Haber / Yorum / Bildiri

TÜRKİYE İŞÇİ SINIFI TARİHİ (1908-1920)

İKİ noktaya açıklık kazandırarak başlamak gerekli: Birincisi; işçi sınıfının vatanı olmaz, vatan ezilen ve sömürülenler için hapishaneden ibarettir. O nedenle Türkiye kavramını özele indirgeme, mikro ölçekte tartışma ve bugüne taşıma olarak kavramak gerekli. “Bu coğrafyanın işçi sınıfı tarihi” demek belki de daha uygunu. Ayrıca Türkiye kavram, etnik, dini, milliyetçi ve şoven duyguların da barındığı bir alan; faşist/dinci duyguların sürekli kaşınıp, kabartıldığı bir bölge.

İkincisi 1908 sadece bu coğrafya için değil, dünyadaki siyasal/ekonomik bazı gelişmelere, burjuva devrimlerine denk geldiği için başlangıç tarihi olarak seçildi. İttihatçıların darbe ile iktidarı ele geçirdikleri yıl olmasının, yani gelişmekte olan genç Türk burjuvazisinin bir devrimi olmasının yanında; dünya pazarının gelişme gösterdiği, liman ve ticaret şehirlerinde fabrikaların kurulmaya başlandığı, Anadolu’da manifaktürde bir sıçrama yaşandığı dönemin de başlangıcı.

Önemli bir konu da: 1900’lü yılların başlarındaki işçi sınıfının (ve diğer sınıflarla, tüm ezilen ve sömürülenlerin) yapısı, işleyişi, örgütlenişi, sınıfsal konum etkinliği vs. bugün ile karşılaştırılamayacak derecede farklı, ayrı ve değişmiş durumdadır. Bu satırların okuyucusu bu durumu her daim aklında tutmalıdır. O günden günümüze kadar geçen süreçte değişmeyen en önemli etmen; işçi sınıfı hareketi ile, sosyalist hareketin birliğinin sağlanamaması olmuştur.

Marx bitirilmemiş sınıf kavramı üzerine yazısında şunları sorar:

“Bir sınıfı oluşturan şey nedir? Ücretli emekçileri, kapitalistleri toplumsal sınıf haline getiren şey nedir?’’ Sorunun temelinde, üretim araçlarına, kim hâkim, kim kullanıyor ve kim sömürüyor soruları yatmakta. İşçi sınıfı mülkiyet ilişkilerinde, elinde işgücünden başka satacak bir şeyi olmayan proleterdir. Bu anlamıyla da kapitalizm satmak için alan, almak için de satan, kâr amaçlayan bir sistemdir. Kapitalist sistemin temelinde ekonomi yatar. İnsan/toplum ekonomiye tabi kılınmıştır. Toplumun ekonomiyi yönetmesi gerekirken, ekonomi toplumu yönetmektedir. Bunun getirdiği doğal ortamın yok edildiği bir manzarayla karşı karşıyayız. Doğal kaynakların hızla tüketildiği, çevrenin talan edilip, sonra vahşice yok edildiği sistemin adıdır kapitalizm. İnsana ait tüm değerlerin; (erdem, onur, duygu..) alınıp satıldığı, metalaştırıldığı bir dönemdeyiz. Ekonominin hâkim olduğu, her şeyin para ile alınıp satıldığı bu sistemde; toplumun büyük çoğunluğunu oluşturan işçi ve emekçilere tarihsel sorumluluklar düşmektedir. Doğanın, topluma; toplumun da ekonomiye sahip olması gerekirken kapitalizm bunu tersine çevirmiş; ekonomi topluma, toplum da doğaya hâkim olurken; ana belirleyici ekonomi olmuştur. Ekonominin ana belirleyiciliğinde de toplumun büyük çoğunluğunu oluşturan işçi ve emekçilerin baskı altında ezilip sömürüldüğü bir dönemden geçmekteyiz. Kapitalizmin kâr amacıyla işçilere, emekçilere, doğaya saldırdığı günümüzde; mücadele etmek ve mücadeleyi örgütlemek en önemli unsur olmaktadır.

1900’lü yılların sınıf mücadeleleri ile günümüz şartlarının mücadeleleri arasında farklar var. Ama değişmeyen iki şey mevcut: Kapitalizmin durmak bilmez saldırısı, ikincisi de bu saldırıya dur diyecek ana etmenlerin başında işçi sınıfının gelmesi. Günümüz şartlarında sınıf mücadelesi sadece işçi sınıfı ile sınırlı değil, olmamalı da. İşçi sınıfının mücadelede başı çektiği ve tüm kapitalizm karşıtı unsurların bir araya getirildiği, getirilmesi gerektiği bir süreci yaşıyoruz. Mücadelede en önemli rolü üstlenmesi gereken işçi sınıfının 1908’de başlayan mücadelesini ele almaya çalıştık. Geçmişten çıkarılacak dersler, ileriye daha umutla bakmamızı sağlayacaktır.

1-1908 dönemine kısaca bir göz atalım

23 Temmuz 1908’de, 1789 Fransız Devrimi’nin; hürriyet-adalet-kardeşlik sloganları büyük kentleri (İstanbul, Selanik, İzmir) inletirken, Osmanlı aydınları gibi, Osmanlı işçileri de hürriyetin ilanının, hürriyetin kendisini getireceğine inanıyorlardı. Bu tarihle birlikte tarihsel hareketlilik artacak, tabi ki bu hareketliliğe karşı baskı da gelecekti. Abdülhamid’in mutlakçı-baskıcı rejimi ilerlemenin önündeki (üretici güçlerin ve üretim ilişkilerinin) en önemli engellerin başında gelmekteydi. Üretici güçlerin önündeki bu engel iki şekilde yıkılabilirdi: ya toplumsal bir hareketle ya da hükümet darbesi ile. Toplumsal bir hareketle yani tabandan gelen bir basınç ile hükümetin devrildiği, yerine daha ilerici unsurların söz alıp hükümet olduğu dönemler; Osmanlı tarihinde ya yoktur ya da olsa bile çok az sürelidir.

Osmanlı-Türk tarihinde hep görüldüğü gibi, sonuç yine aynıydı: 1908 İttihat-Terakki hükümet darbesi ile. Her darbe gibi bu darbe de, başta göz boyayan içi despotluk ve gericilik kokan bir hareketti. Sonuçta öyle de oldu. II. Meşrutiyetin siyasal akım ve güçleri –gelişmeyi ve hürriyeti- batıda aramak gerektiğini söylüyorlardı. Bu düşünceye göre; Batı emperyalizmi kutsanmış bir şekliyle gelip her şeyi sunacaktı. Bu Osmanlının ve devamı olan Türkiye’nin hiçbir zaman anti-emperyalist olmadığının ve olamayacağının en önemli kanıtlarından biriydi. Osmanlı, haraca dayalı bir sosyal formasyondu. Ekonomik ve sosyal üretimi de basit yeniden üretimdi. Bu dönemin emperyalizmi; işgal eder, yağmalar ve haraca bağlardı. Osmanlı sosyal formasyonunda elde edilen artık ürünün iki temel kaynağı vardı: Birincisi köylüden alınan haraç, ikincisi de fetih adı altında yapılan talan ve yağma ile elde edilen sosyal artık. Osmanlının üretim tarzı mantığında; elde edilen bu iki haraç türü de tek elde, devletin elinde toplanmaktaydı, devlet haraç üzerinden sosyal artığa el koyan yegâne makamdı. O yüzden Osmanlı-Türk geleneğinde, devlet kutsaldır ve olmazsa olmazdır. Bu devlet ile üretici sınıflar arasında aşılmaz kalın duvarlar söz konusudur. Hakimiyet kayıtsız şartsız padişahın ve onun temsil ettiği sınıfındı. Dünde öyleydi bugün de öyle. Değişmeyen bir diğer özellikte, özel mülkiyetin köylüye ait olmamasından dolayı devletin izniyle toprağını ekip biçmesi ve devleti koruyucu olarak görmesidir.

Devletin bu konumu, darbe ile hükümeti ele alan yapının devletin yerine kendisini koymasını, bir şekliyle devletin var olmasını sağlayacaktı. 1908 darbesinin ülke içindeki bahar ayları kısa sürdü. Ekim 1908’de çıkarılan kanunla işçi eylemlerine sınır ve yasaklar kondu. Grevler sert bir biçimde bastırıldı. Lenin’in “zaferin yalnız küçük bir parçası” diye adlandırdığı/ tanımladığı, 1908 darbesi işçi sınıfına büyük bir darbenin, zulmün habercisiydi. Öte yandan 1908-1913 arasını kapsayan 5 yıllık süreçte Osmanlı devletinde, modern düşüncenin, örgütlenmenin, siyasal fikirlerin hızla yayıldığını ilk kitlesel işçi eylemlerinin, mücadele ve örgütlenmelerinin yaygınlaştığını, işçi sınıfının bu topraklarda ilk kez bu kadar etkin bir biçimde tarih sahnesine çıktığını görmekteyiz.

İstanbul Cibali Tütün İşletmeleri’nin işçilerinin başlattıkları ve ücret zammının alınmasıyla sona eren grev, 1908 işçi eylemlerinin en önemlisi ve ilk habercisi olacaktı. Greve katılan işçi sayısı 100 civarındaydı ve bu önemli bir rakamdı. Anadolu- Bağdat demiryolu işçileri, İstanbul- İzmir tramvay şirketi işçileri, Şark Demiryolu Kumpanyası işçileri, Selanik elektrikli tramvay hattı işçileri, Selanik sigara fabrikası işçileri greve giden en önemli yerlerdi. Tramvay, havagazı, tütün, demiryolu iş kollarındaki işçilerin başını çektiği, yabancı sermayeli işletmelerde başlayan bu grevlerin kendiliğinden bir hareket olduğunun altını çizmek gerekmektedir. İttihat ve Terakkinin de işçi sınıfına bakışını göstermesi açısından önemlidir bu grevler ve eylemler. İttihat ve Terakki’nin “Özgürlük anlayışı” işçi ve emekçilerin özgürlüğünü yok etmek üzerine kuruluyken, “milliyetçiliği” de kapitalist sisteme bağlılık sözü vermekteydi. İlk grev dalgasının asker-polis zoruyla sona erdirilmesinin ardından, İttihat ve Terakki gerçek yerini belirleyecekti; hükümetin yanında ve kapitalist sistemin kucağında.

1908 yılının sonuna doğru çıkarılan yasalarla işçi-işveren ilişkilerinde, toplu sözleşme, grev yasakları getirildi. Sendikalaşma yasaklandı. Yasaklara uymayanlara para ve hapis cezaları veriliyordu. Yasanın yürürlüğe girmesiyle, grevler seyrekleşti. İşçi hareketi ve örgütlenmeleri daha ilk adımlarında bastırılacaktı. 1908-1913 yılları arası işçilerin ve sosyalist aydınların örgütlenme adına ilk adımları attıkları yıllardır. Selanik başta olmak üzere, Rumeli kentleri, İstanbul, İzmir şehirleri işçileri ile Bulgar, Rum, Ermeni, Yahudi sosyalist aydınları başı çekiyorlardı. Bu şehirlerde ilk önemli ve etkin sendikaların kurulduğunu görmekteyiz. Bu sendikalarda örgütlü işçi sayısı 150 bin civarındaydı. Bununla birlikte Selanik Sosyalist Federasyonu’nun kurulması bu federasyonun Yahudice, Rumca, Türkçe, Bulgarca yayın çıkarmasıyla, 1912’de yine Selanik’te kurulan Türkiye Sosyalist Federasyonu’nu ilk önemli sosyalist örgütlenmeler olarak sayabiliriz. Bu dönemde kurulan siyasi partiler de vardı: 1910’da kurulan Osmanlı Sosyalist Fırkası önemli bir yere sahiptir. Sosyalist Hilmi’nin kurucusu olduğu bu örgüt; kaba bir sosyalizm anlayışını savunurken, İttihat ve Terakki’ye karşı ciddi bir muhalefet sergiliyordu. Bu çevre ilerleyen süreçte, Paris’te şube açacaktı. Buna rağmen işçi sınıfı ile bağları kopuktu ve bu bağların kuvvetlenmesi adına da önemli girişimlerde bulunulmadı.

1908-1913 arasının diğer önemli özelliği de Müslüman işçiler ile Müslüman olmayan işçiler arasındaki bakış, eylem ve bilinç farkının iyice su yüzüne çıkmış olmasıdır. Müslüman ve Müslüman olmayan işçilerin sınıf bilincinin olgunlaşmadığını, bu nedenle de ilerleme kaydedilmediğini söylemek gerekli. Örgütsüzlüğün etkili olması sonucu, işten çıkarmaların kolaylaştığını, işçilere işveren ve devlet eliyle uygulanan milliyetçi, şoven söylemleri ve bunun getirdiği ayrışmayı belirtmeliyiz.

30 Ekim 1918’de I. Emperyalist paylaşım savaşından mağlup ayrılan Osmanlı, imzaladığı antlaşmalar ile hem kendi sonunu hazırlayacak hem de bir dizi toplumsal olayın fitilini ateşleyecekti. 1917 Ekim Devrimi tüm dünyada yeni bir başlangıcın simgesi olurken, 1918 ile birlikte İttihat ve Terakki kendisini fesih edecek, iktidar bir emperyalist gücü tutanlardan diğer emperyalist gücü savunanlara geçecekti. Bu dönemin yarattığı büyük boşluk ile birlikte birçok siyasi örgütün ortaya çıktığını görüyoruz.

Kurtuluş Savaşı (ki bu gerçek anlamda kurtuluş savaşı değildir) işçi sınıfı örgütlenmesine de yeni bir yön verecekti. 1908-1918 arası dönemde işçi sınıfının örgütlenmesinde Rumeli kentleri başı çekerken, 1919-1923 arası dönemde bu kentlerin devletten kopması sonucu, bağ da kopacaktı. Bu kopuş kendini örgütlenme bazında da gösteriyordu: Bu dönemde Komintern’e bağlı örgüt yapıları ile, gerici yapıların denetiminde kurulan örgütlere rastlıyoruz. Ömürleri uzun olmayan bu yapılar (Sosyal Demokrat Fırkası, Türkiye Sosyalist Fırkası, Türkiye İşçi Sosyalist Fırkası vs.) daha sonra birleşmeler ile yollarına devam edeceklerdi. Mondros Mütarekesi sonrası Dr. Hasan Rıza’nın öncülüğünde kurulan Sosyal Demokrat Fırkası, işçi sınıfı ile organik bağ kuramadan ve çoğunluğu İttihatçılardan oluşan bir yapı olmak üzere, 1922’de dağıldı. Ardından, Türkiye Sosyalist Fırkası, Hüseyin Hilmi hariç değişen bir yapıyla sahneye çıkacaktı. Türkiye İşçi Çiftçi Fırkası o dönemde grevlerin başını çekmiş, daha sonra sendikal bir yapıya bürünerek sahneyi terk etmiştir.

  1. Arka planda neler var?

 1908 darbesinin ardında; ordu mensubu olan cuntacı askerlerin olduğunu belirtmiştik. Darbeyi gerçekleştiren Jön Türkler’in de siyasi perspektifinde; halkın herhangi bir önemi ve değeri yoktu. Amaçları darbe ile iktidarı alıp, yerine geçmekti. Hedefleri gayrımüslim burjuvaziye karşı doğmakta olan Türk müslüman burjuvazisini desteklemekti. 1908’de Abdülhamid aleyhine yapılan gösterilere; memur, küçük esnaf, küçük çiftçi katılsa da başı ordu mensubu askerler çekiyordu. Bu dönemde işçi sınıfının bu gösterilerde var olup, etkin rol oynadığını söyleyemeyiz. Bu ayaklanmalar karşısında 23 Temmuz 1908’de Kanun-i Esasi tekrar yürürlüğe kondu. Kanun-i Esasi’nin işçi ve emekçilere kazanımı olmadığını belirtmek gerekli. Her ne kadar resmî ideolojinin tarih yazımı bize bambaşka şeyleri anlatsa da darbeci İttihat Terakki mantığı günümüzde de devam etmektedir. Cumhuriyet rejimi de esas mantığı ile ittihatçıdır. Asıl amaçları kutsal devleti önce ele geçirip, sonra da sahip olmaktır. İttihatçı mantığın bugün din sosu ile servis edildiğini, değişen bir şey olmadığını söylemek gerekmektedir. İttihatçılar, 1908’de iktidarı ele almalarına rağmen gizli örgüt olarak kalmaya devam ettiler. Aynı mantığı 1922’de Saltanatı ele geçirmesine rağmen 1 yıl sonra Cumhuriyet ilan eden Kemalist anlayışta da görmekteyiz. İttihatçıların, işçi ve emekçilere hiçbir projeleri olmadığı gibi, her türlü eylem ve örgütlenmeyi de; devlete karşı işlenmiş bir suç olarak görüp yasaklıyorlardı. Devletin devamı söz konusu ise, asla İttihatçılar padişaha karşı değillerdi. Olup biteni biçim sorunu olarak görüyor, olayların arka planındaki gerçeklerle uğraşmıyor ya da uğraşmak işlerine gelmiyordu. Tıpkı günümüzde olduğu gibi. İttihatçı yapı, kafası karışık; hem İslamcı, hem Türk, hem Batıcı –içinde çeteleri barındıran- bir oluşumdu. 1908 darbesi ve sonrası aynı zamanda her şeyi değiştirmek adına hiçbir şeyin değişmediği bir süreci anlatıyordu. İttihatçı mantığın Türk milliyetçiliğine yönelik faşist politikaları, işçi ve emekçilerin önünde zamanla büyük engeller oluşturacaktır. İşçi ve emekçilerin yanında Ermenilere, Rumlara, Kürtlere karşı da bir yapı meydana getirmektedir. Bu halklara, en başta Ermenilere karşı uygulanan soykırım, baskı, zulüm, sınır dışı etme, mallarına el koyma, Türkleştirme, kimliksizleştirme… o günden bugüne hız kesmeden devam etmektedir. Bu uygulamalarda hem İttihatçıların hem Kemalistlerin ana politikası Anadolu’yu önce Hıristiyanlardan, sonra Türk olmayan halklardan arındırıp, temizleyip Türklere “vatan” yapmak olmuştur. 1915 Ermeni soykırımı bugün Kürt soykırımı olarak devam etmektedir.

Osmanlı siyaset yapısı dinden devlete doğru değil, devletten dine doğrudur. Yeni siyasi yapı ve onun resmî ideolojisi dini belirler pozisyondadır. O günden bugüne her iktidarın elinde dini söylemler bir silah olarak kalmış ve etkin biçimde kullanılmıştır. Her ne hikmetse iktidara gelenler, dine yakın bir pozisyonda mevzilenmiştir. Osmanlı-Türk siyaset biçim ve anlayışının önemli bir özelliği de, parti-hükümet-devlet ayrımının olmaması, bu ayrımın bir şekliyle engellenmesidir. Toplumun büyük çoğunluğu, iktidara gelen partinin kurduğu hükümeti devletin kendisi sanmakta öyle davranmaktadır. Yeni olduğunu söyleyen tüm devlet yapıları, siyasi örgütler, daima eskiyi üretmeye devam etmektedirler. Bununla beraber, milliyetçiliğinde devlet katında kaldığını ve siyasi manipülasyon aracı olarak kullanıldığını söylemek gerek.

1914’de başlayan I. Emperyalistler arası paylaşım savaşının altında; geç kapitalistleşen Almanya’nın pastadan daha çok pay alma isteği yatıyordu. İttihat- Terakki de paylaşıma ortak olma adına Almanya ile birlikte savaşa katıldı. 1918’de imzalanan Mondros Antlaşması ile, 1922’de imzalanan Lozan Antlaşması’na dek geçen süre, resmi tarih yazıcıları tarafından Millî Mücadele olarak adlandırılacaktı. Resmi tarih ve Resmî ideoloji ile ilgili birkaç madde sıralamak gerekirse, şunlar söylenebilir:

  • Uydurulmuş en üst yapıyı 1923 darbesiyle kurulan Cumhuriyet’te ve onun mantığı içinde kurgulanan üst yapı kurumlarında görmekteyiz. Dışarıdan dayatma, ithal etme yoluyla dayatılmış resmi tarih, resmi toplumu yaratma çabasındandır.
  • Bu dönemin resmi tarih yazıcılığının en önemli özelliklerinden birisi de, görevlendirme yoluyla siyaset adamlarının tarihçi yapılmasıdır. Egemen sınıfın kendi ihtiyaçları doğrultusunda bir tarih versiyonu hazırlanmış ve dayatılmıştır. Bunu da devlet adına sözde aydın, gerçekte devletin memuru kişiler yapmıştır.
  • Günümüzde de devletin resmî ideolojisi ile el ele yürüyen bir tarih tezini, sol Kemalistler de savunmaktadır. Gerici imparatorluk yıkıldı, yerine ilerici bir cumhuriyet kuruldu. İşin ilginci bu grupta yer alanlar bu yıkma/kurma ilişkisini bir devrim olarak görmektedirler.
  • Resmî ideolojinin ve onun anlatıcısı olan resmi tarih tezi; baskıcı, nefes aldırmayacak biçimde genellemeci, belirsiz bir şekilde yaygınlaştırıcı, fırsat kollayıcı bir yapıdadır. Kendini meşrulaştırmak için itaati, bağlılığı, biat etmeyi şart koşar. Resmî ideoloji sınıf ve çıkar çatışmalarını gizler. Sınıfsız, imtiyazsız, sömürüsüz bir toplum yaratma kurgusu, devlet tarafından desteklenmeyi ve üretilmeyi ön gerektirir.

Öte yandan Mustafa Kemal’in İttihat-Terakki örgütünün iknasıyla başa getirildiğini belirtmek gerekir. Mustafa Kemal efsanesinin yaratılması da o döneme denk düşmektedir. Mustafa Kemal önderliğinde yedi düvele karşı savaş ve bu savaştan da galibiyetle çıkıldığı yalanını da bu çerçevede okumak ve yorumlamak gerekmektedir. Mustafa Kemal ve Kurtuluş Savaşı üzerine de birkaç madde yazmak gerekirse şunlar söylenebilir:

  • ‘’Atatürkçülük tam bağımsızlıktır, anti-emperyalisttir, mazlum halkların kurtuluş simgesidir’’ tezi baştan sona sorgulanmalı, içi boş bir uydurmadır. Bağımsızlık, bayrak, milli marş, anayasa değildir, olamaz. Bağımsızlık, siyasi, sosyal, politik, kültürel, ideolojik bir bütünlüktür. Bağımlılığı engellemek adına söylenen; karşılıklı bağımlılık diye bir şey söz konusu olamaz. Tabiiyet ilişkisi söz konusudur.
  • Tam bağımsızlık demek kopuş demektir. Eski rejimden kopmak, eski rejimi reddetmektir. Kurtuluş Savaşı tam bağımsızlığı getirdi ise şunları sormak gerek: Neden Osmanlı borcu 1953’e kadar ödendi? Lozan Antlaşması bir zaferse, neden T.C.nin gümrük vergilerine 1928’e kadar el kondu? Neden 1936’ya kadar T.C.nin Boğazlara girmesi yasaklandı? Neden 1947’de emperyalist kurum olan NATO’ya girildi? Neden emperyalist barış gücü adına Kore’ye asker gönderildi?
  • Atatürkçülüğün anti-emperyalist olduğu söylemi sonradan uydurulmuştur. Madem anti-emperyalistsin o zaman I. Emperyalist Savaşa neden girdin? Daha ilginci; I. Emperyalist Savaş’ta yenemediğin (ki Almanya yanındaydı) ülkeleri, Kurtuluş Savaşı’nda yendim masalıdır.

Son olarak şunu ekleyelim: ne Ulusal sol, ne de İslami kesim anti-emperyalist değildir. Ne sermaye ile, ne kapitalizmle ne de egemen iktidarla bir sorunları yoktur. Alternatif toplum projeleri de yoktur. Onların anti-emperyalistliği yabancı düşmanlığı, daha çok ABD düşmanlığı ile sınırlıdır. Kurtuluş Savaşı olarak adlandırılan dönemde; işçi sınıfı hareketi ve sosyalist mücadelede de canlanmalar olmuştur. 1919’da İzmir’in işgalinde, İstanbul ve Anadolu’da protesto mitingleri düzenlenmiş, işçiler kitlesel katılım göstermişlerdir. 1913’de yasaklanan İşçi Bayramı 1920’de kutlanmaya başlamıştır. Biraz önce bahsettiğimiz gibi, İttihat-Terakkinin gücü hâlâ işçilerin arasında dolaşmaktadır. 1 Mayıs 1920’de Enver Paşa’nın posterleri taşınmıştır. 1920’de kurulan TKP Mustafa Suphi önderliğinde işçi sınıfı içinde önemli bir taban bulmuştur. Kurtuluş Savaşı döneminde SSCB’nin maddi ve manevi yardımı, Anadolu’nun birçok bölgesinde Bolşevizme ve Lenin’e hayranlığı beraberinde getirecekti. Jön Türklerden bu yana yayılan milliyetçi/şoven duygular, sosyalist ve ilerici düşüncelerin karşısına dikiliyordu. Yabancı sermayeli fabrikalarda çalışan işçiler, sınıf düşmanı yabancı patronu değil, ülkeyi işgal etmiş emperyalist ülkelere karşı cephe alıyorlardı. Kabaran bu milliyetçi dönemde, Ocak 1921’de Mustafa Suphi ve yoldaşlarının katli, İttihat ve Terakki’nin devamı olan Kemalistlerin gerçek yüzünü ve safını gösterecekti. İşçi sınıfı içinde örgütlenmeyen sol yapıların, devrimi bir hükümet darbesi olarak gördüğünü, darbeleri bu anlamıyla kutsayıp orduyu solcu ilan ettiklerini belirtmek gerekmektedir.

Bir yanıt yazın