Haber / Yorum / Bildiri

12 Eylül: Türkiye’nin önemli bir kırılma noktası – II

Tufan YILMAZ

GEÇEN yazımızda 12 Eylül darbesiyle Türkiye’nin yaşadığı önemli bir kırılma noktasının ekonomik alanda yaşandığını ve ithal ikameli planlı kalkınma projelerine ve denemelerine son verilip, batının neoliberal ekonomisine entegre olmuş bir serbest piyasa ekonomisine geçilme kararının alındığını belirtmiştik. Bu yazımızda da 12 Eylül darbesiyle sosyal ve kültürel alanda yaşanan kırılmalara değineceğiz.

12 Eylül ve Türkiye’de sosyal-kültürel kırılmalar

12 Eylül darbesiyle sosyal ve kültürel alanda gerçekleştirilmeye çalışılan kırılmaları anlayabilmek için biraz gerilere gidip Türklerin tarihindeki önemli sosyal ve kültürel dönüm ve kırılma noktalarına bir bakmak gerekiyor. Bu kırılmaların politik yanını gelecek yazımızda ele alacağız.

Şüphesiz her halkın tarihinde olduğu gibi Türklerin tarihinde de onların sosyal yapılarını, yaşam biçimlerini kökten etkileyen ve değiştiren birçok önemli kırılma noktaları vardır. Türklerin tarihinde bizce diğer kırılmaların yanı sıra dört büyük önemli kırılma noktası bulunmaktadır: Bunlardan birincisi 10. Yüzyılda Türklerin İslamiyeti kabul edişleridir. İkincisi Yavuz Sultan Selim’in halifeliği Mısır’dan alıp Osmanlı’ya getirmesidir. Üçüncüsü Osmanlı’da Tanzimat’la birlikte Batı’ya yöneliştir. Dördüncüsü de Kurtuluş Savaşı yıllarında Mustafa Suphilerin katledilmesidir. Bu dört olayın muhtevası öylesine sıkı sıkıya birbirine bağlıdır ki, bunlar yalnız 12 Eylül’de yaratılan kırılmaları değil, günümüzde Erdoğan’ın yaratmaya çalıştığı yeni sosyal ve kültürel yapıyı anlamak için de önemlidir.

Birinci kırılma: Türklerin İslamiyeti kabul etmeleri

Türklerin İslam dinini kabul etmeleri 200 yıl sürmüştür. Maddi ve insani ganimet peşinde koşan Arapların Doğuya, Orta Asya’ya yönelmeleri Halife Ömer ve Osman döneminde başlamış, Emeviler ve Abbasiler döneminde devam etmiş, Orta Asya’nın fethi 751 Talas savaşına kadar sürmüştür. Buhara, Semerkant, Kaşkar, Baykent gibi Türklerin yoğun oturdukları şehirler yağmalanmış, birçok Türk kılıçtan geçirilmiş, kurtulabilenler bozkıra, dağlara kaçmış, yakalanan genç kızlar ve erkekler esir alınıp, boyunlarına ip geçirilip Bağdat’a, Şam’a götürülmüş, oralarda esir pazarlarında satılmışlardır. 21. Yüzyılda İŞİD’in Ezidilere yaptığını 8. ve 9. Yüzyıllarda Araplar Türklere İslam adına yapmışlardır. Arapların bu zulüm, işkence ve yağmaları karşısında Türkler asla Müslümanlığı kabul etmemişlerdir. Çinlilere karşı Araplarla birlikte verilen Talas savaşından sonra da, bir çoklarının iddia ettiği gibi Türkler “gönüllü” olarak Müslümanlığı kabul etmemişlerdir, Müslüman olmamak için direnmişlerdir. Zulüm ve işkence karşısında bazen canlarını kurtarmak için Müslüman olduklarını beyan etseler de, bu dönemde içten, gönülden hiçbir zaman Müslüman olmamışlardır.

Türklerin Müslümanlığı kabul etmeleri esas olarak 10. Yüzyılda Oğuz Türklerinin Müslümanlığı kendi yeni dinleri olarak seçmesiyle başlamıştır. 920 yılında bu bölgede dolaşan Arap gezgini İbn Fadlan Oğuz Türklerinin Şaman olduklarını söyler. 40 yıl sonra 960 senesinde yine bu bölgeleri ziyaret eden Arap gezgini İbn-ül Esir 200 bin yurtluk, çadırlık Müslüman olan Oğuz boylarına rastladığını yazar. Kısa zamanda görülen bu büyük kültürel değişiklik ancak Oğuz Türklerinin sosyal ve politik yapılarında yaşadıkları dönüşümlerle izah edilebilir.

Ve 9. Yüzyıllarda Türk oba, kabile ve boylarında önemli bir mülkiyet değişikliği yaşandı. Halkın elindeki koyun ve hayvanlarını otlattıkları otlak ve yaylaklar koyun ve hayvan sürüleriyle birlikte oba, kabile ve boy asilzadelerinin (aristokratlarının) elinde toplanmaya başladı. İmece ile birbirine yardımcı olan, bir nevi kolektif, ilkel komünal toplumu yaşayan halk otlaklarının elden gitmesiyle beylerin, asilzadelerin yanında çalışmak, sömürülmek zorunda kaldılar. Halk kurultaylarında kağan seçiminde halkın değil beylerin sözü geçer oldu. Bu şekilde ataerkil, bozkır yaşamına uygun bir aristokrat feodal yapı ortaya çıktı. Bu feodal yapı toprak mülkiyetinden çok hayvan sürüsüne ve işgücüne sahip olmaya dayanıyordu. Beylerin koyun sayıları 100 binlik koyun sürüleriyle ölçülüyordu. Böylece kolektif ekonomi yerine ailesel bireysel ekonomi yerleşiyordu.

Oğuz obalarında, kabilelerinde bu dönüşüm 10. Yüzyılda yaşanmaya başlandı. Oba ekonomisi ortak otlakların kolektif kullanımına dayanıyordu. Birleşip büyüyen Obalar savaşlarla, talan ve yağmalarla genişlemeye, yayılmaya başladılar. Bu savaşlar oba üyeleri arasında ekonomik ve sosyal farklılıklar oluşturdu. Askeri önderler zenginleşmeye, aristokratlaşmaya, feodal bir yapı oluşturmaya başladılar. Var olan askersel demokrasi feodal sınıf egemenliğine dönüştü.

O zaman Oğuzların efsanevi başı olan Oğuz Han bu yeni oluşan feodal sınıfsal egemenliğin halkın dini olan tabiat güçlerine, devlere dayanan Şamanizmle tahkim edilemeyeceğini, Şamanizmin yeni koşullarda yeterli olmadığını gördü ve yeni oluşan feodal sınıfsal egemenliğe uygun yeni bir din arayışına girdi. Tek Allah ve meleklerle, cennet ve cehennemle dolu, süslü bir gökyüzüne sahip olan İslam dininin Şamanizmden daha etkili olduğunu, İslamdaki cihad anlayışının kendi savaş ve yayılma anlayışına uygun düştüğünü saptadı ve yeni feodal toplumunun dini olarak İslamı seçti. Aynı dönemde İslam çoktan İran’da ve diğer Orta Asya ülkelerinde de feodalitenin dini olmuştu.

Oğuz’un Şamanizmi terk edip toplumunun dini olarak İslam dinini seçmesine babası, oba ve oymakların önde gelenleri karşı çıktılar ve Oğuz’u taraftarları ile birlikte öldürme kararı verdiler. Çıkan savaşta Oğuz galip geldi, babasını ve taraftarlarını yok etti. Oğuz bu zaferi Allah’ın bir zaferi ve İslam dininin de kendi halkının dini olduğunu ilan etti. Bundan böyle Oğuz oba ve boyları Müslümanlığı kabul etmeye başladılar. Bu Türklerin yaşamında önemli bir dönüm noktası, kırılma oldu.

Oğuzlar İslam dinini kabul ettiler ama bu İslam kendine özgü bazı karakteristik yanlar taşıyordu. Birincisi yerleşik şehirliler dini olan İslam’ın göçebe yaşamına aktarılması, uygulanması zordu. Müslümanlığı kabul eden Oğuz obaları, Türkler kendi dinleri olan Şamanizm’in tanrılarını, örf ve adetlerini İslam dinine getirdiler ve İslam inancıyla yoğurdular. Sufizm, tasavvuf ve dervişlik bu dönemde yaygınlaştı ve dervişleri kendi ata ve baba özellikleriyle donattılar. Arap İslam’ından farkları olan bir başka İslam doğmaya başladı.

İkincisi Türkler İslam’ı kabul ederken o dönem Orta Asya’da yaygın olan Hanefilik mezhebini kabul etmeleridir. İmam-ı Azam Ebu Hanefi Efendi İslam dininde aklı öne çıkaran, “akil mi, nakil mi” sorusuna Selefistler nakil derken, o akıl diyen, Kuran ayetlerinin, Peygamberin sünnet ve hadislerinin her çağa göre yorumlanması gerektiğini savunan bir İslam ilim adamı idi. Böylece Türkler daha başından Kuran’ı aynen uygulayan, nakleden bir anlayışla değil, aklını kullanan ve akla uygun hareket eden bir anlayışa sahip olmuşlardır.

Üçüncüsü Türklerin Sufilikle Ortodoks-İslam Selefiliği birleştirmeye, uyumlaştırmaya çalışan Gazali’den çok bilimi ve felsefeyi savunan İbn-i Sina (Avicenna), Al-Farabi, İbn-i Rüşd (Averroes) gibi İslam bilim adamlarının yanında yer almalarıdır. 10. ve 11. Yüzyıllarda, hatta 12. Yüzyılın ilk yarılarında İslam Orta Asya’dan Anadolu’ya kadar akıl ve bilime dayalı bir “rönesans” yaşamıştır. Bilimde, tıpta, astronomide, felsefede büyük ilerlemeler kaydetmiştir. Yaradılışın özünün madde olduğu fikrine varmışlardır. O zaman bu gelişmeyi iktidarları için büyük tehlike gören egemenler bu gelişmenin önünü kestiler. Bunun teorik öncülüğünü yapan, felsefeye, bilime karşı çıkarak, filozofları kâfir sayıp onların idamını isteyen Gazali olmuştur. 15. ve 16. Yüzyılda Avrupa’daki Rönesans bu İslam Rönesans’ının bilim ve felsefesinin üstünde yükselmiştir.

Dördüncüsü Moğolların Orta Asya’da yayılmaya başlaması sonucu Batıya akın eden Oğuz-Türkmen boylarının Anadolu’ya yerleşmeye başladıklarında akla, bilime, Hanefiliğe dayalı bir kültür ve anlayışa, yaşam biçimine sahip olmalarıdır. Daha sonra Orta Asya’da gelişen İslam’ı Türklerin yaşam tarzıyla uyumlaştırmaya çalışan Sufi Ahmet Yesevi’nin etkisiyle Anadolu’da Türkler arasında Ahilik, Bektaşilik ve Alevilik yayılmaya başlamıştır. Yavuz’a kadar Osmanlılarda yaşam ve yönetim anlayışında Yesevilik-Bektaşilik önemli rol oynamıştır. Devşirme yeniçeriler Anadolu’daki bu Bektaşi ocaklarında yetiştirilmiştir. Zamanla İslam-Hindu anlayışının karışımı olan Nakşibendilik de Anadolu’ya gelmeye başlamıştır. 12. Yüzyıldan sonra günümüze kadar akla ve bilime dayalı İslam’ın merkezi Anadolu olmuştur. Bugün dünyada birbirine zıt iki Sünni İslam vardır. Biri akla ve bilime dayalı Anadolu İslam’ı, ikincisi Kuran’ın nakline dayalı Selefist-Vahabi Arabistan İslam’ıdır. Bugün Erdoğan’ın hedefi Anadolu İslam’ı yerine Arabistan İslam’ını ikame etmektir. Türkler İslam’ı kabul ederken yaşadıkları Arap dayatmalarını bugün de Erdoğan’ın dayatmalarıyla yaşamaktadırlar.

İkinci kırılma: Yavuz Sultan Selim’in halifeliği kabulü

Hızla büyüyen Osmanlılar 1512 yılında Yavuz Sultan Selim tahta çıktığında batıda Papa ve Hristiyan alemiyle, doğuda İran’da Savefiler ve güneyde Suriye ve Mısır’da Memluklularla karşı karşıya bulunuyordu. Yavuz önce doğuya ve güneye yöneldi. Doğuda Şii olan İran Savefiler’in Anadolu’daki Alevi-Bektaşi-Hanefi olan Türk beylikleri üzerinde belli bir etkinliği vardı. Bu ise Anadolu’da Osmanlı egemenliği için bir tehdit oluşturuyordu. Yavuz’a göre Osmanlının kendisini Şii olan Savefilerden, Şah İsmail’den ayırması gerekiyordu. Güneydeki Memluklular ise Abbasilerden kalan halifeliği sürdürüyorlardı. Osmanlının yine halifeliği Memluklulardan alıp tüm Sünni İslam’ın temsilcisi olarak papalığın, Katolik Hristiyanlığın karşısına dikilmesi gerekiyordu. Böylece Osmanlıya Avrupa ile Asya arasında büyük bir güç olarak bir çeki-düzen verilmiş olacaktı. Bu ise Osmanlının artık şimdiye kadar yaşam biçimi olan Hanefi-Alevi-Bektaşilikten kopup Kuran ayetlerinin naklini esas alan Selefist Arabistan İslam yaşam biçimine geçmesi anlamına geliyordu. Türkler yaşamlarında yeni bir kırılma ve dönüm noktası yaşıyorlardı. Yalnız Türkler değil, Alevi Kürtler de bu koşullarda bir kırılma yaşıyorlardı. Şehirler Selefiliği kabul ederken Anadolu Alevilik ve Hanefilikte direniyordu.

Yavuz önce Savefilerin üstüne yürüdü. Şah İsmail’e sempati duyan Hanefi-Alevi-Bektaşi Türkmenlerini kılıçtan geçirdi. Tarihçiler kılıçtan geçirilen, katledilen Türkmen sayısının 100 binleri bulduğunu yazarlar. Yavuz’un, daha sonra Kanuni’nin kırımlarından kaçan Türkmenler bugünlere kadar gelen “açılın kapılar şaha gidelim” diye Ttürküler yaktılar. Savefilerden sonra Yavuz güneye Memlukların üstüne yöneldi. 1516 yılında Memlukluları yenip Halep’teki Emevi Camiinde hutbe okutup halifelik unvanını aldı ve “kutsal emanetleri” İstanbul’a getirdi. Bundan böyle Osmanlı sultanları İslam’ın kutsal yerleri olan Mekke ve Medine’nin “Hâdim-ul Haremeyn“i, “hizmetkârı”, koruyucusu oldular. 15. ve 16. Yüzyıllarda Avrupa Rönesans’ı, aydınlanmayı, dini akide ve kuralları yıkıp aklı, bilimi, kapitalist gelişmeyi öne çıkarırken, Osmanlı aklı ve bilimi terk edip karanlığa, bağnazlığa ve yobazlığa gark oluyordu. Bu ise Avrupa karşısında ekonomik ve toplumsal olarak gerilemek, çarpık feodal yapıyı halifelikle korumak demekti. Osmanlı toprak ve ahali olarak büyüyordu, ama ekonomik ve toplumsal olarak bilimde ve teknikte ise gelişemiyordu. Aynen bugün olduğu gibi: Erdoğan döneminde Türkiye ahali ve ekonomik açıdan sayısal olarak büyümekte, ama niteliksel olarak bilim ve teknolojide, düşünsel alanda toplum, bırakalım gelişmeyi, sürekli bir faşist ve Selefist bir diktatörlük altında gerilemekte, bağnazlaşmaktadır. Ayrıca Erdoğan Suriye savaşında Şam’ı alıp Emevi Camiinde namaz kılacağım derken Yavuz’u örnek alıyordu.

Yavuz’un halifeliği ile simgelenen Osmanlı toplumundaki bu kırılma Kanuni Sultan Süleyman döneminde de devam etti ve kurallara döküldü.  Bu kurallar Kanuni’nin Şeyhülislamı Ebu Suud Efendinin fetvalarıyla yasalara büründü. Ebu Suud Efendi Kanuni’nin bütün barbarlıklarını fetvalarıyla kutsadı, Hanefi mezhebine Şeriatı getirdi ve uygulamasının yasallıklarını koydu. Alevileri, Şiileri, Ezidileri, Kızılbaşları dinsiz-Allahsız, kâfir olarak ilan etti ve onların katledilmelerini meşrulaştırdı. Kanuni’nin isteğiyle Kızılbaş ve Aleviler hakkında çıkardığı fetvada şöyle der: “Bu tür topluluklar hem Allahsız kâfir, hem dinsiz, hem de kötüdürler. Bu iki nedenle onları öldürmek dini yükümlülüktür… Kim bu gruplara karşı savaşta ölür, o Allah yolunda şehit olmuştur. Bu grubun, Alevilerin öldürülmesi diğer kâfirlerin öldürülmesinden daha önemlidir.” Ebu Suud bununla da kalmadı, Yunus Emre ve Şeyh Bedrettin’i de kâfir ilan etti ve Bedrettin’in taraftarlarının öldürülmesini emretti. Kanuni’nin “meşhur” kanunları Ebu Suud Efendinin bu gerici, şeriatçı, cihatçı kurallarıdır.

Alevilere, Kızılbaşlara karşı girişilen bu sürek avı karşısında bir çok Türkmen oba ve kabileleri dağlara sığındılar, kendi içlerine kapandılar, kendine yeter bir subsistens üretim biçimi uyguladılar, yüzyıllarca katledilme korkusu içinde yaşadılar. Tüm baskılara rağmen Anadolu’da Alevi-Hanefi kültürünü yaşattılar. Kendine yeter subsistens üretim biçimini 1950 yıllarına kadar Anadolu’daki egemen üretim biçimi olmuştur. Cumhuriyetle gelen laiklikle birlikte dinin kişinin özel yaşam alanı ilan edilmesinden sonra üstlerindeki baskı biraz kalktı, ama bitmedi. Bu baskı bugün Erdoğan tarafından Alevilerin değişik yöntemlerle sünnileştirilme çabasıyla devam etmektedir. Üçüncü Boğaz köprüsünün ismi boşuna Yavuz Sultan Selim Köprüsü konmamıştır. Tarihte Alevi katliamları yalnız Türkmenlerle sınırlı kalmamış Alevi Kürtler de aynı şekilde katledilmişlerdir. Bugün onlar PKK’yı destekliyor diye ikili, çoklu bir baskı altındadırlar.  

Ebu Suud Efendi yalnız Alevilerin öldürülmesi üzerine fetvalar vermekle kalmadı, o toplumda yobazlığın, Selefiliğin temellerini de attı. Osmanlı döneminin üniversiteleri olan medreselerinde akli düşünceyi kaldırıp “nakli” getirmiştir. Medreselerde akli ilimleri felsefeyi, müspet ilimleri hendeseyi, matematiği, fiziği kaldırtıp, yerine Kuran ayetlerini nakleden bir “öğretiyi” koymuştur. “Gazali mi, İbn-i Rüşd mü” tartışmasında Gazali deyip Osmanlı’da “düşünce özgürlüğünün”, bilimin önüne bir set çekmiştir. Avrupa’da üniversiteler bilim ve özgür düşüncenin yuvası, yeni toplum burjuva düzenin, kapitalist gelişmesinin önünü açarken, Osmanlı’da medreseler yobazlığın yuvası, padişah, feodal düzenin koruyucuları olmuşlardır. Ebu Suud Efendinin fetvaları, kuralları Osmanlıyı 300 yıllık bir toplumsal geriliğin içine gark etmiştir.

Üçüncü kırılma: Tanzimat Fermanı

Osmanlı Avrupa karşısında geri kaldığını anladığı zaman aradan hemen hemen 300 yıl geçmişti. 1789 Fransız Devrimi ile Avrupa’da burjuvazi kesin egemenliğini sağlamış, toplum yaşamında kilise gerilemiş, akıl ve mantık üstün gelmiş, kapitalizm, bilim ve teknik hızla gelişmeye başlamıştı. Burjuva egemenliği ile birlikte doğan milliyetçilik Avrupa’yı sarmış, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Hristiyan halklar arasında da yayılmaya başlamıştı. Avrupa hızla kalkınırken Osmanlı toplumun her alanında, ekonomide, askeriyede, mülkiyede, sosyal ve kültürel alanda hızla geriliyordu. Avrupa’daki gelişmeyi herhangi bir şekilde yakalama zorunluğu ortaya çıkmıştı. Batıya yönelmek, Batılılaşmak, batı normlarını, düşünce ve yaşam biçimlerini almak, askeri ve idari işleri Avrupalılar gibi düzenlemek, reformlar yapmak gerekiyordu. Aksi takdirde Osmanlı devletini kurtarmak ve korumak imkânsız görülüyordu.

Bu zorunluk karşısında daha Padişah II. Mahmut döneminde başlayan ve Abdülmecid döneminde devam eden reform girişimleri 1839 senesinde ilan edilen Tanzimat Fermanı ile toplumun her kesiminde geçerli olmak üzere resmiyet kazanmıştır. Yayınlanan fermanda Osmanlının yönetim, hukuk, eğitim, askeri ve mali alanda yapılacak reformlarla vatandaşlık ve mülkiyet hakkı, hukukun üstünlüğü kabul edilmiş, padişahın yetkileri sınırlanarak ilerde gelecek anayasal meşrutiyetin temelleri atılmıştır. Tanzimat Fermanı Osmanlı ve Cumhuriyet tarihinde Batılılaşmanın ilk adımı, Osmanlı ve Türk yaşam ve düşünce alanında köklü ve kalıcı değişimlerin başlangıcı olarak görülür. Bu nedenle Tanzimat Fermanı bir dönüm, bir kırılma noktası ifade eder.

Bu kırılmanın geniş toplum kesimleri, özellikle de İslami kesimi tarafından kabul edildiğini söylemek ise zordur. Başta ulema “sınıfı” olmak üzere hacı-hoca-kadı gibi mutaassıp Müslüman gruplar şiddetle karşı çıktılar, çünkü bunların elinden egemenlik alanları, ayrıcalıkları gidiyordu. Batılılaşmayı, frenkleşmeyi, gavurlaşma olarak niteliyorlar, İslami kültür ve yaşam biçiminin kaybolacağını, toplumun ahlakının bozulacağını ileri sürüyorlardı. Batının tekniği alınmalı ama kültürü alınmamalıydı. Batı kültürü İslam kültür ve anlayışına yabancıydı. O zaman başlayan bu tartışma günümüze kadar gelmiştir ve Erdoğan’ın AKP iktidarıyla birlikte yeni bir ivme kazanmıştır. Batılılaşma mı, İslamlaşma mı? Bu hâlâ günümüzde çözüm bekleyen sorunlardan biridir. Osmanlı’da da Cumhuriyet’te de paşa, aydın, bürokrat, elit kesimler Batılılaşmayı, günümüzde Kemalist laik kesimler Batı kültür ve yaşam biçimini, değerlerini savunurken AKP gibi İslami ve sağ partiler, büyük bir Müslüman kesim bunlara karşı çıkmakta, İslami değerler adı altında gerici, klerikal, bağnaz orta çağ değerlerini savunmaktadırlar. Bunun karşıtı bir aydınlanma hareketi ise başlatılamamaktadır. Üstten gelen Kemalist aydınlanma hareketi ise buna bir cevap değildir.

Tanzimat’la gelen Batılılaşmanın toplumda geniş bir karşılık bulamamasının nedeni toplumun kendi yapısıyla ilgilidir. Batı değerleri dediğimiz Avrupa’ya kapitalist gelişme, burjuva egemenliğiyle gelen, akla dayalı demokrasi, insan hak ve özgürlükleridir. Hâlâ kapitalist ilişkilerin, burjuvazinin gelişmediği, feodal yapıların güçlü olduğu XIX. Yüzyıl Osmanlı’sında ve Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde üstten dayatılan bu Batı değerleri gerçekten de topluma yabancıydı. Bu değerlerin kabulü toplumda kapitalist ilişkilerin gelişmesiyle birlikte artar. Bu demek değildir ki, üstten yapılan bu batılı reformlar toplumun modernleşmesine, gelişmesine katkı yapmamıştır. Tersine bu reformlarla Türkiye bugün ileriye doğru yol alabilmektedir. Ama akseptans sorunlarının da nerelerden kaynakladığını bilmek gerekmektedir. Elit çevrelerin yanı sıra toplumda Batı değerlerinin kabul gördüğü kesimler Anadolu’daki aklın ve bilimin üstünlüğünü savunan Hanefi ve Alevi kesimlerdir.

Dördüncü kırılma: Suphilerin katledilmesi

Tanzimat’la başlayan Batılılaşma Osmanlı devletini kurtarmaya yetmedi. Bu dönemde ortaya çıkan ne Yeni-Osmanlıcılık, ne Panislamizm ne de Pantürkizm görüşleri devleti kurtarmak için çare olmadı. XX. Yüzyılın başında Türklere Anadolu’nun vatan yapılması için önce Ermenilere soykırım uygulandı. Sıra Rumlara ve diğer Hristiyan halklara, daha sonra Türk olmayan Müslüman halklara gelmeden Almanlarla birlikte girişilen I. Dünya Savaşı kaybedildi. Savaş sonrası Türklere vatan olacak bir toprak da kalmamıştı. Ne yapmalıydı? Batılı emperyalist devletlerle birlikte bir kurtuluş yolu yoktu. Tek kurtuluş yolu kuzeyde Sovyetlerle birlikte hareket etmekti. Bu ise Mustafa Kemal’in Mustafa Suphi ile birlikte “özgür halkların özgür birliği” temelinde federatif bir demokratik şuralar cumhuriyeti kurmayı gerektiriyordu. Böylesi bir cumhuriyette ülke emperyalizme bağımlılıktan kurtulacak, Sovyetlerin de yardımıyla kısa zamanda planlı bir kalkınmayla sanayileşecek, toplum akıl, bilim ve özgür düşünceye dayalı bir gelişme içine girecekti. Kapitalist sömürü, emperyalist sömürgeciliğin zulüm, baskı, talan ve yağmaya dayalı sözde demokrasi, insan hak ve özgürlükleri gibi değerleri yerine dayanışma, karşılıklı yardımlaşma, kolektivizm, insana sevgi, emeğine saygı temelinde işçi ve emekçi halk şuralar demokrasisi ve gerçek insan hak ve özgürlükleri egemen olacaktı. Böylesi bir kalkınma ve gelişme aklı ve bilimi önde tutan Anadolu halklarının görüş ve yaşamlarıyla da örtüşüyordu. Bu yol Türkiye’nin gerçek kurtuluşu ve tarihinde büyük gerçek bir kırılma olacaktı. Bugün karşı karşıya kaldığı ekonomik kalkınma, Selefist İslam bağnazlığı sorunu, Kürt sorunu gibi sorunlar çoktan çözülmüş olacaktı.

Maalesef bu proje Mustafa Kemal’in ikiyüzlü tutumu nedeniyle gerçekleşmedi. İngilizlerin kendisine yanaşarak Sovyetlere karşı Anadolu’yu Türklere bırakacaklarını, Anadolu’da komünizme karşı tampon modern bir Türk burjuva devleti düşündüklerini söylemeleri üzerine Mustafa Kemal “özgür halkların özgür birliği” temelinde federatif bir demokratik şuralar cumhuriyetinin gerçekleştirilmesi için Ankara’ya gelmekte olan Mutafa Suphi ve TKP MK üyesi 15 yoldaşını Karadeniz’de katlettirdi. Böylece Türkiye’nin demokratikleşmesi, Türkiye halklarının ve insanlarının özgürleşmesi, Türkiye’nin kalkınması, muasır medeniyete ulaşması suya düşmüş oldu. Türkiye tekrar asla Batılılaşamayacağı, yani Batı egemenliğinde asla burjuvalaşamayacağı ve kapitalistleşemeyeceği Batılılaşma yolunu seçti. Bir yandan Türkiye’de alt yapısı olmayan Batı değerlerini üstten elit bir anlayışla halka dayatırken, diğer yandan suni ulusal Türk devleti yaratmak için başta Kürtler olmak üzere Anadolu halklarını ezmeye, asimile etmeye başladı. Bu halkların başkaldırması üzerine bunları asimile etmek için nakilci Selefist İslam’a gerek duydu. Devleti Türk-İslam sentezi üzerinden oluşturmaya çalıştı. Bu ise Batılılaşmaya karşı olan İslami grup ve partilerle uzlaşmayı gerektirdi. Ama bu uzlaşma her seferinde Kemalist elitlerin direnişiyle karşılaştı. Bu direnişi kırmak, devleti Türk İslam sentezi üzerine oturtmak devlet yapısında köklü bir değişikliği sağlamak gerekiyordu. Bunun ise bir askeri darbe ile gerçekleşeceği görülüyordu.

Batılılaşma hareketi 1950’lı yıllarda Kore’ye asker göndererek, NATO, Avrupa Konseyi gibi Batının askeri ve siyasi kuruluşlarına katılarak Batıya bağımlı, emperyalizmin kıskacında kalkınması, gelişmesi zor bir Türkiye ortaya çıkardı. 60’lı ve 70’li yıllarda gençlik ve işçi hareketinde emperyalizme bağımlı bir Türkiye’nin kalkınamayacağı, Türkiye’nin kalkınması için 1920’lerde Mustafa Suphilerin ön gördüğü halkların demokratik şuralar cumhuriyetinin ve Sovyet yardımlarının esas alınması gerektiği görüşleri yayılmaya başladı. Dev işçi ve gençlik direnişlerinde bu görüşler savunuluyordu. Bu direnişlerle Batı içinde bir Türk devletinin temelleri sarsılıyordu. Yeni demokratik, özgür bir Türkiye’nin kaçınılmazlığı toplumda geniş yer buluyordu.

Bu gelişen koşullar karşısında ordu, başta ABD olmak üzere Batnın desteği ile ülkesi ve milletiyle bir bütün olan Türk devletini yaşatmak üzere harekete geçti, 12 Eylül 1980’de bir darbe gerçekleştirdi. Bu darbeyle Türkiye Cumhuriyeti’ni “özgür halkların özgür birliği” temelinde demokratikleştirilmesini isteyen güçler, işçi ve komünist hareket, antiemperyalist gençlik hareketi ezildi. Türkiye devleti halkının ve toplumunun yeknesak tek bir kültür ve yaşam biçimine sahip olması için harekete geçildi. Türkiye toplumunun Selefist Sünni İslam üzerinde, Türk-İslam sentezi temelinde yeniden inşa edilmesine karar verildi. Türkiye toplumunun hem ulusal, hem inanç yönünden sosyal yapısını değiştirmeye giriştiler.  Bunun için de bir yandan baskının yanı sıra Sünni İslam temelinde Kürtlerin asimilasyonuna hız verdiler. Ama PKK öncülüğünde Kürtlerin isyanı bunu bozdu. Diğer yandan da daha 10. Yüzyıldan beri aklın ve bilimin üstünlüğüne savunan Anadolu’daki Alevi ve Hanefi kültür ve yaşam biçiminin yok edilmesini planladılar. Selefist Arabistan İslam’ının Anadolu’da egemen kılınması için baskılar artırıldı. Alevi köylerine camiler yapıldı, onlar 5 vakit namaz kılmaya, Ramazan’da oruç tutmaya, Sünni-Selefist inanç ve yaşam biçimine uymaya zorlandılar. Bu dönemde cami imamlarının büyük bir kısmının maaşlarının ödenmesini Suudi Arabistan Krallığı üstlendi. Yavuz’un kılıcı, Ebu Suud’un ölüm fetvalarıyla yok edilemeyen Alevilik, 12 Eylül darbesinin ve Erdoğan’ın baskı ve entrikalarıyla asimile edilmeye başlandı. Diğer inanç grupları da benzer uygulamalara tabi tutuldular. 12 Eylül darbesi Türkiye’nin Selefileştirilmesi yönünde küçümsenmeyecek başarılar elde etti ve Erdoğan’la birlikte Sünni İslam’ın Türkiye’de egemen olmasında büyük ilerlemeler sağladılar. Bunun sosyal sınıfsal temelini de devlet olanaklarını dini çevrelere akıtıp bir İslami zenginler sınıfı, “İslam burjuvazisi” yaratarak oluşturdular. Bugün Erdoğan iktidarıyla birlikte bu İslam burjuvazisi, özellikle inşaat burjuvazisi tekelleşerek Kemalist tekelci burjuvazinin yanı sıra orta çapta emperyalistleşen Türkiye’nin egemenleri, taşıyıcısı konumuna geldiler. Ekonomik kırılmanın üstünde sosyal- kırılma yükseliyordu.

Tüm bu gelişmelere, 12 Eylül darbesinin sosyal-kültürel alanda yarattığı kırılmalara rağmen Türkiye Batılılaşma ve İslamlaşma, asimilasyon ve özgürleşme, baskı ve demokrasi, emperyalist bağımlılık ve kalkınma çelişkilerinden kurtulmuş değildir. Bu çelişkiler Türkiye’ye daha çok darbeler gerektirecektir. Çelişkilerden ve darbelerden çıkış yolu 1920’lerdeki Mustafa Suphilerin yoludur. Türkiye’nin kurtuluşu için gerçek tek alternatif kendi özüne, Anadolu gerçekliğine dönüp tarihsel gelişmelerden ders çıkarıp, Türkiye’nin kalkınması toplumun demokratikleştirilmesi ve özgürleştirilmesi için yeni bir atılım yapmaktır. Burada çözüm “özgür halkların özgür birliği temelinde federatif, demokratik işçi ve emekçi halk şuralar cumhuriyetidir.

Bir yanıt yazın