Haber / Yorum / Bildiri

14 Mayıs’ın hikâyesi: Anamın babama isyan ettiği gün

Bir 14 Mayıs Bayar-Menderes’in geldiği, bu 14 Mayıs da Erdoğan’ın gideceği gündür

Cevdet YILMAZ

1940’lı yıllar II. Dünya Savaşı ve sonrası yıllardır. Türkiye’nin dört bir yanı savaş cephesidir. Almanlar kuzeyde ve doğuda, özellikle Stalingrad önlerinde Sovyetlerle, güneyde Afrika-Arap çöllerinde İngilizlerle, batıda Yunanistan’ı işgal etmiş, Komünist Partisi ve Yunan devrimcileri öncülüğünde direnen Yunan halkıyla savaş halindedir. Her an Türkiye’ye girebilir ve kestirmeden Bakû petrollerine ulaşmak isteyebilir.

Biri “Milli Şef” diğeri “Reis” ama farklıdırlar

O zaman Türkiye’de tek parti dönemi var ve tek parti olan CHP de iktidarda. CHP’nin de başında İsmet İnönü var. İsmet İnönü “Milli Şef”dir. O nederse o olur. O dönem içerik olarak tamamen farklı da olsa şeklen bugünkü AKP iktidarı ve onun “Reis”i Recep Tayyip Erdoğan dönemine benzer. Biri “Milli Şef” diğeri “Reis”dir. Onlar ne derse o olur, kimse itiraz edemez. Birinin “Beyaz Tren”i, diğerinin uçakları var.

İkisi de baskıcı, ceberut, faşizan karışımı bir iktidar, bir diktatörlük, tek adam rejimidir. Ama ideolojileri, politikaları tamamen farklı. Biri laik ulusalcı, kendisine “yurtsever” diyen Kurtuluş Savaşı’nı yaşamış güçler tarafından ilahlaştırılmaktadır. İkincisine “bağnaz” müslüman, kendisine islamcı-padişahcı diyen güçler tarafından tapılmaktadır.

İkisi de pahalılıkla, zamlarla, enflasyonla ağır vergilerle milleti inim inim inletmektedir. Millet aç, fakir, yoksul, çaresiz geçim derdindedir. Ama yine de bir farkla. Erdoğan, halktan vergileri kendi “Sarayı”nı ve çevresini beslemek, zengin etmek, Kürtlere karşı bir savaş yürütmek için alır, diğeri ise halkı ve memleketi bir savaştan “korumak” için alır.

II. Dünya Savaşı ve sonrası: Kıtlık, yokluk, herşey karneyle

İsmet İnönü dört bir yanı savaşla kaynayan ülkeyi bir savaşa sokmamak için uğraşır. Bir yandan Churchill’le görüşmeler yapar, el altından Hitler Almanyası ile ilişkiler kurar. Diğer yandan da bir saldırıya, bir savaşa hazır olmak için büyük bir orduyu silah altında tutar. Böylesine silah altında büyük bir ordunun masrafı ağırdır. Tek adam rejiminin başı “Milli “Şef” İnönü ordunun ihtiyaçlarını karşılamak için ağır vergiler, iğneden ipliğe zamlar getirir. Üretilen malların, ürünlerin büyük kısmına savaş hazırlığı olarak el koyar, depolar.

Bu koşullarda ülkede kıtlık başlar. Her şey karneye bağlanır. Devlet kendi memurları için belli bir istihkak ayırmıştır. Düz memur maaşları 20-25 Lira olsa da, memurlar göreceli rahattır, çünkü devlet onlara şeker, un, bez-basma tahsis etmektedir.  Ama halk yokluklar içinde kıvranmaktadır. Hiçbir şey yok. Olanlar da ateş pahası. Açlık, yokluk, sefalet her tarafta almış başını gitmektedir. Halk fakir ve perişan. İnönü ordunun masraflarını karşılamak için sürekli vergileri, zamları arttırır.

Şimdi Erdoğan’ın yaptıkları o zaman İnönü’nün yaptıklarından pek farklı değildir. Tek fark bugün karne ve vesika, istihkak yoktur. Zamlar ve vergiler aynı “iş” için alınıyor: Savaş ve ordu için! O zaman II. Dünya savaşı için, şimdi de Erdoğan Kürtlere karşı savaşı yürütmek için vergi ve zamlar getiriyor. Unutulmasın, Erdoğan ve Bahçeli “Doğu”daki savaşta kullanılan obüslerin topları, uçakların, bombaların ne ile alındığını zannediyorsunuz? Domatese, bibere, patlıcana, patatese konan zamlarla demişti. Tabiî ki Erdoğan, bir de Saray için zamlar koyuyor.

Halkın en önemli üç ihtiyacı: un, şeker ve bez

O zaman halkın Anadolu’da en çok ihtiyaç duyduğu üç beyazdır: şeker, un (ekmek) ve bez (basma)dir. Daha harbin başında ekmek ilk anda 8 kuruştan 16 kuruşa çıkar ve günde adam başı 300 gram olmak üzere vesikaya bağlanır. Şeker ve bez, basma karneyledir. Şekerin kilosu 1941 yılında 10 kuruştan 20 kuruşa, 1942 yılında da 500 kuruşa çıkar. Her şey karaborsadır. Karaborsa fiyatları daha da yüksektir. Köylü kadınlar 2 metre Kayseri bezi, 2 metre Nazilli basması alabilmek için günlerce kuyrukta beklerler.

Kayseri ve Nazilli fabrikaları Sovyet yardımıyla kurulan Cumhuriyetin ilk ve tek fabrikalarıdır. Üretilenler ancak o kadar büyük bir ordunun ihtiyacını karşılar. Halka çok az bir kısmı ayrılır. Bez ve basma yokluğunda kadınlar giysilerin; entarilerin, pantolonların üstüne yama yapa yapa yama vuracak yer bulamaz duruma gelirler. Halk tek adam “Milli Şef” rejiminden, CHP’nin tek parti iktidarından, diktatörlüğünden bıkmıştır. Değişim istemektedir. “CHP gitsin, diktatörlük bitsin” demektedir. Ama nasıl?

Demokrat Parti, Bayar ve Menderes ile çok partili dönem

Sovyet ve Batı ittifakı karşısında II. Dünya Savaşı 1945’te Hitler faşizminin yenilgisiyle bitince dünyada esen demokratikleşme rüzgârından Türkiye’de nasibini almak zorunda kalır. Hızla Sovyetlerden uzaklaşıp ABD’ye, Batı’ya yaklaşır. Tek parti sistemine son verip çok partili döneme geçilir. Bayar ve Menderes CHP’den ayrılıp, Demokrat Parti’ DP’yi kurarlar. Bayar-Menderes varolabilmek için komünistlerle, ilericilerle, Sovyet taraftarlarıyla, özellikle Tan Gazetesi’ni çıkaran Sertellerle bile ittifaklar oluşturur. Gerçi bu ittifak 4 Aralık 1945’de gerici, bağnaz dinci ve faşist bir grubun örgütlendirilip Tan Gazetesi’ne saldırması, basması ve matbayı tahrip etmesiyle sonlanır. O zaman gazeteye saldıran grubun içinde 60’lı yıllardan sonra Türkiye’nin politikasının belirlenmesinde önemli bir rol oynayacak olan Süleyman Demirel de vardır. Bayar ve Menderes CHP’ye karşı gerici güçlerin, yeni harp zenginlerinin, toprak ağalarının, antisovyet amerikancı çevrelerin temsilcisi olarak yollarına devam ederler.

Demokrat Parti 1946 senesinde yapılan ilk çok partili “demokratik” seçime katılır. “Yeter söz milletin” der. “Açık oy gizli sayım (tasnif)”ın uygulandığı bu seçim Türkiye’nin en şaibeli seçimidir. (Normal seçim “gizli oy, açık sayım” ile yapılır). Bu koşullarda CHP oyların %85’ini, DP’de ancak %13’ünü alır. Bu şaibeli yenilgiden sonra DP bundan sonraki seçimleri çok sıkı tutmak ve ona çok iyi hazırlanmak için harekete geçer. Seçim tarihi ise 14 Mayıs 1950’dir. Bu kez DP’nin seçim stratejisi sandıklara sahip çıkmak “gizli oy, açık sayım” ilkesini uygulatmak ve Anadolu’yu karış karış gezmek, halkı dinlemek ve halka artık ülkede yeni bir rüzgârın, demokrasi rüzgârının estiğini anlatmak, halka diktatörlükten kurtuluşun kendileri olduğunu, demokrasi ve Demokrat Parti olduğunu göstermektir.

DP’nin seçim stratejisi: Karış karış Anadoluyu gezmek

İnönü ve etrafını saran “elit” takımı “Beyaz Tren” ile bir kaç Anadolu gezisi yaparlar ve seçimin “çantada keklik” olduğuna inanırlar. Bayar ve Menderes ise trenin olduğu yere trenle, vapurun gittiği yere vapurla, otobüsün, otomobilin gittiği yere otobüs ve otomobille, bunların olmadığı yerlere at ve merkep üstünde giderler, Anadolu’yu adım, adım gezerler. Gördükleri ve yaşadıkları onları şok eder. Halk iktidara karşı öfkeli ve kinlidir. Tek adam “Milli Şef” rejiminin gitmesini, CHP iktidarının değişmesini istemektedir. Halk diktatörlükten bıkmıştır, kıtlıktan, yokluktan, zamlardan, vergilerden bezmiştir. Kıtlığın, yokluğun kalkmasını, ekmek, şeker, bez-basma vesika ve karnesinin, karaborsanın kaldırılmasını, her şeyin bollaşmasını, artık ürettikleri ürünlere, mallara el konmamasını, onları pazarda satıp para etmesini isterler.

Bayar ve Menderes değişim ve demokrasi rüzgârının Anadolu’da nereden estiğini, CHP’ye nereden vurulması gerektiğini, ekonominin, pahalılığın, enflasyonun, kıtlığın yakıcı sorun olduğunu hemen görürler ve halka bol bol refah, bolluk, ucuzluk, para, kalkınma vaadinde bulunurlar. Yakında her köşede milyonerler doğacağını, Türkiye’nin küçük bir Amerika olacağını vurgularlar. Bayar ve Menderes bu vaatleri rahatlıkla verirler, çünkü savaş biteli beş sene olmuş, ordu terhis edilmiş, üretim artmaya, karaborsa kalkmaya başlamıştır. Anadolu’ya daha uluşmamış olsa da ülkede kısmi bir rahatlama vardır. Bir de Kore’ye asker gönderme, NATO’ya girme durumunda ülkeye ABD yardımı ”yağacaktır.” Buna rağmen 10 senelik tek adam rejiminde ve CHP iktidarı altında yaşananlar halkın belleğinde hâlâ durmaktadır

Bayar-Menderes bizim köyde ve anamın dik duruşu

Bayar ve Menderes’in bir at üstünde ziyaret ettikleri köylerden biri de “kuş uçmaz, kervan geçmez” olan bizim köydür. Bizim orada ovanın ortasından bir çay geçer. Çayın sol tarafındaki köylere Bayar, sağ taraftaki köylere de Menderes gider. Bizim köye Bayar gelir. Köyün ortasındaki belende halk toplanır. Gelenlerin çoğu kadındır. Çünkü savaş döneminde tek adam rejiminin uyguladığı sıkı ekonomi politika sonucu olan yokluk ve kıtlığı iliklerine kadar duyan, uygulamalardan en çok dertli olan kadınlardır. Çocuklar aç ve çıplak, onları yedirip, içirip giydirmek büyük bir sorundur. Çoğu yaşını doldurmadan ölmektedir. O zaman kadınlar için bir kutu şeker, 2 metre bez-basma, bir kilo un dünya zenginliği demekti.

Babam koyu CHP’li, Kurtuluş Savaşı taraftarı, Atatürk ve İnönü hayranıdır. İngilizi, Amerikanı olsun, emperyalizme karşıdır. DP’nin ABD ve Batı hayranlığından pek hoşlanmazdı. Babam anamın da Bayar’ın toplantısına gitmesini istemez. Çünkü onlar da yiyicidir. Yapacakları bir şey yoktur. Ama anam babamı dinlemez, gider. Bayar konuşur, ama fazla bir şey anlamaz. Onun derdi pahalılık, yokluk ve kıtlıktır. Bir ara Bayar’ın karşısına dikilir ve der: ‘’Kıtlık içinde, çocuğun biri karnımda, biri sırtımda 7 çocuk büyüttüm. Nasıl büyüttüğümü bir Allah bilir. Çocuk ağzına şekersiz bir şey koymaz, yemez, içmez. Şeker yok, karaborsa. 5 tane şekere 5 lira verdiğim günler oldu. Çocuklar çıplak, biz çıplak, bez, basma yok. Bak üstüme, yama vurulmamış bir yer varmı? Sen bana bunlardan haber ver.’’

Anamdan sonra Bayar sözü alır ve derki: ‘’Şekerin kilosu 50 kuruş, bezin metresi 75 kuruş, ekmeğin kilosu 100 para (2,5 kuruş) olacak. Yapamazsak bizi 4 sene sonra alaşağı edin. Bundan sonra ülkede demokrasi var, Tek adam devri 14 Mayıs’ta bitecektir. Söz milletindir. Oyunuza talibiz. Sizin oylarınız diktatörlüğü yıkacak, demokrasi gelecek, her şey bollaşacak.’’ Bayar da atına biner, komşu köye geçer. Herkes, en başta kadınlar sevinerek evlerine dönerler. Artık yok diye bir şey olmayacaktır. Her şey ucuzlayacak ve bollaşacaktır.

14 Mayıs 1950’de anam babama rağmen oyunu DP’ye verir

Anam eve gelir. Kararlıdır. Babama der ki, “ben oyumu Demokrat Parti’ye vereceğim”. Babam kızar, “katiyen!” der. Anam da “oy benim, istediğime veririm” der. Bunun üzerine babam, ”Seni boşarım, ona göre” der. Anam da “boşarsan boşa, şu senin CHP’enden benim çektiklerimi bir Allah bilir, halkın üstüne bu kadar vergi, zam konmaz, yokluk, kıtlık bindirilmez” der ve babama resti çeker.  

Seçim günü gelir. Seçim 14 Mayıs’tadır, 14 Mayıs 1950. Anam oyunu vermek için sandık başına gelir. Babam sandık başkanıdır. Bu kez oyların kapalı bir yerde, kabinde gizli kullanılıp sandığa atılması ve sandıklardaki oyların da açık sayımı esastır.  Ama anam oy pusulasını alır, okuma, yazması olmadığı için “Demokrat Parti’nin yeri nerde” der ve mühürü alır, Demokrat Parti’nin üstüne basar ve oyunu sandığa atar. Bu sefer “oy da açık, sayım da açık” der ve gider. Ama babam yerin dibine geçer, yüzü iki karış asılır. Sandık kurulu babamın yüzüne bakar, babam ise kimsenin yüzüne bakamaz. Akşam eve gelir. Biz 9 çocuk bir anama bir babama bakarız. Hatırladığımız kadarıyla anamla babam 3 ay birbirleriyle konuşmadılar. Ama ayrılmadılar da. Sevgileri ve 9 çocuğa bağlılıkları ayrılmaktan daha güçlü çıktı.

14 Mayıs 1950 seçimlerini DP kazandı, CHP ezildi

14 Mayıs 1950’de CHP büyük bir yenilgi aldı. Halk 10 sene süren kıtlık ve yokluğun, zamların ve pahalılığın hesabını ondan sordu. CHP oyların %40’ını alıp ancak 69 milletvekili çıkarabildi. DP oyların %55’ini alıp 416 milletvekili çıkardı. 27 yıllık CHP iktidarı ve tek adam rejimi böylece sona ermiş oldu.

14 Mayıs 1950 aynı zamanda gerici, muhafazakâr, islamcı ve faşizan güçlerin DP olarak iktidara geldikleri gündür. Ceberut, laik, Müslümanları ezen elit CHP iktidarı bitmiş, mütedeyyin kesimlerin sesi duyulmaya, toplumda islami anlayışlar etkin olmaya başlamıştır. Erdoğan da bugünkü iktidarının 14 Mayıs 1950’de yaşanan gelişmenin bir sonucu olduğunu sık sık vurgular. Kendisini de Bayar ve Menderes’in mirasçısı olarak göstermeye çalışır.

Neden 14 Mayıs

Bugün seçimlerin öne çekilmesi tartışılırken 14 Mayıs 2023’ün 1950’de olduğu gibi bir Pazar günü olması seçimlerin bu tarihte yapılması ihtimalini güçlendirdi. Çünkü Erdoğan ve gerici, islami güçler 14 Mayıs’ı kendileri için bir zafer günü olarak algılarlar. İslam’ın laik Kemalist anlayış üstündeki zaferi! Onlara göre 14 Mayıs mütedeyyin dindar kesimlerin ceberut CHP iktidarının tek adam ve parti diktatörlüğünden ve baskısından kurtuluşunun günüdür. Erdoğan’a göre halk CHP’yi yendiği ve İslami özgürleşmenin önünü açtığı için 14 Mayıs’da yapılacak bir seçimde CHP’ye oy vermez, tekrar CHP’yi iktidara getirip elde ettiği özgürlükleri ve kazanımları feda etmez. Bu nedenle Erdoğan erken seçim tarihini 14 Mayıs olarak saptamıştır. 14 Mayıs’ın tam da bu sene yine 1950’de olduğu gibi bir Pazar günü olması Erdoğan için Allah’ın bir lütfudur.

Oysa 14 Mayıs 1950’de halkın büyük bir kısmı laikliğe karşı Sünni-Vahabi müslümanlık üstün gelsin, iktidar olsun diye oy vermedi. Tam tersine halk oyunu şimdi Erdoğan’ın kurduğu güçler ayrılığını, hukuku, adaleti hiçe sayan, özgürlükleri rafa kaldıran, tüm iktidarı elinde toplayan, halkın üstüne vergi ve zamları bindiren baskıcı, otoriter tek adam rejimi gibi bir diktatörlük kuran İnönü’ün tek adam “Milli Şef” rejimini yıkmak için kullandı. Halkın o zaman da, şimdi de karşı çıktığı diktatörlüktür, tek adam rejimidir, keyfi yönetimidir, bu yönetimlerin yarattığı açlık, yokluk ve sefalettir.

Nasıl halk 14 Mayıs 1950’de İnönü’ün tek adam rejimini yıktıysa şimdi de 14 Mayıs 2023’de Erdoğan’ın tek adam rejimini yıkacak, demokrasi ve özgürlüklerin yolunu açacaktır. Böylece Erdoğan’ın gericilik adına yaptığı 14 Mayıs yorumlarının da önüne geçmiş olacaktır. Eğer seçimi muhalefet kazanırsa 1950’deki gibi 2023’deki bu 14 Mayıs da diktatörlükten demokrasiye geçiş günü olacaktır. O zaman işçi sınıfı ve demokrasi güçleri zayıf olduğu için diktatörlükten demokrasiye geçiş güdük kaldı, gerici, dinci ve faşizan bir yönde gelişti. Şimdi işçi sınıfı ve devrimci demokrasi güçleri daha gelişkindir. Bu kez diktatörlükten demokrasiye geçişin özgürlükleri derinleştirerek gerçekleştirilmesi komünistlerin ve devrimci güçlerin önünde duran en önemli görevdir. Bu da yığınlar içinde örgütlenmeyi ve yığınların demokrasi ve özgürlükler için harekete geçirilmesini gerektirir. Burada 1950’de olduğu gibi en başta kadınların ve şimdi de yaşandığı gibi gençlerin, akademisyenlerin, çevre ve iklim aktivistlerinin, depremzedelerin ve diğer STK’ların tepkilerini, işçi sınıfının mücadelesiyle yoğurarak verilmelidir. Emekçi halkın aş, iş, ekmek ve refah için mücadelesini demokrasi ve özgürlükler için mücadeyle bağlayarak yol alınmalıdır.

Anam hep değişim taraftarı kaldı

Anamın DP’liliği uzun sürmedi. Komşumuzun kara yağız, genç delikanlı, baba yiğit oğlunun Kore’den ölüm haberi gelince tüm köylüler gibi anam da yıkıldı. Sonra Marşall yardımı diye savaş artığı, kokmuş Amerikan süt tozları ve Küçük Amerika olacağız diye ülkenin NATO ve ABD üsleriyle doldurulmaya başlanması anamın DP ile ilişkilerinin kopmasına neden oldu. Artık O, DP’nin de gitmesini, yerine savaş değil barışı, halkın refahını, ülkenin kalkınmasını esas alan bir değişimi tasavvur ediyordu.

Anam 60’lı yıllarda Deniz Gezmiş, Mahir Çayanlardan yana oldu. Bu gençlerin idam ve katledilmesiyle ordudan da umudunu kesti. 70’li yıllarda Ecevit’i tuttu, onu “Karaoğlan” diye sevdi. Ama o da aklından geçen değişimi gerçekleştiremedi. Ondan da umudu kesti. 80’li yıllarda acaba Özal’mı dedi. Özal’ın kurduğu alt yapı, özellikle telefon şebekesi, telefonu kaldırıp çocuklarının sesini duyması onu mest etti. Ama Özal’ın köşe dönme politikası onu hayal kırıklığına uğrattı. Rüşvet, suiistimal, vurgun anamın defterinde yazmıyordu. Onun defterinde alın teri, göz nuruyla ekmeğini kazanmak yazıyordu. Anam tasavvur ettiği değişimi görmeden bu dünyaya veda etti. Onun düşündüğü muhakkak gerçek demokratik, sosyalist bir rejimdi. Bu da biz çocuklarına onun vasiyeti olsun. Ama anam bugün yaşıyor olsaydı değişimden yana olurdu. Erdoğan diktatörlüğüne, onun Saray, savaş ve zam politikasına karşı çıkar, hak, hukuk, adalet ve demokrasiden yana olurdu. Babamla birlikte sandığa giderler, cumhurbaşkanlığı için oylarını ikisi de Kılıçdaroğlu’na verir, ama babam parti olarak oyunu hiç ayrılmadığı CHP’ye, anam ise yepyeni bir değişimin adı olan HDP’ye verirdi. Ama yine de Kılıçdaroğlu’na bir tavsiyede bulunurdu. 1950’lerde Bayar ve Menderes’in yaptığı gibi Anadolu’yu karış karış, adım adım gezmelisin, halkın dertlerini dinlemelisin, gerçekçi vaadlerde bulunmalısın, halkı değişime inandırmalısın, değişim umudu yaratmalısın derdi. Zira seçim ancak böyle kazanılır.   

Bir yanıt yazın