Haber / Yorum / Bildiri

1950 ve 80’li Yıllar Sınıf Mücadeleleri (2. Bölüm)

İşçi Sınıfı’nın Nicel ve Nitel Sıçraması

Levent FİDAN

TÜRKİYE konjonktürünü incelemeden önce, 60’ları karakterize eden özellikler arasında, dünya çapında ciddi ayaklanmaların bulunuşunu da tespit etmek gerekir. Amerika’dan Fransa’ya, Latin Amerika’dan Ortadoğu’ya dünya kaynayan bir kazandı. Bunda Sovyetlerin alternatif bir sistem olarak kendini göstermesinin etkisi, dünya işçi sınıfının ve genç nüfusunun farklı ve alternatif bir yaşam olabileceği idrakine ulaşmasında önemli bir rol oynamıştır.

60’ların Türkiye açısından ise birkaç karakteristik özelliği vardır; içe dönük sanayileşmenin başlaması, buna yönelik ithal ikameci, planlamacı bir strateji izlenmesi bunlardan temel olanıdır. Bu birikim stratejisinin Türkiye tarihinde kendini hissettirecek olumlu ve olumsuz sonuçları olmuş, önceki stratejiden kopuş gibi buradan da çıkış oldukça krizli olmuştur. Bu bağlamda, kamu ve özel sektör bu planlamada bir bütün olarak algılanmış, fakat niyet her daim burjuvazi lehine sanayileşmeyi geliştirmek olmuştur. Dolayısıyla 60’ları devlet ve kapitalistlerin karşı karşıya gelmesi olarak okuma eğiliminde olan yaklaşımlar çelişkilidir. Planlamalar, kamu kaynaklarının bu doğrultuda kullanılmasını, yatırım teşviklerini, vergi muafiyetlerini içerdiği ölçüde, ‘kapitalist sınıf karşıtı bürokrasi’ tipi karşıtlıklar soyut kalmakta, kamu kaynakları sanayi burjuvazisinin serpilmesi yönünde kullanılmaktadır. Sanayi burjuvazisi, ABD hegemonyasının etkisi ile piyasaya yayılan belirli ürünlerin üretimini üstlenmiş olsa dahi dışa bağlı bir görünüm içindeydi, bu sebepten hedef öncelikli olarak ülke pazarıydı. Bu dönemde üretim araçlarının gelişmesi sonucu göreceli artan refah, bunun ücretlere yansıması sonucu belirli ürünlerin tüketiminde artış yaşandığı görülebilir. Bu, iç pazara yönelik sanayileşme stratejisi ile uyumludur. Ücretleri direkt olarak baskılamama, bu yolla iç pazardaki tüketimi arttırma, bunun sonucu olarak birikim sağlama stratejisi, serpilmekte olan sanayi burjuvazisi için tutarlı gözüküyordu. Bu atılımlara rağmen toprağa bağlılığın ciddi oranda azalmaması, bahsettiğimiz ciddi bir tarım reformu olmaması ve buradaki artığın, verimin, sanayi lehine ciddi bir avantaj sağlamaması sanayi atılımı için engel teşkil etmiştir. Yine belirtildiği üzere bir başka engel, iç pazara dönük sanayinin teknik olanakları sağlama bakımından dışa bağımlılığıdır. Bu dışa bağımlılık, oldukça temel bir krize işaret ediyordu. İthal ikameci, içe dönük stratejinin başarısı tartışmalıydı; ithalat yüzdeleri yüksek seviyelerde kalmıştı. Bu, düzgün işleyen bir altyapı kurulamadığının ispatıydı. Dışa bağımlılık, fiyatların kontrol edilememesi demek, dış krediler kesildiğinde kriz yaşamak demekti. Bunu takiben dış kaynaklara kredi başvurusu artıyor, bunların ödenememesi sonucu baskı oluşmaya başlıyor, fiyat kontrolünde tam kontrol olmaması emekçi sınıfları krize sokarken dış kaynak ihtiyacı burjuvaziyi de rahatsız ediyordu.

Bu noktada, yukarıda 50’ler bağlamında yaptığımız bir tespitin altını tekrar çizmek gerekir. Burjuvazi iktisadi stratejinin iç pazara yönelik olması, kamu kredileri, kamu personeli gibi olanakları kullandı. Fakat, burjuvazi bu kaynakları altyapı yatırımlarına aktarmamıştır. Bu sadece burjuvazinin vizyonu ile ilgili bir sorun değil, burjuvazinin karakteri sonucu kaçınılmaz olarak izleyeceği kolay yoldan kar etme stratejisini benimsemesi sonucu yaşanmıştır. Bu sebepten, burjuvazi oluştuğunda toplumun otomatikman kalkınacağı ile ilgili görüş, yarı sömürge, ‘çeper’ ülkeler için dikkatle ele alınması gereken bir görüştür.

Bunların yanı sıra, burjuvazinin tüketim mallarına yaptığı yatırım, bu ürünlerin ticaretini sağlayan burjuvazinin de yapısını etkilemiş, bu temelde zenginleşen bir Anadolu küçük burjuvazisi yaratmış, bunların çıkarları da siyasi konjonktürü önemli oranda etkilemiştir. İlaveten, 60 öncesi ekonomik sorunlar yaşayan TSK personeli imajı hâkimiyetini yitirmiş, akademisyenler ve uzmanların ücretlerinde artış yaşanmıştır.  Bu tip ‘ekonomik faydaların’ bu sınıfların kapitalist üretim ilişkileri karşısında tutumlarını etkilemediğini söylemek iyimser olur. Zira, bu ‘faydalar’, radikal kopuşların önüne geçme ve nizamı içerden düzenleme gibi arayışlarla başa baş ilerlemiştir. Burjuvazi, bunların yanı sıra STK’lar ve kendi çıkarlarını savunma odaklı odalar kurarak toplum nezdinde etkisini arttırmayı hedeflemiştir. Dış Pazar rekabetinden izole edilmiş, devlet eliyle beslenen, birikimiyle birçok farklı sektörü domine edebilen burjuvazinin bu hamlelerini, toplumda yönetici sınıf olarak varlığını kabul ettirme – siyasi gelişmeler incelendiğinde bunu başarıp başaramadığı oldukça tartışmalıdır- adına attığı adımlar olarak değerlendirebiliriz.

Velhasıl, bu dönemde niteliksel olarak gelişen tek sınıf burjuvazi değildi. İşçi sınıfı da hem nicel hem nitel olarak bir sıçrama yapmıştır. Niceliksel olarak büyüyen işçi sınıfı kendi çıkarları yönünde örgütlenmeye başlamış, DİSK bu dönemde ciddi etkinlik göstermiştir. Bu dönemin 50’lerden bu bağlamda farkı olduğunu tespit edebiliriz. İşçi sınıfı bu dönemde sadece ekonomik araçlarla, ekonomik çıkarlarını korumak amaçlı örgütlenen bir sınıf görüntüsünden sıyrılmaya, kimliğini idrak etmeye başlamıştır. İşçi sınıfı, bunu sınıf dayanışmasının seviye atladığı KAVEL direnişiyle ispat etmiştir. İşçi sınıfı uyanmaya başlamış, bu rüzgâr kentteki ezilen sınıfları, göçmenleri, memurları da etkilemiştir.  Bu rüzgâr sadece kentte esmemiş, kırda da toprak sahiplerine karşı ciddi oranda radikalleşme yaşanmıştır. Bu bağlamda, TİP’in kuruluşunu ve aldığı desteği, özellikle DİSK çerçevesinde temsil bulan, bilinçlenmeye başlayan proletaryanın düzen içinde de temsiliyet krizini aşmaya yönelik bir hamlesi olarak değerlendirebiliriz. TİP yalnız işçiler arasında değil, tüm Anadolu’da örgütlenmiş, köylülerin, esnafın, aydınların, gençliğin, küçük burjuvaların, Kürt ve diğer Türkiye halklarının partisi olmuş ve TBMM’de bunları temsil etmiştir. Türkiye’yi ABD’ye, NATO’ya ve emperyalizme karşı savunan tek legal partisi olmuştur. 60’lı yılların diğer bir yanı da Denizlerin, Çayanların başını çektiği gençliğin yükselen antiemperyalist bağımsızlık ve demokrasi mücadelesidir. İşçi sınıfının ve gençliğin bu mücadeleleri Demirel hükümetini ve emperyalizmi korkutmuştur. Çünkü bu mücadelelerde emperyalizme bağımlı bir Türkiye’nin kalkınamayacağı, Türkiye’nin ancak Sovyet yardımı ve planlı bir ekonomiyle kalkınabileceği savunuluyordu.

Bu noktada, iktisadi ve toplumsal olguların siyasi yansımalarını değerlendirmek uygun olacaktır. Unutulmaması gereken bir nokta, 60’ların ‘kalkınma yolunda ilerleyen’ Türkiye’sinin de öncülleriyle ortaklaştığı nokta anti komünizm idi. 60’lardan 80’lere yaşanan siyasal gelişmeler başlı başına bunun ispatıdır. Bunların yanı sıra izlenen iktisadi politikalar da bunun ispatıdır. 60 anayasasının temsil ettiği içe dönük sanayileşme modeli, bu dönemde dünya kapitalist sistemine entegre olmaya çalışan, ‘gelişmekte olan ülkelerin’ benimsediği, merkez ülkelerde refah devleti olarak ifade bulan modelinin Türkiye yansımasıdır. Bu model, sanayi sınıfının gelirinden elde edilen vergiler ve işçi sınıfına görece sağlanan sosyal haklar ile sanayileşmeyi ‘sınıf ayrımını keskinleştirmeden’ yürütmek, böylelikle toplumu kalkındırmak gibi, bir nevi 30’lu yıllarda Kadro dergisi ekibinin gördüğü hülyaları içeren bir modeldi. Böylelikle hem toplumda tüketim teşviki arttırılarak sanayi gelişecek, hem de işçi sınıfı sömürüden muaf kalacaktı. Bu modelin bahsettiğimiz dönemdeki koşullarda dünya işçi sınıfını reel sosyalizmden uzak tutma, sosyalizm olmadan sömürüyü engellemenin yolu varmış gibi bir alternatif sunma amacı taşıdığını, sınıf mücadelesinin etrafından dolaştığını görmezden gelirsek, bunları halen hak çare olarak görmemiz işten bile değildir. Sanayi burjuvazisinin, DP’den farklı olarak, hem kırsal kesime ve tüccara göz kırpan, ama aynı zamanda kendi çıkarlarını savunan AP iktidarı ile dikensiz gül bahçesi olarak gördüğü bu hedef, egemen sınıfların çıkar çatışmaları ve işçi sınıfının militan karakteri, Kürt hareketinin siyasi bir hat olarak belirmeye başlamış olması, bilinçli üniversite gençliğinin anti-emperyalist karakteri gibi etmenlerin birleşmesiyle, hiç de beklendiği seyirde ilerlemedi. Ülke kaynayan bir kazandı. Muhafazakâr olarak kodlanan köylüler hak mücadelelerini hızlandırmıştı. Memurlar kendilerine yapılan haksızlıklara direnişle karşılık veriyordu. Bütün bunların yanı sıra, bu yıllar arasında grevler rekor seviyeye ulaşmış, yine belirttiğimiz üzere bu grevler, DİSK’in militan karakteri sayesinde sadece ekonomik bir mücadele temsilinden örgütlü bir sınıf mücadelesi temsiline doğru ilerlemişti. Maden, tekstil, lastik, demir-çelik sektörlerde grevler iyiden iyiye yaygınlaşmıştı. Bu grevler, sınıfın dört bir yandan gelen dayanışmadan aldığı özgüven devlet gücüne karşı korku duvarlarının aşılmasını sağlamış, geri adım atmayan bir karaktere bürünmüştü.  Cumhuriyet tarihinin en büyük sınıf direnişi olan 15-16 Haziran’a kadar 10’a yakın militan karakterde olmak üzere birçok grev yaşanmış, sınıfın tarihine geçmiş bu direnişin her sektörde yine militan artçıları ülke tarihine damga vurmuştur. Bu direnişler esnasında çatışmalar yaşanmasına rağmen işçi sınıfı direnişten geri adım atmamış, sınıf karakterini ortaya koymuş, kendisi olmadan tek bir adım dahi atılamayacağını egemenlere ispat etmiştir. Bütün bu gelişmelerin ışığında, egemenler arasındaki çelişkiler de ayyuka çıkıyordu. AP hükümeti sanayi burjuvazisi ile sürtüşmeler yaşamaya başlamış, vergilendirme girişimleriyle egemen sınıfların tepkisini çekmeye başlamıştır. Bunun yanı sıra, yokuş aşağı giden ekonominin sonucu para ciddi anlamda değer kaybetmiş, toplumsal sınıfların tüketim gücü artan fiyatlar sonucu ciddi oranda düşmüştü. Bu noktada AP, 70’lerin sonunda da görebileceğimiz bir sıkışma içerisindeydi. Mevcut krizi sanayi burjuvazisinin çıkarlarını çiğnemeden aşmanın yolu, faturayı yüksek fiyatlarla, ücret düşüşleriyle, işten çıkarmalarla işçi sınıfına kesmekti. Fakat önünde bir engel vardı, işçi sınıfı o güne kadar hiç olmadığı oranda örgütlüydü. Mevcut yapı, sokaktaki militan hareketliliği ve örgütlülüğü paramiliter güçlerle sindirmeye çalışıyordu. Sanayi burjuvazisi ise artık bayrağı çekip, serpilmelerinin önüne geçen ‘istikrarsızlığa’ son verilmesini talep ediyordu. Bütün bu gelişmelerin ışığında, düzen içi temsilci siyaset bir kez daha krize girmiş, yönetici sınıfların temsilcisi olan AP hükümeti bu krizi çözemez bir konuma hapsolmuştu. İç pazarda elde edilen birikim olanakları tıkanmıştı. Mevcut paradigmayı aşma hususunda, kendi koşullarında ‘pek de tehdit teşkil etmeyen’ proletaryaya belirli hakları vermekte beis görmeyen anayasa, dönüp dolaşıp burjuvaziyi vurmuştu. İşte, 71 darbesine uzanan sürecin ana izleğini bu tarz gelişmeler oluşturuyordu.

71 darbesinin amacı, yukarıda çizdiğimiz çerçeve içerisinden yorumlandığında, işçi sınıfının militan karakterinin önünü kesmek, öğrenci hareketlerini bastırmak, bu bağlamda egemenlerin ürünü olan fakat dönüp dolaşıp kendilerini vuran 61 anayasasını değiştirmekti.  Toplumsal yaşamın hâkim üretim ilişkileri içinde yeniden üretilmesini, bir başka ifadeyle ‘istikrarı’ garanti altına almaktı. Bunun yolu, elbette, devlet otoritesini daha da güçlendirmek, ezilen toplumsal sınıfları DGM’ler ile zapturapt altına almaktan geçiyordu.

Şimdiye kadar sözünü ettiğimiz olgular dışında, belirtmek gerekir ki, 70’ler dünya kapitalist sisteminin de krizler yaşadığı bir dönemdir. Bu bağlamda, Keynesci ve ithal ikameci politikaların ‘doğal sınırlarına’ ulaşmasının sonucu yaşanan mücadelelerin her ülkede özgül yansımaları olmuştur. 50’li yıllarda ABD hegemonyasındaki Batı’nın savaş sonrası yeniden yapılanması amaçlı izlenen tarım odaklı politikaların yerini, ithal ikameci model almıştı. Fakat, Türkiye gibi az gelişmiş bir ülkede, toplumun bu ilişkiler çerçevesinde yeniden organizasyonu planlanmamış, bir sanayi burjuvazisinin serpilmesiyle ülkenin kendiliğinden kalkınacağına yönelik saf bir inançla ve günübirlik politikalarla hareket edilmişti. Bu burjuvazi, tabiatı gereği bu birikimleri planlı bir refah bölüşümü noktasında, altyapısal yatırımlar noktasında kullanmamış, kısa yoldan karını arttırmayı hedefleyen hamleler yapmıştı. Bu, gerekli atılımı yapamayan sanayinin teknoloji gibi kendisi için hayati şeyleri ithal etmesi anlamına geliyordu. Sanayinin dövizle ithal edilen ürünler ve teknolojiyi karşılayacak bir ihracat kapasitesi yoktu. Bu da dış borçlanma demekti. Yabancı sermayenin ülkedeki faaliyeti sınırlıydı. İşçi sınıfının örgütlü olması, kar elde etmek isteyen yabancı sermaye için makul yatırım olanaklarının önüne geçiyordu. İşte bütün bu dinamiklerin bir araya gelişi, Türkiye özelinde, içe dönük stratejinin ‘doğal sınırlarına’ ulaştığı anlamına geliyordu.

Velhasıl, dünyada yaşanan yapısal kriz, dış kredilerle ve işçi dövizleriyle bir süre ertelenmesine rağmen eninde sonunda kendini gösterecek, IMF’nin kapısı çalınacaktı. Ecevit hükümeti IMF programını uygulama konusunda ikircikli davransa da Türkiye’nin entegre olduğu ‘hür dünya’nın koşulları ve iç dinamikler, yolu buraya doğru çizecekti. Kredi yardımlarına bağımlı hale gelmiş bir ülkenin, daha fazla yardım alması için IMF kurallarını uygulamaktan başka çaresi yoktu.

Bütün bunların yanı sıra, ithal ikameciliğin yapısal sınırlarına ulaşması, sermaye sınıfının farklı paradigma arayışı içerisinde olması, farklı kanallarla karı ve artık değeri arttırma girişimleri içinde olması anlamına geliyordu. Bunu yapmasının ön koşulu, emek rejiminin yeniden düzenlenmesi, ücretlerin düşürülmesiydi. Fakat, militan bir işçi sınıfının varlığı, bu düzenlemelerin önünde engel teşkil ediyor, emek-sermaye çelişkisinin bu formu, siyasi krizi git gide derinleştiriyordu. 70-80 arasında işçi sınıfı büyük bir atılım gerçekleştirmiştir. İşçi sınıfının büyük bir kesimi partisi TKP ve devrimci sendikası DİSK’le buluşmuş, gerçekleştirdiği dev 1 Mayıs gösterileri ve burjuvaziye meydan okuyan eylem ve grevleriyle Türkiye politikasında söz sahibi olmuştur. İMF’nin, Milliyetçi Cephe hükümetlerinin halk düşmanı politikalarının önüne set gibi dikilmiştir, bu politikaların uygulanmasını engellemiştir. Bu çelişki, 71 darbesinden 24 Ocak’a ve 12 Eylül’e uzanan sürecin yapı taşı olmuş, 12 Eylül darbesi günün sonunda bu tıkanıklığı burjuvazinin lehine açmış: sömürü ve güvencesizlikle beslenen, ihracat temelli, serbest piyasacı yeni modele geçişte anahtar rolü oynamıştır. Bu dönemde ayyuka çıkan bir başka faktör de yukarıda bahsini ettiğimiz, elde ettiği birikimi farklı sektörlere aktararak korumacılığın avantajlarından yararlanan burjuvazinin birkaç holdingin bütün sektörlerin tekelini eline aldığı bir yapının oluşmasıyla sonuçlanmasıdır. Bu birkaç anlama geliyordu. Birincisi, her sektörde söz sahibi olan burjuvazinin siyaset üzerindeki etkisinin artması anlamına geliyordu. İkincisi, bu burjuvazinin temel çıkarlarının çatışmaması, yek vücut gibi hareket edebilmesi anlamına geliyordu. Bu yapı, 60’lardaki yapısından sıyrılıp evirilerek kabuk değiştirecek, TÜSİAD isimli, sınıf çıkarlarını aktif biçimde savunan bir hegemonik örgüte dönüşecekti. Bu örgütün önderliği altında burjuvazi, toplumsal bir ‘vizyona’ sahip olduğu görüntüsü altında küçük burjuvaziyi de kendi saflarına eklemlemeyi başaracaktı. İşçi sınıfının militan hareketinin korkusu, siyasal temsil krizini kendi tarafından da hisseden burjuvaziyi kendi çıkarlarını koruma adına örgütlenmelere itmiş, nizamın tehlike altında olduğu vurgusu küçük burjuvaziyi korkutmuştu. Ufukta görünen ‘sosyalizm tehlikesi’ artık ensede hissedilen bir soluktu. Bütün bunlar yaşanırken, işçi sınıfı boş durmuyor, DİSK önderliğinde kitlesel biçimde örgütleniyor, ülke siyasetinde sözünü söylemeye ve bütün baskı araçlarını kullanmaya devam ediyordu. DGM eylemleri, MESS grevleri işçi sınıfının örgütlü gücünün ispatı niteliğindedir. Bütün bunlar, yeni birikim modeline geçiş hayalleriyle yatıp kalkan sermaye sınıfını ciddi oranda tedirgin eden gelişmelerdi. İlaveten, köylülük bu dönemde radikalleşmesine rağmen mevcut yapı tarafından, sanayi birikimine katkı sağladığı ölçüde doğrudan hedef alınmıyor, köylüler tüketim pazarının gelişmesi hususunda önemli bir yer teşkil ediyorlardı.

70’lerin siyasi konjonktürü ise, yukarıda tespit ettiğimiz, derinleşen emek-sermaye çelişkinin yansımalarını taşıyordu. CHP, reel sosyalizmi içermeyen fakat kitleleri konsolide edebileceği bir demokratik sol anlayışa yaslanmaya başlıyordu. Merkez solda düşünülen yapıların, ‘kendilerinden daha sol’a kaymasında, işçi sınıfı ve komünist hareketin gücünün büyük etkisi vardı. Bunlara paralel olarak, sağ, dünya tarihinde birçok örneği görüldüğü üzere, küçük burjuvaziyi düzensizlik tehdidi, içi boş bir burjuva nefreti ile saflarına çekiyor, bu sınıfın çeşitli katmanlarının desteğini kazanıyordu. Bilindiği üzere, buradaki nizam, kapitalist üretim ilişkilerinin devam ettirilmesidir. Bu noktada, aşırı sağ ve faşizan hareketlerin klasik taktiği uygulanmış, korunan bu nizam, vatan ve millet savunusu örtüsü altında meşrulaştırılmıştır. Hâkim sistemin tehdit altında oluşu, sağda safların sıklaşmasına sebep oldu ve ilerleyen günlerde Milliyetçi Cephe hükümetine evirildi. İçinde İslami muhafazakârlıktan Türk ırkçılığına birçok nüansı içeren bu Cephe’nin ortak noktası elbette anti-komünizmdi. Bu Cephe’nin bileşenleri, işçi sınıfının sınıf bilincinin katlanarak arttığının bilinciydi. Bu durum, işçi sınıfının artık sadece kendi çıkarlarını savunması demek değil, toplumun bütün ezilen kesimlerine mücadelesiyle öncülük edebilecek olması anlamına geliyordu. Dolayısıyla burada kendine ifade bulan anti-komünizm, Kürtleri, Alevileri, kadınları, kısacası sosyal devrim ve ileri demokrasi cephesindeki bütün bileşenleri hedef aldı. Mustafa Suphilerin katliamından beri süregelen, yalan odaklı provokasyonlarla toplumu kutuplaştırmaktan hiç çekinmeyen bu zihniyet, 70’ler boyunca en hafif tabirle terör estirmiştir. Bu dönemde Alevilere yönelik Maraş Katliamı, Çorum Katliamı gibi katliamlar yaşanmıştır. Bunların tek sebebi, kültürel, mezhepsel çatışmalar değildir. Bugün göçmenlere karşı da yürütülen söylemin bir benzeri o zaman Alevilere karşı da yürütülmüştür. Bu Türk egemen güçlerinin ve devletinin Türklük ve Sünni İslam temelinde bir devlet yaratma politikasının sonucudur. Türkiye devletinin kuruluşunda Hristiyanlara, Ermenilere, Pontus Rumlarına, Süryanilere karşı soykırımlar, Müslüman halklardan Kürtlere, Çerkezlere, Alevilere karşı katliam ve asimilasyon vardır. Bu politikayı sürdüren de Erdoğan’dır. Kırdan kente geçiş yapmaya başlayan Alevilerin küçük burjuvalaşmalarının, emek piyasasına girişinin önüne geçilmeye çalışılmıştır.

Bahsettiğimiz üzere, 50’lerden bu yana, toplumsal sınıflar çeşitli biçimlerde düzen içinde temsiliyet sorunu yaşamışlardı. Fakat 70’ler, bunun en derin yaşandığı, hissedildiği dönemdir. Bu dönemde 10 farklı hükümet değişikliği yaşanmıştır. Milliyetçi Cephe yönetimleri, tutundukları anti-komünist tavırla bu döneme damga vurmuştur. Fakat, bu hükümetler, toplumsal sınıflar nezdinde bir sıkışma da yaşamaya başlamıştı. Sermaye birikim rejimi krizine çare bulamamış, egemen sınıfların çıkarlarını hakkıyla savunamamış, toplumdaki herkesin söylemde de olsa rızasını gözeten görünümünü kaybetmişti. Burjuvazinin iki kanadı ve iki temsilcisi AP ve CHP arasındaki çelişki çözülemiyordu. Bu her dönemde olduğu gibi şimdi de askerin müdahalesini kolaylaştırıyordu. Asker burjuvazinin uzlaşamadığı ve işçi sınıfının ve halk yığınlarının devrimci mücadelelerini engelleyemedi anlarda hep müdahale etmiştir.

70’lerin sonu, 60’lardan bugüne belirleyici olan çelişkinin son fazını temsil eder. Bu dönemden bu yana, sermaye lehine birikim stratejilerinin değiştirilmesi, Türkiye işçi sınıfının direnciyle karşılaşmış, bu krizler olağanüstü yöntemlerle aşılmaya çalışılmıştır. 24 Ocak Kararlarına ve 12 Eylül’e giderken, karşılaşılan manzara tam olarak buydu. Serbest piyasaya tam entegrasyon çağrısı yapan, yabancı sermayenin ülkeye girişini hedefleyen, ücretlerin baskılanmasıyla birikimini arttırıp dünya pazarına açılmayı hedefleyen egemen blok ile enflasyona, talana karşı varoluş mücadelesi verirken siyasi öncülüğü de üstlenmeye başlamış olan işçi sınıfı arasındaki çelişki, parlamenter düzeyde çözülemeyecekti. 60’lardan beri başa bela olan bu tehdidin artık tam anlamıyla bertaraf edilmesi gerekiyor, bu işin artık egemen sınıflar lehine keskin biçimde çözülmesi gerekiyordu.

Bugün de farklı biçimlerde devam eden emek-sermaye çelişkisinin yansımalarını, bu 30 yıllık süreci iyi analiz etmeden tespit edemeyiz. Sınıfın kazanımlarını bir kalemde silmeye çalışacak olan 12 Eylül’e giden yolun yapı taşını bu gelişmeler oluşturmuştur. Bu 30 yıllık süreç, Türkiye işçi sınıfı tarihinde, günahı ve sevabıyla çok önemli bir yer teşkil etmekte, bu dönem verilen mücadele bizlere halen birçok konuda ilham vermektedir.

Bir yanıt yazın