Haber / Yorum / Bildiri

Başyazı: (Bölüm-1)

Haziran 2023 seçimlerinde Erdoğan yenilmeli,

yenilmezse kabahat senin,
— demeye de dilim varmıyor ama —
kabahatın çoğu senin, canım kardeşim!

NAZIM Hikmet “Dünyanın en tuhaf mahlûku” adlı şiirinde insanlarımızı sorgular ve onlara ithamda bulunur ve onları, sayıları yüz milyonları bulan o kardeşlerini karanlıkta korkan bir akrebe, bir telaş içindeki serçeye, kapalı rahat bir midyeye ve korkunç sönmüş bir yanardağ ağzına benzetir. Ve onlara “Koyun gibisin kardeşim”der ve devam eder:

“gocuklu celep kaldırınca sopasını
sürüye katılıverirsin hemen
ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye.
Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani,
hani şu derya içre olup
                            deryayı bilmiyen balıktan da tuhaf.

Ve bu dünyada, bu zulüm
                                    senin sayende.
Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer
ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak
                      kabahat senin,
                                     — demeğe de dilim varmıyor ama —
                      kabahatın çoğu senin, canım kardeşim!”

Nazım “kardeşlerine” siteminde haklı

Evet! Nazım insanların kendilerini sorgulaması için çırpınıyor. Eğer kapitalistler, burjuvazisi, fabrikatörü, tüccarı, ağası, paşası, tüm egemen güçler bir olup milyonlarca işçi ve emekçiyi sömürüyorsa, aç, yorgun ve yoksul bırakıyorsa, üzüm gibi ezip zulüm ediyorsa, alkan içinde kalıyorsa kabahatın azı değil çoğu kendisindedir, yani bizlerdedir, işçi ve emekçilerdedir. Eğer işçi ve emekçiler celebin sopasını kaldırdığını gören koyunların salhaneye koştukları gibi, patron sopasını kaldırdığı zaman sağa sola koşmazlarsa, kapitalislerin her baskı ve zulmü karşısında susmazlarsa, birleşirlerse, örgütlenirlerse, şuralar kurarlar ve patronun karşısına bir yumruk gibi çıkarlarsa koyun olmaktan, sürü olmaktan çıkmaya, kurtuluşa doğru adım atmaya başlamış olurlar. Aksi takdirde koyun olmaktan, balık olmaktan, sömürülmekten ve açlıktan, zulüm ve baskıdan, patronlardan ve diktatörlerden bir türlü kurtulamazlar. Onun için Nazım “kabahatin çoğu senin, canım kardeşim” diyor.

Nazım “siteminde” haklıdır. Dünyada, Türkiye’de tüm sömürülenlere, ezilenlere sitem ediyor, çünkü onların bu tutumu 19. Yüzyılda ütopik sosyalistlerin krallardan, sultanlardan, kapitalistlerden işçilerin durumuna acıyıp insaf etmelerini bekledikleri, kapitalistlerin sopasından korktukları dönem, Marks-Engels’in sosyalizmi ütopyadan çıkarıp bilime kavuşturmalarıyla koyun olma, sürü olma durumu sona ermişti. Artık işçi ve emekçiler aciz değillerdi, onların ellerinde bilimsel bir dünya görüşü vardı, onlara önderlik eden devrimci bir örgüte, komünist partilerine sahiptirler. Her an burjuvazinin sömürü ve baskısını, boyunlarına vurduğu boyunduruğu silkeleyip atabilirler, kendi iktidarları sosyalizmi kurabilirlerdi. Atmıyorlarsa, kapitalist sistemin gösterişli reklamlarına, oportünizme kapılıp hâlâ faşist gerici partilere, tekelci burjuva partilere, reformist partilere oy veriyor, destekliyorsa ve kendilerini koyun gibi “kestirilmek” üzere salhaneye gider gibi fabrikalara sömürülmek için gidiyorsa kabahatin çoğu gerçekten kendilerindedir.

Kabahatin büyüğü sol ve demokratik güçlerde

Bugün Nazım’ın bu şiirine en çok uyan ülke şüphesiz ki Türkiye’dir. Eğer Haziran 2023’de yapılacağı söylenen seçimde yine Erdoğan’ı seçer ve onun 5 sene daha iktidarda kalıp kendi sırtına binmesine izin verirse, gerçekten “-demeye de dilim varmıyor ama- kabahatin çoğu senin, canım kardeşim” demek gerekiyor. Ama bir farkla. Kabahatın çoğu işçi ve emekçilerdedir ama daha çok sol ve demokratik güçlerdedir kabahat, hatta kendisine muhalefet diyen burjuva partileri de değildir, solculardır, demokratlardır. Eğer önümüzdeki seçimlerde Erdoğan devrilmezse, onun İslamcı, gerici, faşizan diktatörlüğüne son verilemezse en büyük kabahat kendisine 6’lı masa diyen muhalefette değildir, en büyük kabahat sol, demokratik, devrimci, ilerici güçlerdedir.

Nazım “demeğe de dilim varmıyor” derken kabahatin büyük bir kısmının da işçi ve emekçi yığınları içinde devrimci, aydınlatıcı, örgütleyici çalışmalar yapmayan sol, demokratik, ilerici ve devrimci güçlerde olduğunu söylemek istiyor. “Kaybedilen” her seçimden sonra aydınlar halka, “bu halk adam olmaz” diye itham ve sitem etmeye kalkar. Ama “adam olmayan acaba ben miyim” diye kendisini sorgulamaz, “ne kadar yığınlar içinde çalıştım?” diye kendine sormaz. Çuvaldızı halka batırmadan önce iğneyi kendine batırmaz. Öndersiz halk burjuvazinin yoğun saldırıları altında çaresiz “ehveni şeri” seçecek, Türkiye’de de halk büyük bir ihtimalle kendine hiçbir umut aşılamayan 6’lı masa partilerine ve adayına değil, en azından döviz bulup, bir nefes aldırtacağına inandığı Erdoğan’ı seçerse hiç şaşırmamak gerekir. Kabahat kimde? Halkta mı? Hayır! 6’lı masada mı? Hayır! Kabahat halkın arasında olmayan, onları Erdoğan’ın karşısına büyük bir güç olarak dikemeyen sol, demokratik, ilerici ve devrimci güçlerde olacaktır. 6’lı masasıyla burjuvazi halkı sokaklara döküp iktidarın karşısına dikmez.

İktidarı bırakmamak için her şeyi göze alan bir Erdoğan: Saraya bağlı bir yargı

Erdoğan 20 yıldan beri iktidarda. Ülkeyi tek başına yönetiyor. Ülkede islamo-faşist bir iktidar olarak basın, yayın ve fikir özgürlüğü olmak üzere özgürlükleri, güçler ayrılığını rafa kaldırdı. Yasamayı, yargıyı fiilen kendisine bağladı, Meclis’i göstermelik, yargıyı sarayın “hık” deyicisi haline getirdi. Yüksek mahkemeleri kendi adamlarıyla doldurdu, dediği kararı çıkartmayan hâkim ve savcıları değiştirdi, sürdü. Toplumda adalet kavramının bir anlamı kalmadı, yargıya güven kalmadı. Özellikle Kürtlere, HDP’ye karşı hemen hemen her gün yürütülen tutuklamalar, milletvekilleri hakkında hazırlanan fezlekeler, açılan davalar, bir türlü bitmeyen Kobane ve diğer duruşmalar ve HDP’yi kapatma girrişimleri Sarayın emriyle hareket eden bir yargıyı gözler önüne sermektedir. Kavala ve Demirtaş hakkında AİHM kararlarını Anayasayı hiçe sayarak tanımaması, alt mahkemelerin AYM’nin hak ihlalleri kararlarını hiçe sayması yargının Türkiye’de içinde bulunduğu sefaletin göstergesidir. Halk adalet dağıtan bir yargıdan umudunu çoktan kesmiştir. Ülkede Meclis’in, yargının, adaletin işlemesi ve gerçekleşmesi, burjuva demokrasisine, özgürlüklere kavuşması için Erdoğan’ın kendi islamo-faşist rejimini daha çok yerleştirmeden artık gitmesi gerektiği kanısı halk yığınları arasında hızla yayılmaktadır.

Sosyal medyayı, muhalefeti susturan bir Erdoğan

Erdoğan islamo-faşist iktidarını yerleştirmek ve idame ettirmek için hiçbir muhalefete, eleştiriye tahammül edememektedir. Sosyal medyayı kendisine düşman ilan etti, Dezenformasyon Yasası ile sosyal medyayı kontrol altına almaya çalışıyor. Özellikle kendine yapılan her eleştiriyi hakaret sayarak yargıya bunları takip etme ve cezalandırma emri veriyor. Erdoğan Cumhurbaşkanı olduğu 2014 senesinden beri kendisine hakaret adı altında 194 bin 142 soruşturma açtırmış, şimdiye kadar bunlardan 44 bin 675’i hakkında dava açılmıştır. O toplumu susturmak, gerici, islamist, faşizan rejimini oturtmak için her türlü baskı ve şiddeti mübah saymaktadır. İşçilerin grevlerini, çiftçilerin, esnafın, emekçilerin feryadını her seferinde ezmeye çalışmakta, kadınların direnişini boğmakta, aydınlara, gençlere bir gelecek umudu verememekte, bunların üstüne polisle, jandarmayla, baskı ve zulümle gitmektedir. Erdoğan toplumu sürekli kutuplaştırmakta, toplumda özgür, demokratik insan haklarına dayalı yaşam biçimine karşı çıkmakta, islami yaşam ve anlayışı yerleştirmek, kadını tolumsal yaşamdan uzaklaştırıp eve hapsetmek için insanlara sünni, vahabi Arap islamını dayatmakta, kadınlara zulmetmektedir. Bunun için İstanbul Sözleşmesini kaldırdı, toplumda kadına şiddeti olağanlaştırdı. Sırf laik kesim değil, mütedeyyin kesim de yaşam tarzına müdahale edilmemesini, “mahalle baskısı”nın kalkmasını, özgürce yaşayabilmeyi istemektedir. Bunun da ancak Erdoğan’ın gitmesiyle mümkün olacağı anlayışı her kesimde hızla yayılmaktadır.     

Kürtlerle ve komşularla sürekli savaşan bir Erdoğan

Ülkenin hâlâ en önemli sorununun Kürt sorunu, Kürtlere karşı savaş, tarihteki soykırım ve katliamlarla yüzleşme sorunu olmaya devam ediyor. Türkiye’yi dış politikada, iç politikada, ekonomi ve sosyal kalkınma politikalarında çıkmaza sokan, devletin, Erdoğan’ın bu konulardaki saldırgan, inkârcı ve imhacı politikalarıdır. Eğer bugün ülkede halk pahalılık, zamlar, enflasyon altında eziliyorsa, yokluk, yoksulluk ve sefalete sürükleniyorsa, bunun bir nedeni Ukrayna savaşıyla dünya ölçüsünde artan petrol ve gaz fiyatları ise, diğer esas nedeni yıllardan beri Kürtlere karşı yürütülen savaştır, komşulara karşı yapılan askeri operasyonlar ve bunların yarattığı ağır masraflardır. Savaşın ve operasyonların maliyeti halkın ekmeğine, biberine, domates ve patatesine, yağına, suyuna, gazına, elektriğine zam ve vergi olarak bindirilmektedir. Zamlar ve pahalılık, enflasyon ve pul olan Türk parası karşısında yoksullaşan emekçi halk kitleleri feryat etmekte, Erdoğan ve AKP’ye oy verdiğine pişman olduğunu açıkça dillendirmekte ve Erdoğan’ı da, AKP’yi de bir daha seçmeyeceğini beyan etmektedir. Bir öncüsü olmadığı için sokaklara dökülemeyen halk Erdoğan’la sandıkta hesaplaşacağız demektedir. Tüm kamu yoklamaları Erdoğan ve AKP’nin seçmen kaybettiğini ve tabanının eridiğini göstermektedir.   

Ülkeyi kendi çiftliğine çeviren, çevreyi tahrip eden bir Erdoğan

Erdoğan ülkeyi kendi ailesinin çiftliği, devletin hazinesini ailesinin kasası gibi görmekte, istediği gibi talan ve yağma etmektedir. Kendi ailesini ve çevresini, özellikle 5 inşaat şirketinden oluşan müteahhit çetesini ülkenin en zengin insanları yaptı. Hazineden 128 milyar doları buharlaştırdı, ülkeyi 5 cente muhtaç etti. Ülke Araplara, Ruslara, mafyaya el avuç açar hale geldi. Geşmişte cari açığı Reza Zarrab’ın İran’dan akladığı kara para ile kapatan Erdoğan, şimdi de cari açığın eroin ve afyon mafya baronlarının sağladığı “kaynağı belli olmayan” dolarlarla kapandığı iddiasına inandırıcı bir cevap veremiyor. Türkiye’nin uluslararası kara para aklama listesinde “beyaz” değil “gri” listede olması boşuna değildir.

Erdoğan bunlarla da yetinmiyor. Para bulmak ve sağlamak için ülkenin tüm yeraltı ve yerüstü zenginlik kaynakları 5’li çeteye, Avrupa ve Amerikan tekellerine peşkeş çekmektedir. Bunu yaparken gelecek nesillere yaşanacak bir Türkiye bırakmayı aklından bile geçirmiyor. “Para gelsin, nereden ve nasıl gelirse gelsin” diyerek doğayı, çevreyi tahrip etmektedir. Altın arama adına Kaz Dağları, taş ocağı adına İkizdere vadisi, linyit çıkartma adına Akbelen ormanları ve Ege zeytinlikleri, ucuz üretim adına pis, zehirli fabrika artıklarının akıtıldığı nehirler, Konya ovasındaki obruklar, Karadeniz’deki HES’ler, Doğu’da, Kürdistan’da yağdırılan bombalar Erdoğan döneminde kâr için, para için doğaya ve çevreye, insan yaşamına yapılan müdahaleye ve tahribata yalnız birkaç örnektir. Erdoğan’ın bu talan ve yağma politikaları sonucu ülkede iklim hızla değişmiş, Türkiye kuraklıktan en çok etkilenen ülkelerden biri olmuştur. Erdoğan’ın bu para hırslı doğa tahribatı devam ederse ülkemizde içecek ve kullanacak su, kurumamış nehir ve gölümüz, kurumamış vadimiz, ne Doğu’da ne Batı’da gür ormanlı bir dağımız kalmamış olacaktır. Toprağına, suyuna, dağına, denizine, havasına sahip çıkan işçi, çiftçi, köylü, aydın, genç ve kadın, Kürt halkı ve emekçi halk kurtuluşu Erdoğan’ın gitmesinde görmektedir.  “Artık yeter!” diyor. “Êdî Bese!”

20 yıllık iktidarının en zor ve en zayıf dönemini yaşayan bir Erdoğan

Ülkenin içinde bulunduğu durum bu! Erdoğan 20 yıllık iktidarının en zor ve en zayıf dönemini yaşıyor. Ekonomi çıkmaz bir krizde. Yalnız fakir, emekçi halk yığınları değil gençleri, aydınları, serbest meslek sahiplerini kapsayan orta katmanlara kadar bu ekonomik krizden, zamlardan, pahalılıktan, enflasyondan, işsizlikten bıkmış, sosyal kültürel ve ahlaki olarak çürümekte olan bir halk, kadına şiddeti ve aşağılamayı olağanlaştıran bir toplum! Kürt halkına karşı bitmeyen bir savaş, sürekli komşulara saldırı ve provokasyon! Bu saldırılarda İŞİD’cilerle, El-Kaidecilerle, Müslüman Kardeşlerle, sünni Vahabilerle kolkola, içiçe! Halk kutuplaşmaktan bıktı, Kürtlerle, komşu ülkelerle artık savaş değil, barış istiyor. Uluslararası alanda sürekli itibar kaybeden, itibarı 5 para olan bir Türkiye! Tüm bunların sorumlusu olarak halk Erdoğan’ı görüyor ve “artık gitsin, kurtulalım!” diyor.

Erdoğan’ı sandıkta devirmek için objektif koşullar olgunlaşıyor, ama onu esas olarak devirecek olan sübjektif koşullar, yığınların örgütlenmesi, en geniş güç birliklerinin oluşması ise daha başlangıç aşamasında. Bu ise Erdoğan’ın işine yaramakta, onun halk yığınlarını manipüle etmesini kolaylaştırmakta ve Erdoğan gitmemek için direnmektedir. Bunun için o her türlü yol ve yöntemi, demokratik ve antidemokratik, barışçıl ve silahlı, hile ve cebir, şiddet, aldatma ve zor ve benzeri her türlü yöntemi mübah görmektedir. Onun birinci olarak mubah gördüğü yöntem manipülasyondur, aldatma, kandırma, yalan, hile, göz boyama ve en sonunda bol para basma ve dağıtmadır. İkinci yöntemi ise şiddettir, baskıdır, zor kullanımıdır, nizami ve gayrı nizami silahlı güçlerini harekete geçirme, sivil veya askeri darbe yapmaktır, Kürtlere, PKK’ya, komşulara karşı saldırı ve savaştır.

Erdoğan’ın seçim taktiği: Savaş, saldırı ve terör; manipülasyon baskı ve aldatma

Genellikle Erdoğan’ın seçimleri kazanmak için seçimlerde hileye, baskıya, zora, darbeye, seçim kampanyası sırasında da savaşa, şiddete ve teröre başvuracağından hareket edilmektedir. Bu doğrudur. Zira Erdoğan 7 Haziran 2015’de kaybettiği ve 1 Kasım 2015’de tekrar ettirdiği seçimleri kazanmak için başvurduğu yöntem Kürtlere karşı bilfiil uyguladığı şiddet ve operasyonlardı, İŞİD haydutlarına yaptırttığı “iddia” edilen terör eylemleri idi. 33 devrimci ve sosyalist gencin hayatını kaybettiği 20 Temmuz 2015 Suruç katliamı, 10 Ekim 20015 yüz üç kişinin yaşamına malolan Ankara Gar Katliamı halkı terörize etmek ve gözdağı vermek için İŞİD’in yapmasına göz yumulan cinayetlerdi. Hükümetin kendisi de durmadı. 22 Temmuz 2015’de Ceylanpınar’da iki polisin katledilmesini bahane ederek Kürtlere ve PKK’ya karşı yeni bir operasyon başlattı. Bu halka verilen ikinci gözdağı oldu. Oysa Ceylanpınar olayını PKK gençler yapmış olabilir diye önce üslenmiş, sonrada ilişkisinin olmadığını açıklamasına rağmen 23 Temmuz’da Erdoğan alelacele PKK’ya karşı operasyonları başlatmış, halk üzerinde görülmemiş bir terör estirmişti. Daha sonra Ceylanpınar olayını FETÖCÜ’lerin yaptığı ve amacının bu olayı PKK’ya yıkıp hükümetin Kürtlere karşı operasyon düzenletmek ve seçimi etkilemek olduğu ortaya çıktı. Bu saldırı ve terör ortamında 1 Kasım 2015 de yapılan seçimleri Erdoğan, AKP kazandı.

Bir yanıt yazın