Haber / Yorum / Bildiri

1950 ve 80’li Yıllar Sınıf Mücadeleleri (1. Bölüm)

Burjuvazinin palazlanması – İşçi Sınıfının Sahneye Çıkması

 Levent FİDAN

ÜLKELERİN tarihlerini anlamlandırmak amaçlı birkaç farklı yöntem, anlayış vardır. Bu anlayışların kimisi devlet/toplum ikilikleri üzerinden ilerleyerek geçmişi süzerken (“İlkel komünal tolum dışında şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi sınıf mücadeleleri tarihidir”, Manifesto), bazıları da seçkinlerin davranışlarının tarihte belirleyici rol oynadığı temelinden hareket ederler. Biz, 1950-1980 arasını konu edinen bu genel değerlendirmede, tarihsel maddeci yönteme bağlı kalarak Türkiye özelinde emek-sermaye çatışmasının özgül yansımalarını anlamaya, yukarıda bahsi geçen yöntemlerin Türkiye tarihindeki yansımalarını da göstererek bir çerçeve çizmeye çalışacağız.

50’li yıllara bakıldığında, ayrıntılara inmeden önce toplumsal ve iktisadi birkaç olguyu direkt olarak saptamak mümkündür. Öncelikle, bu dönemde serpilmiş bir sanayi burjuvazisinden bahsetmemiz mümkün gözükmüyor. Küçük işletmelerin dışında sanayi faaliyetleri devletin elindedir. Böyle olduğu ölçüde bu sınıfın hakim bir yönetici sınıf olma girişimleri 60’lara kadar kadük kalmıştır. Bu dönemde ülke daha çok devlet işletmelerindeki işçi ve emekçilerin yanı sıra tarım temelli, kır nüfusu hayli yüksek olan bir yapıya sahipti. Bu yıllara tarım ve ticaret damga vurmuş, bu ikisinin karakteristikleri sınıfsal mücadeleye ve toplumun atmosferine sirayet etmiştir.

50’li yıllar, II. Bölüşüm Savaşı’nın derin izlerini taşır. Savaştan sonra artık yeni bir dünya konjonktürü vardı. Sosyalist sistemin doğmasıyla sistem savaşı keskinleşti. Bu ana akımda ‘soğuk savaş’ olarak geçen sürecin başlangıcına işaret ediyordu. Bu bağlamda, 50’li yıllar, Türkiye tarihinde ciddi bir kırılmaya işaret eder. Türkiye kesin olarak Batı Bloku’nun yanında yer aldı. NATO’ya ve diğer Batı Avrupa kurumlarına girebilmek için ülkeyi ve orduyu Sovyetlere ve sosyalist sisteme karşı saldırı üssü olarak batının hizmetine açtı. NATO’ya girdi. NATO’ya girebilmek için Kore’ye gönüllü asker gönderdi. Kore’deki binlerce askerin kanı NATO’ya giriş bileti oldu.

Türkiye’nin batı uşaklığına, Kore’ye asker göndermesine halktan gelen tepkilerden korkan Demokrat Parti hükümeti başta Behice Boran olmak üzere Türkiye’nin barışsever güçlerine, komünistlere saldırıya geçti. 1951/52 yıllarında TKP’ye karşı büyük bir komünist tevkîfatı başlattı, onları 10 yıla varan ağır hapis cezalarına çarptırttı. İşçi ve emekçi halk yığınlarında muhalefeti örgütleyecek olan güçleri susturdu. Başbakan Menderes’in deyimiyle ülkeyi “dikensiz gül bahçesi”ne çevirdiler. Artık DP, ABD ve NATO’nun burjuvazinin hizmetinde ülkeyi istediği gibi yönetebilirlerdi.

Bu yıllar Demokrat Parti iktidarının ülkede yapısal değişiklikler gerçekleştirdiği yıllardır. Bilindiği üzere, II. Bölüşüm Savaşı’nın Türkiye özelinde kazananı büyük toprak sahipleri ve ticaret sınıfıydı. Celal Bayar’ın büyük tüccarlığı, Menderes’in ise toprak sahipliğini simgelediği bu iktidar, ‘hür dünyanın’ yaralarını sarma misyonunu göğsünü gere gere üstlenecekti. Marshall Planı doğrultusunda çizgisini belirleyen DP hükümeti, buna ABD kredilerini de ekleyerek üstüne düşen görevi yerine getirecek, ihtiyaç duyulan tarım ürünlerini sağlayacaktı. Bu krediler, tarımda makineleşme anlamına geliyor, bu da büyük toprak sahiplerinin gitgide kapitalistleşmesi anlamına geliyordu. Fakat, sözüm ona hür dünya ile entegrasyonun elbette bir bedeli vardı. Türkiye, ABD’den tarımsal makine ve yedek parçalar satın alarak bir biçimiyle hem bu parayı ABD’ye geri ödemiş oluyor, hem de dünya kapitalizmine entegrasyon hamlesi adı altında ekonomiyi bir dar boğaza doğru sürüklüyordu. Bu, 50’lere kadar döviz rezervi fazlası olan bir ülkenin dış açık veren bir ülkeye dönüşmesinde ilk adımların atılması demekti.

Demokrat Parti, yine bu entegrasyonun bir sonucu olarak, kamu kuruluşlarının özel sektöre aktarımı konusunda adımlar atmış, ‘küçük Amerika ‘olma söylemiyle bu liberalleşme hamlelerini kitleler nezdinde meşrulaştırmaya çalışmıştır. Bu olguyla paralel olarak, yabancı sermayenin ülkeye girişi için her türlü teşvik sağlanmıştı. Demokrat Parti’nin iktisadi stratejisi, belirli bağlamlarda üstyapı değişikliklerinin yapılmasını gerektiriyordu. Böyle düşünüldüğünde, DP’nin bürokrasiyi tasfiye girişimlerini, merkezin tasfiyesi olarak değil fakat liberal bir yeniden yapılandırma süreci olarak okumak mümkündür. Bu durumda, DP iktidarı, mevcut bürokrasiyi, “halk iktidarı” denen kendi iktidarının önünde bir engel olarak gördüğü için, kapitalistleşmenin farklı bir nüansını -devleti gözeten, planlamacı, sanayi temelli- temsil ettiğinden ötürü tasfiye etmeye çalışmış, elitleri tasfiye ediyoruz söylemleriyle de yine kitleler nezdinde meşruiyet aramıştır.

Bunların yanı sıra, muhafazakârlığın piyasa ile eklemlenmesini temsil eden DP iktidarı döneminde Türk Müslüman burjuvazinin, Varlık Vergisi gibi uygulamalarla güçlenmeye başladığını, burjuvazinin bugünküyle benzer bir biçimde inşaat ve emlak sektörlerinde de aktivite içinde bulunduklarını gözlemlemek mümkündür. Düşük faiz gibi olanaklardan faydalanan burjuvazinin, bankacılık, sigortacılık gibi sektörlerde de aktif olduğu gözlemlenebilir. Öte yandan, montaj sanayi bu dönem yükseliş içerisindeydi. Fakat bu da hafif tüketim sanayi anlamına geliyor; ev eşyaları, beyaz eşyalar gibi mallara talep ve üretim artıyordu. Yine de devletin dışarıdan aldığı dövizi sanayi burjuvazisine aktarması, özel sektörün güçlenmesine yönelik devlet eliyle yapılan yatırımlar, teknik elemanların buralarda kullanılması sanayi burjuvazisine fayda sağladı. Bu durum, 60’lara giderken oldukça kritik bir eşik yaratacak, krize sebep olacaktı. Bunun ise belirli başlı sebepleri vardı. Henüz 45’li yıllarda mevcut hükümet içerisinde, iktisadi yapıdaki değişimlerin sonucu olarak belirli kırılmalar yaşanmaya başlamıştı. Bahsettiğimiz üzere, II. bölüşüm savaşından kârlı çıkan sınıflar, toprak sahipleri ve ticaret burjuvazisi idi. Bu durum, CHP içinde de bir kırılmaya işaret ediyor, Demokrat Parti’nin kuruluşuna giden yoldaki taşları döşeyen durumu oluşturuyordu. Bu bağlamda Demokrat Parti, kuruluşu itibariyle CHP’nin temsil ettiği egemen sınıfın (iç pazara dönük sanayileşme stratejisini savunan sınıfın) çıkarlarını öncelikli olarak savunmayan, burjuvazi içinde bir çıkar çatışmasına ve fraksiyon kavgasına işaret eden bir yer teşkil ediyor, tarım ve ticaret burjuvazisinin yöneticiliğini temsil ediyordu. Bu durum, 50’li yılların sonuna doğru sanayi burjuvazisinin palazlanmasıyla düşünüldüğünde, farklı kırılmalar yaşanacağı anlamına geliyordu.

Emekçi sınıflar açısından ise durum pek iç açıcı gözükmüyordu. Bu dönemin karakteristik bir özelliği, kırdaki emekçi sınıfların git gide mülksüzleşmesidir. Tarihte birçok örnekte görüldüğü üzere burada da tarımda makineleşmenin artmasıyla paralel biçimde elde edilen kârın artması, emekçi sınıfların aleyhine olmuş, toprak ağalarının zenginleşmesi ile sonuçlanmıştır. Bu yoksullaşmanın sonucu olarak köyden kente göç hızla artmış, proleterleşme, ücretli işçilikte artış yaşanmış, bu alanlarda iş bulamayan yoksul köylüler hizmet alanına yönelmişler, mecbur kaldıkları bütün işleri yapmışlardır. Yine vurgulanması gereken bir diğer nokta, bu nesildeki proleterleşmenin köyden hızlı bir kopuş içermemesi olabilir. Bu dönemde kentte ücretli çalışan emekçilerinin birçoğunun kentte elde edilen birikimle köye dönme gayreti içinde olduğunu söylememiz mümkündür. Kentte kalanların ise gecekondularla kendilerine alan yaratmaya çalıştıklarını tespit edebiliriz. Köyden kente göçün artması sonucu kenttekileri istihdam etme zorunluluğu vardı. Sanayiye kaynak aktarımı için ise tarımda artık oluşması gerekti. Bu daha fazla tarımsal makine ve yardım anlamına geliyordu. Fakat, bunları bir arada sağlamak, ‘serbest piyasa’ koşulları altında pek mümkün gözükmüyordu. Velhasıl, hammaddelerde düşüş yaşanmaya başladı, bazı ürünler karne ile dağıtılmaya başlandı.

DP dönemi ile ilgili analizlere göz atmadan ve kendi yorumumuzu ifade etmeden önce, Türkiye kapitalistleşme tarihinde devamlılık arz eden, burjuvazinin karakteristiği haline gelmiş bir olgu olarak saptayabileceğimiz ve DP iktidarı döneminde somutlaşan bir başka olgudan söz etmekte de fayda vardır. DP döneminde ciddi anlamda sermaye birikimi sağlayan bu sınıfların sanayi yatırımı yapma, uzun vadeli altyapı geliştirmesine kaynak aktarma gibi bir vizyonlarının olmadığını, günü kurtarıcı bir zihniyetle hareket edildiğini tespit edebiliriz. Bu olgu DP dönemine de özgün değildir. 60’lı yıllarda da sermaye, sanayinin temel alındığı, yeniden organize edilmiş planlı bir süreç için değil, iç pazarı canlı tutacak tüketim ürünleri ve bununla birlikte burjuvazinin sermaye birikimini arttırma odaklı kullanılmıştır.

Başlarken belirttiğimiz üzere, tarihi yorumlamanın farklı veçheleri vardır. Demokrat parti özelinde de birkaç farklı yöntemden beslenen analizler yapılmıştır. Örneğin, merkez-çevre, DP’nin iktidara gelişini karşı-devrim olarak okuyan Kemalist yorum ve halk iktidarı olarak okuyan liberal ve muhafazakâr yorumlar bunların örnekleridir. Kemalist yorumun, DP iktidarını kompradorların iktidarı olarak yorumlamasının ön koşulu, kendisinin kapitalist bir iktidar olmadığı tezi üzerine kurulması gerekir ki bildiğimiz üzere bu doğru değildir.

Demokrat Parti’yi, bahsi geçtiği üzere, sınıfsal bağlamdan kopararak basitçe bir bürokrasi karşıtı, nitelikleri iyi tanımlanmamış bir “çevrenin Merkez’e verdiği tepki” olarak okumak ise, etkileri günümüze kadar süregelmiş -AKP’ye verilen destek bu biçimiyle meşrulaştırılmıştır- bulunan bir siyasi pozisyona işaret ediyor. Burada altı çizilmesi gereken nokta, bu sol liberal analiz birimlerinin tuzağına düşmeden, Demokrat Parti’nin CHP’nin organik bağ kuramadığı ve hakiki bir toprak reformundan nasiplenememiş bir kır nüfusunu kendi siyasi kurgusu içerisine eklemlemeyi başardığını tespit etmektir. Dolayısıyla bu durum basitçe, kültürel kodlarla kurulan bir ‘’çevre’’ etkisi değil, kendi yönetici blokunu devam ettiremeyen, kitlelerin rızasını almakta sorun yaşayan bir siyasi iktidarın zayıflaması olarak okunabilir. Diyalektik materyalist anlayışın bir kenara bırakılması sonucu üretilen, ‘’çevre’’nin iktidarı tezlerinin bir ayağının boşlukta olmasının bir diğer sebebi, Demokrat Parti’nin CHP politikalarından ciddi anlamda bir kopuş içermiyor olmasından da kaynaklanır. Sol içerisinde de görülen bu yaygın kanaatin (CHP’nin DP iktidarına kadar toplumu aydınlanmacı ve sanayileşmeci temeller üzerinde kalkındıran bir iktidar oluşu gibi) aksine, Demokrat Parti politikaları CHP’nin son dönem politikalarıyla devamlılık içerir. Demokrat Parti, bu bağlamda Türkiye’nin kapitalistleşme mirasının devamcısı olarak adlandırılabilir. Demokrat Parti’nin sınıf karakteri, bahsi geçen açıklayıcılık düzeyleri oldukça tartışmalı olan bu liberal tezlerin aksine, sınıf karakterini TKP’ye karşı tutunduğu tavırla belli etmiş, ‘’çevre’’ adı altında mistikleştirilen kır ve kentte emek sömürüsü ile karşı karşıya olan toplumsal sınıfların mecazen dahi olsa kurtuluşu ile bir derdi olmadığını sınıf partisine yönelik yoğun saldırılarıyla netleştirmiştir. Yoksul köylülerin ve genç proletaryanın desteğini, sınıfın bağımsız siyasetinin engellenmesi ile düşünülmediği takdirde, bunun kitlelerin verdiği sözüm ona demokratik bir tepki olarak anlaşılması oldukça normaldir. Sözün kısası, burjuvazinin ve mevcut toplumsal yapının analizi her daim komünistlerin o dönemdeki mevcut durumunu da bir analiz birimi olarak hesaba katmak durumundadır.

Demokrat Parti’nin ‘ezilenlerin zaferi’ veyahut halk iktidarı vs. olmadığı, bu dönem emekçi sınıfların durumuna bakarak da anlaşılabilir. Demokrat Parti, dönemim bazı ‘sol’ düşünürlerinde de hâkim olan, mekanik, ‘sınıflar daha oluşmadı’ yorumunu kendisine siper ederek işçi hakları konusunda cimri davranmış, sınıfın grev hakkını dahi tanımamış, bu tarz girişimleri vatana ihanet söylemi altında kriminalize etmiş, işçilerin sigorta ücretlerini dahi kendi çıkarlarına yönelik kullanmıştır. DP, her kapitalist iktidar gibi kendini sömürü üzerinden var etmiştir. İşçi ücretleri düşük tutulmuş, çocuk işçilik gibi yaygın uygulamaların önüne geçilmemiştir. Bunlara paralel olarak bu dönem grevlerin ve sendikalı işçilerin sayısı artmıştır. Türkiye kapitalistleşmesinde bu bağlamda 50’li yıllara kadar süren bir olgunun, sınıf düşmanlığının da devamlılığını tespit etmemiz mümkün gözüküyor. Bu döneme kadar, Türkiye toplumunun sınıflara bölünmemiş bir ‘halk’ olduğu üzerinden bu düşmanlık yürütülmüşken, DP döneminde bu söylem nüans değiştirmiş, muhafazakâr biçimler almıştır. Bunlar, kalkınma stratejilerini sınıfın sömürüsü üzerinden kuran kapitalistler için, sömürüyü mistikleştirmek, rıza üretimini sürekli kılmak için elzemdir.  ‘Halk’, yerini dini bütün, kimi içerdiği belli olmayan bir millet söylemine bırakmıştır. Bu kim olduğu belli olmayan ‘millet’ adına kararlar alınmış, bağımsız sınıf siyasetine saldırılmıştır. Bu ikisinin ve bunların devamcısı olacak, evrimleşerek anti-komünizmi de kendisine eklemleyecek söylemlerin ortak noktası sınıf düşmanlığıdır. Bugün de sözüm ona elitliği hedef alarak yapay ikilikler yaratan söylemler kullanılmakta, bu söylemler egemenleri ‘mazlum’ gibi göstererek sömürüyü yeniden üretmektedir. Sınıf ne birine ne de ötekine mahkûmdur, seçim yapma mecburiyeti yoktur.

Bütün bu dinamikler göz önüne alındığında, 27 Mayıs’a giden süreçte, DP iktidarının, hali hazırda komünistler tarafından bilinen ve aşikâr olan yüzü, kendi içinde yaşadığı kopuşlar, ekonomik krizler gibi etmenler sonucu git gide belirginleşmişti. 50’lerin sonunda iktisadi stratejisi iflas etmiş, gün be gün otoriterleşmiş, toplum bazında rıza üretim mekanizmaları sekteye uğramış, komşularıyla ilişkileri bozulmuş bir Türkiye vardı. Bu sıkışmanın olduğu haliyle devam edemeyeceği aşikârdı. Bu paradigma değişimi, sanayi burjuvazisinin ve ithal ikameciliğin hakimiyetinin damga vuracağı bir dönemin kapısını aralıyordu. 27 Mayıs, 60’lar boyunca etkisini sürdürecek bir paradigma değişikliğine işaret ediyordu. Politikaya ordu etkinliği ve vesayeti hâkim oldu. Bu bağlamda, 27 Mayıs darbesini, bahsi geçtiği üzere ne sınıf mücadelesini başlatan bir olay olarak romantize etmeli, ne de liberalizme saparak onu bürokrasinin kitleler üzerinde iktidarı olarak okumalıyız. 27 Mayıs darbesi 50’lerin sonundaki hegemonya bunalımının, sermaye birikim stratejisinin krize girişinin, plansız bir kalkınma modelinin yarattığı çıkmaz sokakların artmasının bir sonucuyduBurjuvazinin iki kanadı arasındaki iktidar mücadelesinin asker müdahalesiyle çözümüydü. Bu olguyu yine komünistlere ve emekçi sınıflara karşı yürütülen mücadele ile birlikte okumak gerekir. Ülkenin gittikçe ısınan atmosferi de bir çözümü dayatıyordu. Sonuç olarak, 27 Mayıs, krize girmiş hâkim sınıfların yaşadığı yöneticilik sorununu kendi içindeki olağanüstü araçları devreye sokarak, toplumsal temsiliyet veya farklı kanallarla aşılamayan krizi yetkiyle aşma girişimidir. Yönetici pozisyonu krize girmiş büyük toprak sahipleri ve tüccar sınıfından oluşan hâkim sınıflar blokunun alternatifi olan kentli aydın ve sanayi burjuvazisinin bu dönemde azınlıkta olduğunu, kendi taleplerini dayatacak bir konumda olmadığını da 27 Mayıs’ın temsil ettiği değerlerle birlikte düşünmek gerekir. Kemalist ve faşist subayların birlikte yaptığı ve burjuvazinin modern kanadının desteklediği 27 Mayıs karakteri bakımından askeri-otoriter, ırkçı, şoven, antikomünist, antikürt bir rejim yarattı. Darbe sonunda halk yığınlarından gelen tepkiyi de göz önüne alan yeni asker-burjuva iktidarı kendisinin de ihtiyacı olduğu liberal bir anayasayla işçi ve emekçi yığınlarına, kâğıt üzerinde olsa da, bazı haklar tanımak zorunda kaldı. Askeri iktidar ilk saldırılarını Kürtlere, Marksist ilerici ve devrimcilere yaptı. 485 Kürt Sivas’ta kampa konuldu. Kürt ve Türk aydınları, Marksistler hapse atıldı. Ama işçi ve emekçiler anayasal haklarını almak için dişe diş bir mücadeleye giriştiler, kurbanlar verdiler.

Bir yanıt yazın