Haber / Yorum / Bildiri

Başyazı: Rojova yaşayacak, Erdoğan Fırat’ın ne batısında ne doğusunda tutunabilecek!

Erdoğan’ın Rojova’ya saldırı planlarına karşı çıkalım!

Suriye’de savaşı kaybeden, savaşta yenilen tek ülke Erdoğan Türkiyesi’dir

Sekiz yıldan beri şiddetlenerek süren, ABD, AB ve Rusya gibi büyük dünya güçlerinin, Türkiye, İran, Mısır ve Suudi Arabistan gibi bölgesel güçlerin katılımıyla vekâlet savaşları şeklinde yürüyen ve 3. Dünya savaşı boyutuna ulaşan Suriye’deki iç savaşın şu ana kadar tek kaybedeni Erdoğan Türkiye’sidir. Bunun esas sebebi Erdoğan’ın Kürtlere karşı uyguladığı düşmanca politikadır. Savaşı kaybedenin Türkiye olduğunu görmek için güncel bir Suriye haritasına bakmak yeterli. Fırat’ın batısına Esad ve Rusya hakim, doğusuna da YPG-SDG (Suriye Demokratik Güçleri) ve ABD hakim. Türkiye ise bir Rusya’ya bir ABD’ye yaslanarak Suriye’nin Kuzeyinde tutunmaya çalışmakta, futbol topu gibi bir Rusya’nın bir ABD’nin tekmesini yiyerek sağa sola savrulmaktadır. Rusya’nın inayetiyle girdiği Cerablus, Afrin ve İdlib’den Rusya’nın çık diyeceği günleri beklemektedir. ABD ise „Fırat’ın doğusunda benim müsaade ettiğim kadar dolaşabilirsin, Kürtlere, YPG ve PYD’ye dokunamazsın!“ diyor. Erdoğan’ın hedefi ise YPG ve PYD’yi ezmek. Buna ise ne Rusya ne de ABD müsaade ediyor. Suriye’de kaybeden, Kürtlere saldıramayan Erdoğan dönüp Türkiye ve Irak’taki Kürtlere saldırıyor. Arap Baharının başlarında kendini Ortadoğu’nun lideri gören Erdoğan bugün hem içerde hem dışarda yenilen, savaşı kaybeden bir politikacı konumundadır.

Oysa savaşın ilk yıllarında arkalarına ABD ve Türkiye’nin desteğini alan Suriyeli muhalifler ile dünyadan toplanan cihatçılar Esad’a karşı saldırılarda başarılar elde ederken, Suriye’nin hemen hemen bütün büyük şehirlerinin içinde olduğu büyük bir bölümü muhaliflerin ve cihatçıların eline geçerken Erdoğan kendisini Ortadoğu’da oyun kurucu büyük bir lider olarak görüyordu. Ama bu durum kısa zamanda değişti. Zor durumda kalan Esad’ın Rusları, İran’ı ve Hizbullah’ı yardıma çağırmasıyla savaşın yönü ve içeriği değişti. Artık Esad’ın yenilemeyeceği, Emevi Camii‘nde namaz kılınamayacağı ortaya çıktı. Cihatçı guruplar da Esad’a saldırmaktan imtina ederek zapt ettikleri bölgelerde kendi dükalıklarını kurmaya ve bağımsızlaşmaya başladılar. Bunlar arasında Al-Bağdadi’nin yönetimindeki grup hızla güçlenmeye, Irak’a doğru yayılmaya başladı, Irak ve Suriye’de zapt ettiği topraklar üzerinde İŞİD- Irak-Şam-İslam-Devleti diye fundamentalist (kökten dinci) -cihatçı bir devlet kurduğunu ilan etti. Bu devlet Vahabi-Selefi İslam anlayışına dayalı etrafa terör saçan, başta ABD olmak üzere Batıya savaş açan, eline geçirdiği Amerikalıların ve Batılıların kellesini kesen, batı metropollerinde terör saldırıları düzenleyen barbar, terörist bir yapı oluşturdu. Artık Ortadoğu’da ABD ve Batılılar için Esad’dan da daha tehlikeli cihatçı, barbar bir İslam devleti doğmuştu. Şimdi bütün güçlerin, devletlerin İŞİD denilen bu terörist yapılanmasına karşı savaşması gerekiyordu. İŞİD’le mücadele etmek ve onu Ortadoğu’da ve dünyada yok etmek için; ABD önderliğinde Avusturalya ve Kanada’dan İngiltere, Fransa, Almanya ve diğer batılı devletlerin oluşturduğu ve Mısır, Suudi Arabistan gibi Arap devletlerinin de katıldığı uluslararası bir koalisyon oluşturuldu.

Türkiye’de bu koalisyona katıldı ama koalisyonda bir türlü tam yer alamadı. Çünkü ABD’nin de desteği ile dünyadaki bu cihatçıları Esad’a karşı savaşta kullanmak için toplayan, onların Suriye’ye geçişini sağlayan, Suriye’de destekleyen, iaşe ve donatımlarını karşılayan Erdoğan idi. O zaman Türkiye Suriye sınırı delik-deşik olmuş, devletin “kontrolünden çıkmış”, Pakistan’ın Peşaver eyaletine dönmüş, cihatçılar ellerini kollarını sallayarak sınırdan istedikleri gibi girip çıkıyorlardı. Türkiye için bir Peşaver sendromu söz konusuydu. Erdoğan ise bu gelişmelere hiç aldırış etmiyor, demokratik güçlerin Türkiye’nin Ortadoğu’da bir bataklığa sürüklendiği ikazlarını hiç dikkate almıyordu. Ortadoğu’da yayılma, toprak kazanma ve Türkiye’yi büyütme, Kürtleri ezme hayalleri kuruyordu. Amerikalılar ve Batılılar ise barbarlaşan bu cihatçılara desteği keserken, Türkiye başta İŞİD olmak üzere El-Nusra gibi El-Kaideci bir çok kişi ve örgütle bağını kesmiyor, onları açık ve gizli olarak desteklemeye devam ediyordu. Hatay’da yakalanan silah dolu MİT-Tırları Erdoğan’ın bu İŞİD’ci ve El-Kaideci terör örgütlerine olan ilişki ve desteğini açıkça ortaya koyuyordu. Türkiye bir anda dünya kamuoyunda Suriye’de İŞİD ve El-Kaide’yi destekleyen devlet konumuna geldi. ABD ve Batıya ters düştü. Diğer yandan İŞİD ve El-Kaide’ye karşı Uluslararası Koalisyonun verdiği mücadeleye hiç bir zaman tam bir destek veremedi. Gerekçe olarak da Türkiye’nin “ulusal çıkarlarının” başka türlü davranmayı gerektirdiğini ileri sürüyordu.

Erdoğan’ın Türkiye’nin ulusal çıkarları dediği özünde ise kendi çıkarlarıydı, Türk egemen güçlerinin çıkarlarıydı. Bu da Ortadoğu’da yayılmak, genişlemek, petrole ulaşmak ve Kürtlerin herhangi bir şekilde politik bir statüye kavuşmasını engellemek, Kürt ulusal hareketini boğmaktır. Ortadoğu’da başlayan Arap baharı ve onun son esintisi olan Suriye iç savaşı Erdoğan’ın ve Türk egemen güçlerinin iştahını açtı ama Suriye’nin Kuzeyinde, Rojova’daki Kürt, Arap, Asuri-Arami ve Türkmen halkları Erdoğan’ın ve Türk egemen güçlerinin bu hayallerini kursaklarında bıraktı. Sonunda Erdoğan savaşta kaybeden, yenilen durumuna geldi.

2000’lı yılların başlarında Erdoğan ABD’nin Ortadoğu’da “Ilımlı İslam” politikasını savunarak ABD desteğinde bölge lideri olmaya soyundu. 2010 senesinde başlayan Arap Baharı ile birlikte emellerini hayata geçirmek için harekete geçti. İhvan hareketini arkasına alarak Tunus’ta, Libya’da, Mısır’da, Gazze’de, Suriye’de rejim değişiklikleri yapmaya, bu ülkelerde İhvan’ı iktidara getirmeye veya iktidara ortak etmeye çalıştı. İslam ülkelerinde İhvan’ın ve Erdoğan’ın etkisi arttı. Burada Davos’da Israil Cumhurbaşkanı Peres’e karşı “one minute” davranışının da etkisi oldu. Mısır’da Mursi önderliğindeki Müslüman Kardeşler, İhvan Hareketi tek başına iktidara geldi ama uzun sürmedi, Amerika’nın desteklediği bir askeri darbeyle düşürüldü. Bu aynı zamanda Erdoğan’a karşı yapılmış bir darbeydi. Onun “Rabia” naraları hiç bir şeye fayda etmedi. Erdoğan kaybeden ve yenilendi. 

Erdoğan’ın Suriye stratejisi iflas ediyor

Arap Baharının son halkası olan Suriye’de ise olaylar biraz daha farklı gelişti. Arap Baharının etkileri Suriye’de daha çok halkın 2011 senesinde demokrasi isteği ile sokaklara çıkmasıyla kendini gösterdi. Esad bunlara karşı sert tepki verdi, büyük güç kullandı, şiddet uyguladı. Olaylar büyüdü, silahlı güçleri de kapsayan güçlü bir muhalefet hareketi doğdu. Olayları kışkırtan ABD’de de bu olayları bir diktatör olan Esad’ı değiştirmek, Suriye’yi parçalayıp etkisi altına almak, bölgede İsrail’i rahatlatmak istiyordu. Bunları da halkına terör saçan diktatör Esad’ı devirip Suriye’ye demokrasiyi getirme adına yapıyordu. Oysa demokratikleştirme başta ABD olmak üzere emperyalizm için girmek ve elde etmek istediği ülkeye karşı kullandığı her zaman önemli bir silah, bir bahane idi. Demokrasi ise emperyalizmin özüne aykırıdır. Bunun içindir ki emperyalizm genellikle girdiği ülkelerin hiç birine demokrasi getirmemiş, tersine o ülkeleri paramparça etmiş, halkına kan kusturmuş, acılar, göç ve sefalet yaşatmış, yeni diktatörler yaratmıştır. Suriye’de de olacak olan bu idi.

ABD Suriye’de kendi planı için bölgede lider olarak öne çıkarttığı Erdoğan Türkiye’sini kullanma yoluna gitti. Ortadoğu’da emperyalist gelişme emelleri güden Erdoğan bu durumu hemen bir fırsat saydı ve kardeşim dediği Esad’a hemen Davutoğlu’nu gönderdi. Ona muhalefetle anlaşmayı, İhvan’la ortaklık kurmayı dayattı. Esad Suriye’deki muhaliflerle, İhvan’la uzlaşmayı red etti. Bunun üzerine Erdoğan’da 180 derece dönüş yaparak “kardeşi” Esad’ı düşman ilan etti ve devirmek için ABD ile birlikte harekete geçti. ABD ile anlaşarak Batı Avrupa’dan, Bosna’dan, Kafkaslar’dan Arap ülkelerine, Orta Asya’ya Çin’e kadar dünyada varolan Arap, Boşnak, Çeçen, Türkmen, Uygur asıllı binlerce El-Kaideci, cihadçı-şeriatçıyı toplayıp Türkiye üzerinden Suriye’ye göndermeye başladı. Suudi Arabistan ve Katar da bunların masraflarını üstlendi. Aralarında Al-Bağdadi’nin de bulunduğu bu cihatçıların ve Suriye’deki muhalefetin liderleriyle Amerikan senatörü McCain dahil bir çok kişiler toplantılar yaptı. Bunları Esad’ın üzerine sürdüler. Muhalefet hızla ilerledi. Esad kuvvetleri Şam ve çevresine çekildi. Muhalefet sık sık İstanbul’da toplanıp Türkiye’nin yönlendirmesinde Esad’a karşı alternatif bir hükümet oluşturmak için çalışmalar yapmaya başladı. Bu günlerde Ortadoğu “uzmanı”, Yeni Osmanlıcı, “derin stratejist” Davutoğlu Esad’a yıllar, aylar değil haftalık ömür biçiyordu. Erdoğan da Emevi Camii‘nde cuma namazı kılacağı günlerin hayalini kuruyordu. Erdoğan ve Davutoğlu Suriye’yi Türkiye’nin arka bahçesi olarak görüyorlar, “Suriye bizim içişlerimizdir, bizden sorulur” küstahlığına kalkışabiliyorlardı. O zamanlar Suriye üzerinde hakimiyet kurma konusunda Erdoğan’la Davutoğlu arasında tam bir fikir birliği vardı. İkisi de Yeni Osmanlıcı yayılmacılarındandılar.

Çok zaman geçmeden Erdoğan ve Davutoğlu’nun bu hayalleri suya düştü. Ne Esad’ı bir haftada devirmek ne de Emevi Camii‘nde cuma namazı kılmak nasip oldu. Suriyeli muhalifler kendi aralarında anlaşamadılar. Ne alternatif bir hükümet, ne de ortak bir ordu kurabildiler. Tam tersine birbirlerine düşmeye başladılar. Al-Bağdadi yönetimindeki cihatçılar Irak’a da yayılarak Irak ve Suriye’yi kapsayan şeriat devleti İŞİD’i kurdular ve Rakka’yı başkent olarak ilan ettiler. El-Kaideci El-Nusra‘cılar ve başka irili-ufaklı şeriat grupları ortaya çıktı. Herkes kendi dükalığını kurdu, Esad karşısında kendi konumunu korumaya giriştiler. Hatta ABD’ye Batı’ya karşı cihat ilan etmeye ve meydan okumaya başladılar.   

Kısa zamanda Suriye viraneye döndü, paramparça oldu, milyonlarca insan evini barkını kaybetti, yollara düştü. Ürdün’e, Lübnan’a, Türkiye’ye göç ettiler, sığınmacı oldular. Binlercesi denizleri, sınırları aşıp Avrupa yollarına düştü. Bir insanlık dramı yaşandı. Bir kez daha bir ülkeye emperyalist bir müdahalenin nelere mal olacağı gözler önüne serildi. Özgürlük, demokrasi, insan haklarını kimse ağzına almaz oldu. Emperyalist demokrasi baskıcı diktatörleri aratır hale geldi. Biri diğerinden beterdi, ikisini de alt etmek, kovmak halkların önünde duran görevdi. Gerçek demokrasi, insan hak ve özgürlükleri ancak halkların kendi öz mücadelesi sonunda elde edilebilirdi. Suriye’de de halk bunu başaracaktır. Bunun ilk adımları Rojova’da atılmaktadır ve bu adımlar da Erdoğan’ı çıldırtmaktadır.  

Rojova neresi?

Rojova Suriye’nin Kuzey ve Kuzeydoğusu, Kürdistan’ın batısı, yani Kürtçe Batı Kürdistan demektir. Türkiye’den bakıldığında Kilis, Suruç, Akçakale, Ceylanpınar, Nusaybin ve Cizire’nin karşısındaki Afrin, Kobane, Tal-Abyad, Serikane, Kamışlo şehir ve bölgeleridir. Siyasi olarak ismi “Kuzey ve Doğu Suriye-Rojova Demokratik Federasyonu”dur ve Suriye’de fiilen otonom, özerk bir bölgedir. 17 Mart 2016’da Kürt, Arap, Asuri-Arami ve Türkmen delegelerinden oluşan bir toplantı bu bölgede otonom Kuzey Suriye Federasyonu`nu ilan etti. O zaman bu Federasyon Afrin, Kobane, Cizire Kantonlarından oluşuyordu. Bir çoğunun ileri sürdüğü gibi bu tek başına bir Kürt yönetimi değil, bölgedeki tüm halkların demokratik ortak yönetimidir. Bugün Kuzey Suriye-Rojova Ferderasyonu’nun Moskova’da, Stockholm’da, Paris ve Berlin’de diplomatik temsilcilikleri bulunmaktadır. Ayrıca Prag’da da Özsavunma Güçleri YPG’nin de bir temsilciliği vardır.

Kuzey Suriye Rojova Federasyonu Suriye’deki iç harp sürecinde ortaya çıktı. Şiddetlenen iç savaş sonucunda Esad Rejimi 2013 sonlarında Suriye’nin Türkiye’ye olan kuzey sınır bölgesinde kontrolü bırakıp askeri güçlerini merkezde, Şam çevresinde toplamaya başladı. Çünkü muhalifler ve cihatçılar hızla Şam’a doğru yaklaşıyorlardı. Şam’ı korumak gerekiyordu. Askerlerin Suriye’nin kuzeyinden çekilmesiyle ortaya çıkan boşluğu doldurmak, halkın gereksinimlerini karşılamak için yerel Kürt güçleri kontrolü üslenmeye başladılar. 12 Kasım 2014’de Demokratik Birlik Partisi PYD, bir Asuri-Arami partisi olan Hristiyan Suriye Birlik Partisi ve diğer bazı küçük partilerle birlikte savaşın yarattığı yaraları sarmak için geçici bir yönetim oluşturmaya giriştiler. Bu girişimler sonunda 21 Ocak 2014’de Cizire’de, 27 Ocak 2014’de Kobane’de ve daha sonra Afrin’de kanton denilen özyönetimler oluşturuldu. 27 Mart 2017’de de Kuzey Suriye-Rojova Federasyonu kurulduğu açıklandı.

Bu kantonlarda yönetimler şimdiye kadar görülen alışılmış yönetimlerden tamamıyla farklıydı. Önce bunlar halkın özyönetimleriydi ve buralarda taban demokrasisi egemendi, yani köylerde ve şehir mahallelerinde halkın katılımıyla şûralar oluşturuldu. Tüm sorunlar şûrada konuşulur, görüşülür ve karara bağlanır oldu. Şehirler, bölgeler ve tüm Rojova için aynı şekilde şûralar oluşturuldu. Bu aynı zamanda Öcalan’ın „Demokratik Konfederalizm“ dediği yönetim biçiminin pratikte bir uygulanış biçimiydi. Tüm bu şûra yönetimlerinde Kuzey Suriye’deki toplumun çok uluslu etnik ve dini yapısı göz önünde bulundurulmakta ve bunların hepsi şûralarda yansımasını bulmaktadır. Her bakanlıkta bir Kürt, Arap ve Hristiyan-Asuri bakan bulunmaktadır. Yönetimlerde % 40 kadın kotası işletilmektedir.

Bu 3 kantonu hem coğrafi hem de siyasi olarak birleştirme sorunu önde duruyordu. Suriye’deki Baas rejimi asimilasyon politikası sonucu Kürtlerin yoğun yaşadıkları Afrin, Kobane ve Kamışlo şehirleri arasına Arapları yerleştirdi ve bölgenin hem etnik yapısını değiştirme hem de Kürtlerin coğrafi bütünlüğünü parçalama yoluna gitmişti. İŞİD’in buraları işgal girişimlerine karşı bölge halkı, Kürdü, Arabı, Hristiyan Asuri-Aramisi, Türkmeni birleşti, İŞİD’e karşı ortak savaş açtı. Rakka’ya kadar kendi topraklarından İŞİD’i temizlediler. Bu mücadele Baas’ın halklar arasına ektiği ayrılıkları kaldırdı, halkları birbirine yaklaştırdı, bütünleştirdi, coğrafi, siyasi ve manevi birlikteliği güçlendirdi. Bu gelişmenin sonucu olarak Kuzey Suriye Federasyonu Kurucu şûrası 27-28. Temmuz 2017’de özyönetim bölgelerinin yeniden ayarlanmasına karar verdi. Buna göre Federasyon Cizire, Fırat ve Afrin olmak üzere üç federal bölgeye, her Federal bölge de ikişer kantona ayrıldı. Cizire bölgesi Haseke ve Kamışlo, Fırat bölgesi Kobane ve Gire Spi, Afrin bölgesi Efrin ve Şehba kontonlarından oluşmaktadır. Böylece bölge halkının etnik ve dinsel bileşimi şûralara daha iyi yansımış, demokratik konfederalizm daha iyi hayata geçmiş oluyordu.

Bu başarılar kolay olmadı. Bunlar özellikle Erdoğan’ın saldırılarına rağmen kazanıldı, ama bu kazanımlar hâlâ Erdoğan’ın tehdidi altındadır. Zira Erdoğan Suriye’de savaşa girerken bir hedefi de Suriye’deki Kürtleri kontrol altına almaktı ve onları Esad’a karşı savaşta kullanmaktı. Özellikle Suriye muhalefeti ve cihatçılar Esad’ı devirmekte başarısız kalınca Kürtlere olan ihtiyaç kaçınılmaz oldu. Bunun için bir kaç kez PYD lideri Salih Müslim Ankara ve İstanbul’a davet edildi. Ama Türk yetkilileri Müslim’le Esad sonrası Suriye’nin demokratikleşmesi ve Kürtlere bir statüsü tanınması konularında anlaşamadılar. Erdoğan Kürtlere bir statü tanınmasına karşı çıkıyor, en fazla dil ve kimlik konusunda bazı “hakları” öngörüyordu. Bu da Kürtler için söz konusu olamazdı, zira Kürtler Afrin, Kobane ve Kamışlo’da kurdukları özyönetim kantonlarıyla fiili bir statü yaratmışlardı. Bu Erdoğan için kabul edilebilir bir durum değildi. Bu andan itibaren, ki bu 2014 senesiydi, Erdoğan’ın Suriye’deki varlığı Kürtlere karşı koymak, yaratılan fiili durumu, özyönetimi, kantonları ortadan kaldırmaya yönelik olmuştur. Erdoğan Esad’a karşı topladığı cihatçıları, İŞİD’cileri, El-Nusra‘cıları Kürtlerin üzerine sürmeye başladı. Özellikle İŞİD Suriye’nin kuzeyini, Rojova’yı Kürtlerden ve diğer halklardan alıp Türkiye’ye sınır komşusu olmayı planlıyordu, zira Türkiye ile sınırı olmak demek her türlü yardım ve desteği Türkiye’den ve Türkiye üzerinden almak, dünyaya açılmak demekti. İŞİD kısa zamanda Cerablus ve Tell-Abyad’ı aldı. Sıra Kürtlerin yoğun oturduğu Kürt şehirlerine geldi. İŞİD ilk Kürt şehri olarak Kobane’yi seçti ve bütün gücüyle Eylül 2014’de Kobane’ye yüklendi.

Kobane dönüm noktası: Düştü düşecek!

Kobane, YPG ve YPJ güçleri tek başına İŞİD’e karşı direniyordu, üç yanı İŞİD tarafından çevrilmişti. Ne batıdan Afrin’den ne de doğudan Kamışlo’dan ve güneyden yardım alabiliyordu. Sırf kuzey sınırı Türkiye üzerinden yardım alabilme olanağı vardı. Bunu da Erdoğan engelliyordu. O günlerde Erdoğan “Kobani düştü düşecek” diyerek dört gözle Kobane’nin düşmesini bekliyordu. Ama YPG, özellikle de kadın YPJ güçlerinin yılmaz örnek direnişi uluslararası alanda Kobane ile büyük bir dayanışmaya vesile oldu. Bir çok enternasyonal devrimci dayanışma için Kobane’ye gitti. Bunlardan bir çokları Kobane’yi savunurken şehit düştüler. Bunlar arasında Türkiyeli devrimci Suphi Nejat Ağırnaslı (Paramaz Kızılbaş) da bulunuyordu.

Kobane’nin düşmemesi, İŞİD’in Kobane’de yenilmesi gerekiyordu. Öyle de oldu. Uluslararası baskı sonunda Erdoğan ağır silahlı peşmergelerin Türkiye üzerinden Kobane’ye geçmelerine müsaade etmek zorunda kaldı. YPG/YPJ savunmadan taarruza geçti. Koalisyon güçleri havadan destek verdi, İŞİD püskürtüldü. Bu aynı zamanda İŞİD’le savaşta bir dönüm noktası oldu. Bundan sonra YPG ve YPJ güçleri Suriye’deki Arap, Asuri, Türkmen halklarının direniş güçleriyle birlikte oluşturdukları SDG güçleri İŞİD’i önüne katıp Uluslararası Koalisyonun havadan verdiği destekle Tell-Abyad’dan, Şengal’den, sonunda da Rakka’dan söküp atarak büyük bir yenilgiye uğrattı. İnsanlığı İŞİD belasından kurtardı. Bu dünya kamuoyunda Kürtlere, YPG, YPJ ve SDG’ye büyük bir itibar kazandırdı.

Bu Erdoğan için bir yenilgi daha demekti. Tüm dünya için büyük bir tehlike olan, cihatçılar kaçıyor, sığınacak yer arıyorlardı. Batı metropollerinde terör eylemleri yapabiliyorlardı. Bunları dışarı çıkartmamak, yine de Suriye’de tutmak gerekiyordu. Erdoğan Putin’le anlaşarak bu cihatçıların Suriye’nin İdlib eyaletinde toplanmasını sağladı. Bunları orada kontrol altında tutmayı kabullendi. Ama cihatçılar rahat durmuyordu, hem kendi aralarında kavga ediyorlar, hem de yeni bölgeler işgal etmeye kalkışıyorlardı. Halep-Şam yolunu açmıyorlardı. İdlib bir çıban başı olmaya başlamıştı. Putin ve Esad bu durum kabullenilemez deyip İdlib’i cihatçılardan temizlemek için harekete geçtiler. Erdoğan yine sıkıştı. Türkiye’nin başına yeni bir göç ve terörist-cihatçı tehlikesi örmektedir. İdlib’de 50 bin silahlı cihatçı bulunmaktadır. Bunlar Türkiye’nin altını üstüne getirmeye yeter ve artar bile. Erdoğan Rusya’dan bir medet beklemektedir.

Kim kiminle işbirliği yapıyor

YPG/SDG bu ara Der-Zor’un doğusundaki İŞİD kalelerini de alarak Suriye’de İŞİD varlığına son verdi. İtibari bir kez daha arttı. Uluslararası alanda Kürtlerin böylesine büyük bir saygınlık kazanması Erdoğan’ın hiç işine gelmedi. Hatta onun bütün planlarını suya düşürdü. Erdoğan Kürtlerin Suriye’de güçlü bir konuma gelmesini, hele hele politik bir statüye kavuşmalarını hiç istemiyordu. Bunu önlemek onun politikasındaki kızıl çizgisiydi. Bunu başarabilmek için de Uluslararası Koalisyonu, özellikle de ABD’yi, Kobane’den sonra İŞİD’le savaşı Kürtlerle değil kendisiyle, Türkiye ile birlikte yürütmeleri için çok uğraştı. ABD bunu reddetti. Çünkü İŞİD Kürt ve Arap toraklarını işgal etmişti. Ona karşı savaşı da bu halklardaki halkların vermesi gerekiyordu. Yabancı güçler ancak onlara destek verebilirlerdi. Kaldı ki, özellikle Arap’lar Türklerin kendi topraklarına gelip İŞİD’e karşı savaşmasını istemiyordu. Zira onlara göre Türklerin esas hedefi İŞİD’le savaşmak değil Arap topraklarını işgal etmek, Yeni Osmanlı yayılmacılığını hayata geçirmekti. Zaten Erdoğan bu yayılmacı emelini ve Kürtleri kontrolü altına alma hedefini gizlemiyordu. ABD de buna müsaade etmedi.

ABD Suriye’de İŞİD’e karşı savaşta Türkiye’yi değil, yerli örgütleri, YPG ve SDG’yi tercih etti, onlarla bir ittifak oluşturdu ve onları müttefiki ilan etti. ABD’nin bu tutumu bir NATO müttefiki olan Türkiye’yi dışlaması anlamına geliyordu. Bu Erdoğan’ı kızdırdı. Artık O Ortadoğu’da dışlanan, umduğunu bulamayan hedeflerini gerçekleştiremeyen savaşı kaybeden bir lider konumundaydı. Arası ABD ile açılan, ilişkileri bozulan Erdoğan bazı sözde Türk aydınları tarafından emperyalizm karşıtı, hatta antiemperyalist olarak görülmeye başlandı. Diğer yandan Kürtlerin ve YPG’nin emperyalist bir güç olan ABD ile sözde işbirliği yapması özellikle kendisine ulusalcı diyen Türk solunu kızdırdı. Nasıl olurda kendine devrimci diyen YPG ABD gibi bir emperyalist devletle işbirliği yapabilir? Antiemperyalistlik nerede kalmıştı? Onlara göre YPG ABD ile işbirliği yaparak Türkiye’yi arkadan hançerliyordu! Erdoğan emperyalizme karşı savaşıyor, YPG ise ABD’nin müttefiki oluyordu. Bu nasıl bir anlayıştı? Kendine sol diyen bu Türkler nere gidiyordu?

Bir kere Erdoğan emperyalizme karşı filan savaşmıyor, kendi emperyalist emelleri için savaşıyordu, saldırgan, yayılmacı, faşizan bir politikacı idi ve hala öyledir. YPG ise kendi vatanına saldırmış, işgal etmiş İŞİD denen uluslararası bir İslamcı cani kuruluşa karşı savaşmaktadır. ABD ve batılı devletler de kendilerine saldıran bu cani kuruluşa karşı savaşmaktadırlar. Bu koşullarda YPG’nin bu barbar caniye karşı savaşan bu batılı devletlerle müttefik olmasından daha doğal ne olabilirdi ki? YPG ABD ile ittifak yapmasın demek İŞİD’e ve Erdoğan’a teslim olsun demektir. Bu ise Kürt Özgürlük Hareketi`nin Erdoğan tarafından ezilmesi, boğulması, Türk devletinin şimdiye kadarki inkar ve imha, asimilasyon politikasını Kürtlere hala reva görülmesi anlamından başka birşey değildir. Bunu isteyen biri ise ne solcudur, ne devrimci ne de demokrattır. Katıksız şoven bir milliyetçidir. Eğer Türkiye Kürt konusunda başından beri doğru bir politika izleseydi, Salih Müslim’le anlaşsaydı, PKK ve Öcalan’la barış müzakerelerini başarıyla yürütseydi, Kürtlerin politik statü istemlerine karşı çıkmasaydı, onları eşit haklı bir halk olarak görseydi bugün Ortadoğu’nun da, Türkiye’nin de, Kürtlerin de konumu bambaşka olurdu. Türkiye kaybeden değil “kazanan” olurdu. Ne ABD ne de Rusya bu bölgede cirit atamazdı. Bunun sorumlusu Erdoğan‘dır, ulusalcı “solculardır”. Kendine “sol” diyenler, Kürtleri suçlayanlar kendi, milliyetçilikleriyle yüzleşmeleri gerekmektedir. Erdoğan’ın bu milliyetçi, şoven politikaları sonucu Türkiye hem Ortadoğu’da hem de tüm dünyada soyutlanmış ve yalnızlaşmıştır. 

Erdoğan Türkiye’yi nereye sürüklüyor

ABD tarafından dışlanan Erdoğan dünyada tek NATO yok, batı ittifakları yok, başka ittifaklar da var, biz de oralara gideriz diyerek Rusya’ya, Asya’ya yönelmeye kalktı. BRICS topluğuna girmeye kalkıştı. Putin’le iyi ilişkiler kurma yoluna gitti. Göstermelik de olsa İŞİD’e cephe almak zorunda kaldı. İŞİD’le savaş adına Cerablus ve El-Bab’a girdi. Sonra Putin’in izniyle Afrin Kürtlerinden saldırı geliyor diye Afrin’e girdi. Oysa Dışişleri Bakanlığı‘nda ortaya çıkan gizli bir toplantıda “Suriye’ye girmek için Afrin tarafına geçer, oradan iki top atar, Suriye’ye gireriz” diyenler kendileriydi. Sonunda Afrin’den kimin attığı “belli olmayan” topları bahane ederek Afrin’e girip Fırat’ın batısında YPG/PKK’dan 20-30 km uzakta “güvenli bir bölge” oluşturmuş oldular. Bu bölgeye bazı Suriyeli göçmenleri, Özgür Suriye Ordusu adı altında bir sürü cihatçı canileri yerleştirdi. Böylece sözde Türkiye’nin güvenliği sağlamış oldu. Oysa Erdoğan Türkiye’yi daha büyük bir tehlike içine atıyordu.

Türkiye hemen hemen Suriye savaşının ta başından beri Suriye’nin kuzeyinde sınırdan itibaren 30-40 km derinliğinde bir sahaya hükmetmek, orada istediği gibi hareket etmek istiyordu. Önce “tampon bölge” diye tutturdu. Amerikalılar olmaz dedi. Sayısız görüşmeler oldu, sonun da “tampon bölge” gerçekleşmedi. Sonra Ruslar’la anlaşarak İŞİD’le savaş adına Fırat’ın batısında kendi hükümranlığını kurduğu bir bölge yarattı. Ama bu bölgede kalabilmesi Rusya’nın merhametine kalmıştır. Rusya Türkiye’yi avucunun içinde tutmak ve onu ABD’ye ve NATO’ya karşı kullanabilmek için şimdilik girdiği bölgelerde kalmasına göz yummaktadır. Bunun karşılığında da Türkiye Rusya’dan silah almak zorundadır. Sırf aldığı S-400’ler için 2,5 milyar dolar ödedi. Şimdi de SU-57 uçaklarını almayı planlamaktadır. Ama İdlib’de olduğu gibi Rusya kendi ve Esad’ın çıkarlarına karşı davranıldığı zaman da vurmakta, “çekil!” demektedir. İdlib’de Erdoğan sıkışmış durumdadır. 50 bine yakın silahlı cihatçıları, El-Kaideci El-Nusra‘cıları ve İŞİD’çileri ne yapacağını bilmemektedir. Bir yandan Avrupalıları “sınırları açar, onları size yollarım” diye tehdit etmekte, diğer yandan da onları Fırat’ın doğusuna göndermeyi, Kürtlerin üzerine sürmeyi planlamaktadır. Bunun için de şimdi Fırat’ın doğusunda 30-40 km’lik bir güvenli bölge istemektedir. Gerekçe olarak da sınırın ötesinde Rojova’da YPG/SDG’yi ve oluşan demokratik yapıyı göstermektedir.

Gerçekten de Fırat’ın doğusunda İŞİD’i yenen YPG ve SDG hızla güçlendi, uluslararası itibar ve kabul gördü. Böylece Erdoğan’a göre Türkiye için potansiyel bir tehlike doğmuş oldu. Hele Fırat’ın doğusunda Kürtlerin, Arapların, Türkmenlerin, Hrıstiyan Asuri-Aramilerin ortak oluşturdukları federatif demokratik şûralar cumhuriyeti Erdoğan’ın gözüne diken gibi batmaktadır. Bu şûralar cumhuriyeti daha şimdiden bölge halkların için alınabilecek bir örnek oluşturuyor. Bu oluşum Kürtlerin Irak’tan sonra Suriye’de de bir politik yapıya, devlete kavuşması demekti ki, bu Erdoğan’ın başından beri engellemek istediği hedefti. Bu hedefi başarısızlıkla sonuçlandı. Erdoğan bu yeni politik yapıyı ve bu yapının askeri gücü YPG/SDG’yi yok edemeyeceğini anlayınca bunların sınırdan 30 km geri çekilmesini talep etmeye ve bunu ABD’ye dayatmaya başladı.

Trump görüşme için doğuya yönelme hayallerinden vaz geçip tekrar iyice batıya, NATO’ya yanaşmasını şart koştu. Bu kez de Rusya „nere gidiyorsun?“ diye sormaya, „seni Fırat’ın batısından atarım!“ diye aba altından sopa göstermeye başladı. Erdoğan ya Rusya’nın dediğini kabul edecek, Kürtleri Fırat‘ın batısında 20-30 km uzakta tutacak, Fırat’ın doğusunda sınırda Kürtleri kabullenecek, ya da ABD’nin dediğini tutacak, Fırat’ın doğusunda Kürtleri 5-15 km uzakta tutacak ve batısında ise Afrin ve Cerablus’u terk edecek, buraları Esad’a, Ruslara ve Kürtlere teslim edecektir. Erdoğan’ın Kürt politikasındaki “körlüğün” Türkiye’yi nerelere getirdiğini görüyor musunuz? Şu anda Erdoğan Kürtleri kiminle daha kolay ezecekse onun yanına gitmeyi düşünmektedir. Amerika’nın yanına mı, Rusya’nın yanına mı? Şu an Erdoğan için YPG’yi sınırdan 30-40 km uzaklaştırmak her şeyden daha önemli görülmektedir. Bunun için de ABD ile birlikte olmak daha oportünistçe (yararlı) gözükmektedir. Amerikalılar önce Erdoğan’a Fırat’ın doğusunda istediği “güvenli bölge” için olmaz dediler. Ama Amerikalılar da Türkiye’yi kaybetmek istemiyor, onu NATO içinde tutabilmek için tavizler vermekte, güvenlik endişelerini anlıyoruz demekte, bazı çözüm yolları aramaktadır. Bunun için sayısız görüşmeler yapıldı ve hala yapılıyor. Urfa’da bir ortak karargah kuruldu. Şimdiden Kuzey Suriye topraklarında ortak devriyeler başlatıldı. Bazı, Kürtlerin yoğun olmadığı yerlerde Türk ordusunun 20 km’ye kadar cepler şeklinde girmesine müsaade edip Erdoğan’ı “rahatlatmayı” da düşünmektedirler. Erdoğan da „Menbiç’deki gibi bize oyalama taktiği uygulanırsa tahammülümüz sona erer, bir gecede Suriye’ye gireriz!“ demektedir. ABD’ye rağmen Fırat’ın doğusunda Suriye’ye girmek demek, Türkiye’yi Suriye’de yeni bir savaşın batağına sürüklemeyi göze almak ve Türk halkıyla Kürt halkı arasına kapanması zor yeni kanayan bir yara daha açmak demektir. Buna müsaade etmemek, Türk ordusunun Suriye’ye girmesine, Kürtlerle savaş yapmasına karşı çıkmak, Kürtlerle barışı ve müzakereyi savunmak Türkiyeli sol, devrimci, demokrat güçlerinin ilk görevidir. Suriye-Rojova’da Kürtleri ve diğer halkların ortaklaşa oluşturdukları politik yapıyı yok etmek artık imkansızdır. Buna ne ABD, ne AB ne de Rusya müsaade eder. Türkiye böylece iki büyük emperyalist devlet arasında iyice sıkışıp kalmaktadır. Büyük emperyalist devletlerin Ortadoğu’daki planlarını bozmanın yolu Türklerin Kürtlerle barışması, Türkiye’nin demokratikleştirilmesi, eşitlik, özgürlük, özerklik temelinde yeni ortak bir yaşamın örgütlenmesidir. Türkiye’nin Ortadoğu’da ve dünyada güçlü, örnek, saygın bir devlet olması Kürt sorununu barışçıl yoldan çözmekten geçer.

Bir yanıt yazın