Haber / Yorum / Bildiri

23 Haziran’da oylar faşizme karşı, demokrasi için verildi!

Türkiye’nin çok halklı, çok dilli, çok dinli, çok kültürlü gerçeğini temel alan yeni, demokratik bir Anayasa için mücadele

Hem 31 Mart yerel seçimlerinde, hem de 23 Haziran İBB Başkanlık seçiminde söz konusu olan Cumhur veya Millet İttifaklarından birini seçmek değildi, özellikle İstanbul’da Binali Yıldırım veya Ekrem İmamoğlu’ndan birine oy vermek hiç değildi. Gerçi yapılan bir yerel seçimdi, ama seçimler yerel seçim karakterinden çıkmış, bir referandum karakterini almıştı. Esas belirleyici olan onun bu referandum niteliğiydi. Oylanan, bir yerde belediye başkan adayları değil, oylanan, faşizan, otoriter tek adam rejiminin, Erdoğan rejiminin kabul edilip edilmemesiydi. Sorun üçüncü bir ittifak olarak yerel yönetimlerde iktidarın yağlı kuyruğunu ele geçirmek isteyen iki burjuva ittifakından birine taraf ve payanda olmak, destek olmak, angaje olmak, oy vermek değil, bir referandum biçimine dönmüş seçimde otoriter faşizan Erdoğan rejimine karsı demokrasiyi seçmek, ona oy vermekti. Ortada şeklen üçlü bir ittifak durumu vardı, ama özde, esasda istemleri birbirine zıt ikili bir blok oluşmuştu. Söz konusu olan ne Cumhur, ne Millet İttifakı, ne de üçüncü yoldu. Sorun faşizm mi, demokrasi mi sorunuydu. Burada zorunlu olarak CHP’ye veya İmamoğlu’na basılan mühürler, onların yerel yönetimleri ele geçirmesi için değil, faşizme karşı demokrasi için basılan mühürlerdi.

Bizler burjuva ittifaklarından birinin veya diğerinin yönetimi ele geçirmesiyle çok şey değişmeyeceğini biliriz. Bunlar her zaman Kürt sorununun demokratik bir çözümüne ve işçi sınıfının mücadelesine karşı çıkmışlardır ve çıkacaklardır. Ama bunlardan biri, günümüzde Erdoğan-Bahçeli ikilisinin yapığı gibi faşizan bir rejim kurmaya giderken burjuvazinin diğer kanatları işçi sınıfı ve Kürt halkıyla ve onların örgütleriyle demokrasi için, çoğu kez zımnen de olsa, ittifaklar kurmak zorunda kalacaklardır. Başka türlü faşizmi geriletme olanakları yoktur. Bu durum gösteriyor ki, önümüzdeki dönem sınıf ve demokrasi mücadelesi çok yönlü gelişecektir. Bazen iki burjuva, bir de demokratik ittifak olmak üzere üç blok, üç yol olarak mücadele edilecektir. Bu durumda işçi sınıfı ve Kürt halkı kendi ortak parti ve adaylarıyla, her iki taraftan tarafsız ve bağımsız olarak seçimlere, oylamalara katılacaktır. Bazen da en gerici faşizan, dinci güçlerin bloğuna karşı en geniş güçlerin oluşturacağı demokrasi bloğu ile cevap vermek gerekecektir. Bu durumda ülkede ikili bir blok oluşacaktır. Bundan böyle savaş artık duruma göre üçlü ve ikili bloklar oluşturarak gidecektir. Günümüzde yeni olan budur. Sınıf ve demokrasi savaşını ikili, üçlü bloklar şeklinde, birinden diğerine hızla geçiş yaparak yürütebilmektir. Bu seçimlerde her iki politika da başarılı bir şekilde yürütülmüştür. Türkiye’nin doğusunda, Kürdistan’da seçimlere HDP ve Kürt demokratik güçler iki burjuva ittifakına karşı, üçüncü bir ittifak, üçüncü bir yol anlayışıyla girerken, Türkiye’nin batısında Erdoğan’ın faşizan rejimine bir darbe indirmek için ona karşı ikinci bir blok oluşturarak girdi. Her iki yolda da çok başarılı oldu.

Yerel seçimlerden çıkarılacak dersler

Bu seçimler Kürt halkı, işçi sınıfı, demokratik güçler için çok öğreticiydi. Çıkarılacak çok dersler vardır. Birincisi Türk egemen güçleri arasında Kürtlere ve onun Özgürlük Hareketine karşı tutumda, yaklaşımda bir farklılık oluşmaya, bir değişim görülmeye başlandı. Her iki burjuva ittifakı da kesinkes bir kez daha gördü ki, Kürtleri kazanmadan artık Türkiye’de iktidar olmak, seçim kazanmak mümkün değildir. Kürtlere, onun PKK, HDP gibi politik örgütlerine karşı düşmanca davranmak, Kürdistan’ı inkâr etmek, artık geri tepmektedir. PKK lideri Öcalan’la ilişki kurmadan Kürtleri kazanmak da mümkün değildir. Erdoğan’ın bile Öcalan’a “elçi” göndermesi bu gerçeğin itirafıdır. Bu itiraf aynı zamanda Öcalan’a yapılan terörist, katil, bölücü gibi ithamların iflas ettiğini ve bunların kasıtlı, asılsız, Türk halkını manipüle etmek için yapıldığını göstermiştir. Türk halkı da gözlerini açmaya başlamıştır. „Erdoğan terörist, bölücü dediği Öcalan’dan yardım istiyorsa, o zaman biz neden Kürtlerle savaşıyoruz?“ diye sormanın da zamanı geldiğini söylemektedir. Bunlar halk tarafından Kürt sorununun sorgulamasının ilk adımlarıdır. Artık Erdoğan’ın Kürt ve PKK düşmanlığını dayandırdığı zemin, ayağının altından kaymaktadır.

Bu demek değildir ki, Erdoğan tekçi ve inkârcı politikasından vazgeçecek. Kürtlerle müzakere yapmanın gerekliliğini görmüş olacak. Tam tersine Erdoğan Kürtlere karşı saldırısını daha da arttıracaktır. Bunun sinyalleri çoktan ortaya çıktı. Hakurk’a saldırı bir işgal boyutunu aldı. Öcalan üzerinde kalktığı söylenen tecrit yeniden uygulanmaya başladı. Avukatların görüşme başvurusuna cevap verilmiyor. HDP’ye saldırılar yoğunlaştı, Demirtaş hala içerde, haksız yere tutulmaktadır. HDP milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması için yeni fezlekeler hazırlanıyor. Ama tüm bunlara rağmen Erdoğan’ın 23 Haziran seçimlerine giderken 31 Mart seçimlerinde tükürdüğünü yalaması, Türkiye’de Kürdistan’ın varlığını kabul etmesi, „Kürtlerle kardeşiz“ demesi, Öcalan’dan yardım istemesi Türk yığınları arasında Kürtlere karşı tavrın değişmesinde rol oynayacak önemli izler bırakmıştır. Terörist başı dediği Öcalan’dan yardım istemesi yığınları en azından düşündürmektedir, ne oluyor dedirtmektedir. Şimdi yığın çalışmalarında bunları değerlendirmek gerekmektedir. Bunlar Kürt sorununda gerçeği halka gösterme, Kürtlere karşı yürütülen savaşın Erdoğan’ın iktidarda kalması için yürütüldüğünü halka anlatma fırsatı vermektedir. Yalnız Kürt sorununda değil, Pontus sorununu, Ermeni soykırımını, diğer soykırımları anlatmakta da bu seçimler olanaklar yaratmıştır.

Demokratik bir Anayasa`nın nasıl olacağını tartışalım

Şimdi yığınlar içinde çalışırken seçimlerde ortaya çıkan bu fırsatları çok iyi değerlendirmeliyiz. Seçim kampanyası sırasında HDP’li, CHP’li, İYİ Parti’li, AKP’li seçmenler arasında çok iyi diyaloglar kuruldu, Kürt ve Türk yakınlaşması sağlandı, Kürtlerin Türkiye’nin sosyal, ekonomik, politik tüm sorunlarının çözümlenmesinde belirleyici bir role sahip olduğu hep beraber yaşandı ve görüldü. Tabanda sağlanan bu dostlukları, ittifakları devam ettirmek ve daha üst bir düzeyde yürütmenin yolları aranmalıdır. Nedir bu bir üst düzeye çıkartma ve yeni yollar arama? İttifakı bir üst düzeye yükseltmek demek, ittifakın dayandığı ortak politik konuları derinleştirmek ve zenginleştirmek demektir. Sorun tek başına Erdoğan gitsin sorunu değildir. Sorun Erdoğan’dan sonra ne olacağı sorunudur.

Hem CHP hem HDP Türkiye’nin yeni demokratik bir Anayasa`ya ihtiyacı olduğunu söylemektedir. Şimdi demokratik bir Anayasa`dan ne anlaşıldığı üzerine bir tartışma yürütmek gerekmektedir. Bizim ülkemiz için demokratik bir Anayasa yalnız kuvvetler ayrılığının, hukukun üstünlüğünün ve sosyal adaletin, fikir ve ifade özgürlüğünün, toplantı ve yürüyüş hakkının, işçi ve emekçi haklarının, diğer insan hak ve özgürlüklerinin garanti edildiği bir Anayasa değildir. Bizim ülkemiz için bunlar gerekli, ama yeterli değildir. Çünkü bir toplumsal sözleşme olan Anayasa toplumdaki tüm sınıf ve katmanların, halkların ve ulusların, dinlerin ve mezheplerin eşitlik, özgürlük, özerklik üzerinde ortak yaşamlarını sağlayan demokratik bir uzlaşma belgesidir. Bu sözleşme ulusal birliğini sağlamış burjuva devletleriyle sağlamamış olan çok uluslu, çok dinli, çok dilli ve kültürlü devletler arasında farklılıklar gösterir. Türkiye çok uluslu, çok dinli, çok dilli, çok kültürlü bir ülke olmasına rağmen Cumhuriyet`in kuruluşundan beri hiçbir Anayasa`sı bu gerçeği dikkate almamış, tam tersine bu çokluğu inkâr etmiş, halklara üniter, teklik anlayışına dayalı bir Anayasa, bir devlet yapısı dayatılmıştır. Böyle bir yapı, böyle bir Anayasa toplumsal bir sözleşme olmaktan çok uzaktır.

Demokratik Anayasa tekliği reddeder, çok halklılığı kabul eder

Şimdi demokratik bir Anayasa`dan söz edenlerin Türkiye’nin bu çoklu gerçeğini kabul eden, tekçi anlayışı reddeden, demokrasi temelinde “özgür ulusların özgür birliği”ni savunan, tüm temel insan hak ve özgürlüklerini garantileyen, hukukun üstünlüğü ve kuvvetler ayrılığına dayanan yeni bir Anayasa yapmaya koyulmaları, bunun için toplumda bir tartışma başlatmaları gerekmektedir. Bu eşitlik, özgürlük, özerklik ve demokrasi temelinde Türkiye’nin yeniden yapılanması, demokratik, özgür bir Türkiye’nin yaratılması demek olacaktır. Başta CHP yönetimi olmak üzere bir çok parti ve grup çokluk ve demokrasi temelinde Türkiye’nin yeniden yapılanmasına karşı gelecektir. Ama onların tabanında milyonlarca üyeleri seçim çalışmalarında Kürt gerçeğini bilfiil kendi yaşadı, bu çoklu yapının bir zenginlik olduğunu gördü ve bu kabul edildiğinde ortak yaşamın çok daha güzel, barışçıl olacağının farkına vardı. Şimdi bizim yeni demokratik Anayasa tartışmalarını bu deneylere oturtmamız, Erdoğan ve diğer egemen güçlerin Kürt ve PKK düşmanlığını, savaşı körüklemelerinin, barışı ve müzakereyi baltalamalarının esas nedeninin iktidarlarını korumak olduğunu anlatmalıyız. Yığınların böylesine demokratik bir Anayasa`ya sahip çıkmasını sağlamalıyız. Bunun için sendikalarda, gençlik ve kadın örgütlerinde, demokratik dernek ve kuruluşlarda, partilerin yerel örgütlerinde çalışmalıyız, onların gündemlerine demokratik bir Anayasa tartışmalarını almaları için uğraşmalıyız. Bu konuda seminerler, konferanslar, yığınlara açık toplantılar yapmalarını sağlamalıyız. Unutmayalım ki, yığınlar kazanılmadan ve harekete geçirilmeden hiçbir demokratik dönüşüm gerçekleştirilemez, hatta Erdoğan’ın iktidarı bile sarsılamaz.

Erdoğan’ı 4 sene daha iktidarda bırakmayalım

Bu seçimlerde ortaya çıkan bir diğer gerçek de Erdoğan’ın siyasi olarak zayıflamasıdır, yığın tabanını kaybetmeye başlamasıdır. O dört sene daha 2023’e kadar iktidarda kalmayı planlıyor, ama bunun kolay olmayacağını da görüyor. Kaybolmaya başlayan yığın desteği ve aldığı yenilgilerin yanı sıra şimdi de AKP içinde kendine karşı büyük bir muhalefet yükselmektedir. Gül ve Babacan Erdoğan’ın zayıfladığını görünce şimdiden bayrağı açtılar, yeni bir parti kuracaklarını ilan ettiler. Ama henüz daha programatik bir belge açıklamadılar, açıklasalar da onların programında da Türkiye’nin çok halklı, çok dinli, çok kültürlü yapısını kabul eden ve Türkiye’nin bu çokluk temelinde yeniden demokratik yapılanmasını ön gören yeni bir Cumhuriyet anlayışı olmayacaktır. Erdoğan gibi onlar da Kürtleri ve işçi sınıfını kandırmaya çalışacaklar, onlara karşı konum alacaklardır. Yapacakları en fazla otoriter tek adam rejimi yerine burjuva parlamenter sistemini geri getirmek olacaktır. Bu ise Türkiye’nin aradığı bir çözüm değildir, çözüm çok halklı ve kültürlü gerçeğini kabul eden bir Türkiye’nin  demokratik temelde yeniden yapılanması ve bunun demokratik bir Anayasa`yla tescil edilmesidir. Gül ve Babacan’ın girişimi, burjuva açısından da olsa, politik tartışmalara bir canlılık getirebilir. Biz bu tartışmalara demokratik bir Anayasa tartışmasıyla katılmalıyız ve yığınları aydınlatmalıyız.

Gül ve Babacan’ın girişimiyle AKP ve burjuvazi içinde böyle bir yarığın oluşmasını bizlerin çok iyi değerlendirmesi gerekmektedir. İktidar partisinde böyle bir parçalanmanın oluşması ve derinleşmesi bizim işimizi sadece kolaylaştırır, ama bunlara asla bel bağlanmaz. Burjuvazi her zaman sistem içinde kalarak, yıpranan kişileri değiştirerek egemenliğini sağlama almak ve idame ettirmek ister. Eğer bizler yığınlar içinde örgütlenip tabandan baskı yapmazsak burjuvazi bu oyunları her zaman başarıyla oynar. Onların oyununun bozacak güç Türk ve Kürtlerin ve diğer Türkiye halklarının, demokrasi güçlerinin tabanda oluşturacakları birlik ve eylemlerdir. Eğer bu birliği gerçekleştirebilirsek ne Gül ve Babacan’ın girişimi başarıya ulaşabilir ne de Erdoğan daha 4 sene iktidarda kalabilir. Erdoğan ve Türkiye’nin geleceği bizlerin yığınları kazanmasına, Kürt ve Türk birliğini örülmesine, HDP ile birlikte güçlü bir demokratik ittifak yaratılmasına bağlıdır. Gelecek güzel günler bizlerin, Kürtlerin ve işçi sınıfının ellerindedir.

Bir yanıt yazın