raporuna göre İliç havzası yıllık doğal bal üretimi 130 tondur. Yine İliç havzasında yatan altın miktarı da 130 ton civarındadır. Soru açık: 130 ton altın dersen, İliç havzasının bitki ve hayvan örtüsü tamamiyle yok olacak, toprak siyanürle zehirlenecek, uzun yıllar arılar, hayvanlar ve onların dolaştığı bitki örtüsü, dolayısıyla da 130 ton bal olmayacaktır. Erdoğan altını seçti, “bal olmasın” dedi. Siz ne diyorsunuz? Siz de altını mı yoksa balı mı seçiyorsunuz? Emperyalist tekeller 130 ton altını çıkarıp, yüzde 4,81 devlet payını verdikten sonra alıp gidecekler. Biz, yani Türkiye yalnız bir yıllığına değil belki “bin” yıllığına her yıl üretilen 130 ton baldan olacak, ayrıca milyonlarca ton siyanürlü toprağın üstüne oturacağız. Şimdi Erdoğan’ın maden politikasını protesto etmenin, 130 ton bal 130 ton altına feda edilemez demenin zamanı değil mi? Emperyalist tekeller defolsun, madenler millileştirilsin, çevreye zarar vermeyecek teknoloji geliştirilinceye kadar işletilmesin demenin zamanı değil mi?

İliç-Çöplük’teki maden “kazası” “milli” tartışmalar için bir dönüm noktası olabilir mi?

Eskiden 60’lı, 70’li yıllarda sol ve demokratik devrimci güçler ülkenin emperyalistler tarafından ne kadar sömürüldüğünü, talan ve yağma edildiğini göstermek için köylülere, emekçilere halka emperyalist ülkelerden bir traktör, bir biçer-döver, bir kamyon, bir tezgâh satın almak için ne kadar ton pamuk veya benzer tarım ürünleri ödemek zorunda olduğumuzu anlatılırlardı. Aynı traktör için ödenen pamuk her yıl birkaç ton daha artardı. Bu da ülkenin emperyalistler tarafından ne biçimde sömürüldüğünün, yağmalandığının bir ispatıydı. O zamanlar yeraltı kaynakları bugünkü gibi işletilmiyordu. Ama emperyalistler sürekli maden ve petrol araştırmaları yapıyordu. Ülke daha çok bir tarım ülkesiydi. En çok üretilen pamuk ve tütündü. Çukurova, Ege sırf pamuk tarlalarıydı. Marmara, Karadeniz ve bazı Kürt illerinde tütün ekilirdi. O dönemlerde sol ve demokratik devrimci güçlerin istemi ülkenin bir an evvel sanayileşmesi ve kalkınmasıydı. Makinamızı, traktörümüzü, biçer-döverimizi kendimizin üretmesiydi. Yeraltı ve yerüstü zenginlik kaynaklarımızı kendimizin işletmesi, emperyalist talan ve yağmaya izin verilmemesiydi. Ülkenin kalkınması için de planlı karma ekonomi uygulanmalıydı. Devlet işletmeleri, millileştirme ve kamulaştırma kalkınmanın bel kemiği olmalıydı.

Bugün bunlar unutuldu veya unutturuldu. Ülkede o zamanki görüşlerin tam tersi egemen. Neoliberal politikalarla ülke 1980’lerde, 12 Eylül darbesiyle tamamen emperyalist tekellerin yağma ve talanına açıldı. Devlet işletmeleri, bankaları tek tek özelleştirildi, yabancı tekellere peşkeş çekildi, yok pahasına satıldı veya kapatıldı. Madenler ve tüm yeraltı zenginlik kaynakları emperyalist tekellerce işletilmek üzere altın tepsi içinde sunuldu. En çok özelleştirme Erdoğan iktidarı zamanında yapıldı. Devlet yağmalandı. Bu kaynaklar yalnız yağma ve talan edilmiyor, maden bölgelerinin doğal dokusu, ekolojik yapısı tahrip ediliyor. Her maden işletmesinden sonra geriye ormanları kesilmiş, bitki ve hayvan örtüsü yok edilmiş, geride bırakılan, araziyi ve taban sularını zehirleyen kimyasal atıklarla dolu çölleşmiş, çoraklaşmış bir alan bırakılmaktadır. Çıkardığı madeni yok pahasına alıp giden emperyalist tekeller “biz atıklardan değil, çıkardığımız madenden sorumluyuz” demekte ve çekip gitmektedir. Erdoğan rejimi gibi işbirlikçi iktidarlar ise “bunlar bu işin fıtratında vardır” diyerek emperyalist talan ve yağmaya öncülük etmektedirler. Çöpler maden havzasında yaşananlar artık bu politikaya bir dur denmesi, maden politikasında köklü bir değişikliğe gidilmesi gerektiğini ortaya koymuştur. Doğanın ve insanların hayatının korunduğu kazasız belasız bir işletmecilik ise yine millileştirme, kamulaştırma, devletleştirmeyi gündeme getirmektedir.

Kendimiz işletemediğimiz sürece tüm altın ve diğer maden ocakları kapatılmalıdır

Erzincan-İliç-Çöplük altın maden ocağında “geleceğim” diyen kaza nihayet 13 Şubat’da geldi. Çöplük havzasında altın çıkartmak için milyonlarca ton kayanın parçalanıp toz haline getirilip siyanür zehiriyle yıkanıp altın elde edildikten sonra parça parça yığılan milyonlarca ton topraktan yığın liç alanları oluşmaktadır. Bunların yüksekliği en fazla 150 m olması gerekiyor. Çöpler’de ise 257 m’yi bulmaktadır. Son zamanlarda liç alanında çatlaklar ortaya çıkmış ve 13 Şubat’ta korkulan heyelan meydana gelmiş ve 10 milyon ton toprak kaymıştı. 9 çalışan bu yığının altında kalmıştı. Onlar hâlâ kurtarılamadı ve çıkarılamadı.

Basında çıkan haberler ve fotoğraflar kazanın gelmekte olduğunu göstermekle kalmıyor, emperyalist tekellerin ülke zenginlik kaynaklarını nasıl talan ettiğini, çevreye ve bölge insanlarına nasıl zarar verdiğini gözler önüne seriyor. Bu “kaza” birden Türkiye’deki altın ve diğer maden işletmeciliğinin de sorgulanmasını bir kez daha gündeme getiriyor ve devletin kendisinin işletemediği bir madenin yabancı tekellerce işletilmesine izin verilmemesi gerektiğini, acilen tüm maden ocaklarının millileştirilmesini ve işletmesinin devletleştirilmesi zorunluğunu ortaya koyuyor. Emperyalist tekellerin işlettikleri madenlerin ülkeye yararı değil zararı vardır. Çıkartılan bu kadar yeraltı zenginliğinin ülke ekonomisine ve devlet bütçesine katkısı yok denecek kadar azdır. Çöplük “kazası” nedeniyle bu konuda yapılan tartışmalarda ortaya çıkan bilgiler emperyalist yağma ve talanın boyutunu ve bu ocakların kendi gücümüzle işletilinceye kadar kapatılması gerektiğini gösteriyor. Madenlerin yeraltında kalması ve çıkartılmayı beklemesi ülke ve halkın yararınadır. Neden mi? Nedeni açık.

Madeni hammadde olarak ihraç etmek ülkeye en büyük zarardır

Türkiye’de altın dahil çıkartılan maden cevherini ülkede işlenmeden, hammadde veya konsantre olarak ihraç edilmektedir. İşlenmeyen, mal olarak ürüne dönüştürülmeyen hammadde, cevher konsantresinin ülkeye sağladığı bir katma değer yoktur. Eskiden hammadde olarak tonlarca pamuk satılır, karşılığında bir traktör veya bir makina alınırdı. Şimdi tonlarca ham maden satılıyor, karşılığında aynı madenin işlenmiş biçimine milyarlarca dolar ödeniyor. Yani emperyalist tekeller tarafından ülke iki kez soyuluyor. 2022 senesinde ülkede 31 ton altın, yaklaşık 638 bin ton alüminyum, 5,2 milyon ton bakır, 8,3 milyon ton krom, 480 bin ton çinko, 19,5 milyon ton demir, 143 ton gümüş dahil toplam metalik maden üretimi 37,6 milyon tondur. Bu kadar çıkartılan madenlerin gayrı safi yurtiçi hasılaya- GSYH’ya katkısı yüzde 1,4’tür, yani azdır. Çünkü bunlar işlenmiyor, satılacak, ihraç edilecek ürün haline dönüştürülmeden yabancı tekeller tarafından alıp götürülüyor, katma değer sağlanmıyor. Sonra Türkiye bu hammaddelerden üretilen malları misliyle fazlasını ödeyerek dışarıda ithal ediyor. İşte buna üç örnek:

Birinci örnek altın: Türkiye 2022 yılınde 9,2 milyar dolarlık altın ihraç ederken 21,6 milyar dolarlık altın ithal etti. Aradaki fark 12,4 milyar dolar. Bu da cari açığın yüzde 25’ini oluşturmaktadır. İkinci örnek bakır: Türkiye 2022 yılında 495 milyon dolar bakır konsantresi ihraç etmiş, aynı yıl 5,2 milyar dolar bakır ve bakır ürünleri ithal etmiştir. İşlenmiş bakıra ödenen dolar bakır cevheri konsantrtesi olarak ihraçtan elde edilen dolardan 10 mislinden daha fazladır. Ülke gözümüzün önünde yağmalanıyor, haberimiz yok! Üçüncü örnek tüm maden üretim ihracat ve ithalatıyla ilgilidir. 2020 yılında tüm maden ihracatından elde edilen gelir 30 milyar dolardır. Aynı yıl ithal edilen madencilik ürünleri için ödenen miktar ise 50,2 milyar dolardır. Açık 20,2 milyar dolar. Memleket soyuluyor, Erdoğan cebini dolduruyor, vatandaşı da uyutuyor. Erdoğan’ın esas görevi bu emperyalist soygun ve talanı sağlamaktır. Bunu sağladığı için emperyalistler tarafından hâlâ ‘sevilmekte’ ve desteklenmektedir. Erdoğan’ın çıkarı millileştirme, kamulaştırma, devletleştirmeye aykırıdır. Aksi takdirde yalnız payını değil, anında iktidarını kaybeder. Bunun böyle olduğunun bir örneği 2019 Bolivya’sıdır.

“Biz her zaman kime karşı istersek darbe yaparız”

Bu söz 2019 yılında Bolivya’da Cumhurbaşkanı Evo Morales’in bir darbeyle iktidardan düşürüldükten sonra Elon Musk tarafından söylenmiştir. Elon Musk Twitter, yani X’in, Facebook’un, Tesla’nın ve daha nice firmanın sahibi, dünyanın en zengin adamlarından biridir. Tesla Musk’un elektrikli otomobil üreten firmasının adıdır. Elektrikli otomobilleri çalıştıran akümülatör üretimi için ise lityum madenine ihtiyaç vardır. Dünyada en büyük lityum rezervi olan ülke ise Bolivya’dır. Bolivya’da bu kıymetli madeni And dağlarında 4000 m yükseklikte bir tuz çölünün alında bir platoda yatmaktadır. Artık bugün elektrikli otomobil çağında altından da kıymetli olan lityum çıkartılırken çevreye, toprağa, suya ve havaya büyük zarar vermektedir. Çıkarılmasında çok su kullanılmakta, toprak ve su zehirlenmekte, zehirli gazlar havayı kirletmektedir. Şimdiye kadar Tesla gibi emperyalist tekeller pisliklerini bırakıp çıkardıkları lityumu alıp gidiyorlardı.

O zamanki (2019) Bolivya Cumhurbaşkanı Morales bu lityum çıkartma biçimine son verdi. Kullanılan suyun risaykling yapılıp, yani yeniden dönüştürülüp kullanılmasını, toprağa, suya, havaya verilen zararın minumuma indirilmesi ve sonra zehirlenmiş toprağın dönüştürülmesi şartlarının yanısıra lityumun hemen yurtdışına çıkarılmasını yasakladı. Üretilen lityum ülkede işlenecek, cep telefonlarında, laptop, dizüstü bilgisayarlarda kullanılan piller ve otomobil akümülatörleri Bolivya’da üretilecek ve ihraç edilecek. Böylece katma değer Amerika ve Avrupa’da, Çin’de değil, ülkede, Bolivya’da gerçekleşecek ve ülkenin kalkınmasına katkı sağlanacaktır. Bu şartlardan emperyalist tekeller hoşlanmadı. Hem lityum çıkartma maliyetleri artacak, hem ülkede bunu işleyecek fabrikalar kuracaktı. Emperyalistlerin böyle şartlarda en iyi bildikleri o ülkede darbe yapmak, hükümeti değiştirmek, kendi dediklerini yapacak hükümetleri getirmektir. Bolivya’da da böyle yaptılar, Morales’i devirdiler. Morales ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. Ama emperyalistlerin darbesi halk tarafından benimsenmedi. Bir sene sonra yapılan seçimleri Morales’in sosyalist partisi MAS kazandı ve Morales ülkesine geri döndü. Şimdi lityum işletmesi Morales’in koşullarını kabul eden Çin’e verildi. Önümüzdeki yıllar burada nasıl bir deney kazanılacağını gösterecektir.

Emperyalist talan ve yağmaya ne zaman dur denecek

Erdoğan 130 ton altın dediği için emperyalist tekellerin takdirini kazanmaktadır. Onlar için önemli olan ne demokrasi ne de insan hak ve özgürlükleridir. Onlar için önemli olan yatırdıkları paranın karşılığını misliyle alabilmektir. Bunu en açık ifade eden Çanakkale ve Kaz dağlarında altın çıkartan Alamos Gold şirketinin CEO’su McCluskey olmuştur. McCluskey şöyle diyor: “Türkiye’deki altın madenleri için 100 milyon dolar yatırdık. Kısa süre içinde 85 ton altın çıkardık ve 4 milyar dolar gelir elde ettik. Türkiye’nin yüksek enflasyon ortamında tüm işçiliği TL cinsinden yapıyoruz. Altın bize, siyanür Türklere kalıyor. Çok tatlı iş. Türklerin yaptığı en iyi iş, hafriyat ve taş kırmaktır.” Doğru söze ne denir? Bu söz karşısında sokaklara dökülmek gerekmez miydi?

Bu kadar açık konuşmamakla birlikte benzer hesabı İliç-Çöplük altın maden havzasını işleten Anagold şirketi de yapmaktadır. ÇED raporuna göre şirket 10 yıllık faaliyet sonucu 4,8 milyar dolar gelir elde edecek, bundan devlete vereceği pay ise 198 milyon dolardır, yani devede kulaktır. Bu 198 milyon dolar için yine ÇED raporuna göre içinde altın rezervi bulanan 71 milyon 600 bin ton kaya ve toprak altını çıkartmak için parçalanacak, siyanürle yıkanacak ve yaklaşık 100 ila 130 ton altın elde edilecektir (her bir ton kayadan 1,6-1,9 gram altın elde edilmektedir). Ayrıca raporda maden sahasında 325 farklı bitki türünün bulunduğu, bunlardan 54’ünün endemik olduğu, iki kelebek türünün tehlike altında olduğu, arasında dağ keçisinin de bulunduğu 19 memeli hayvanın “düşük risk” altında olduğu, 16,5 milyon metrekare ormanın yok olacağı, İliç’te üretilen 130 ton doğal balın akıbetinin belirsizliği bildirilmektedir. Tüm bunlar 198 milyon dolar elde etmek için yapılıyor: Çıkan altını emperyalistler alıp gidiyor, Türkiye’ye 71 milyon ton zehirli toprak, bitki ve hayvan örtüsü yok olmuş çorak bir alan kalıyor. Mahrum kalınacak 130 ton bal da çabası!  

Gençlik Denizlerin ve Çayanların yolunda emperyalizme karşı çıkmalıdır

Türkiye emperyalistler tarafından şimdiye kadar böyle bir yağma ve talan görmemiştir. Halkta ülke altından para kazanacak, kalkınacak diye bekleye dursunlar. Emperyalistler hangi ülkeyi kalkındırmışlar da Türkiye’yi kalkındıracaklar. Burada para kazananlardan biri emperyalist tekellerse diğeri de Erdoğan ve onun emperyalizmin işbirlikçisi olan Çalık Holding’tir. Bu gidişe dur demenin zamanı gelmiştir. Denizlerin ve Çayanların başını çektiği 68 Gençlik Hareketi en çok emperyalizmin ve işbirlikçilerinin ülkeyi talan ve yağmalamasına karşı çıkmışlar ve iktidarı sorgulamışlardı. Şimdiki gençlik de Denizleri ve Çayanları örnek almalı, emperyalistlerle birlikte Erdoğan’ın ülkeyi yağma ve talan etmesine karşı çıkmalıdır. Yerel seçimler bunun için bir fırsattır. Unutulmamalı İliç-Çöpler’deki altın araması izninin altında Erdoğan’ın onayı ve o zaman bakan şimdi de Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı Kurum’un imzası vardır. Bu yerel seçim kampanyalarında bunun hesabı sorulmalı ve “İstanbul size emenet edilemez!” denmelidir.

Bir yanıt yazın