Haber / Yorum / Bildiri

12 Eylül: Türkiye’nin önemli bir kırılma noktası – III

Tufan YILMAZ

12 Eylül darbesinin yol açtığı iki önemli kırılmayı, ekonomik ve sosyal-kültürel kırılmayı, geçen iki yazımızda ele almıştık. Bu yazımızda da 12 Eylül darbesiyle birlikte yaşanan bu iki kırılma üstüne yükseltilmeye çalışılan politik kırılmayı ele alacağız.

12 Eylül ve Türkiye’de politik alanda yaşanan kırılmalar

12 Eylül cuntasının ülkede yaratmaya çalıştığı politik değişikliğin, kırılmanın ve günümüzde Erdoğan’ın kurmaya çalıştığı otoriter faşizan tek adam rejiminin ve bu rejimi yıkmak için demokratik bir birlikteliğin oluşturulamamasının arka planını anlayabilmek için yine biraz gerilere, XX. Yüzyılın başlarına ve Cumhuriyet’in kuruluş yıllarına geri gitmek ve ilk büyük politik kırılmanın nerede ve ne zaman yaşandığını görmek, bilmek gerekmektedir.

XIX. Yüzyılda başlatılan “Batılılaşma Hareketi”nin temelinde yatan ıslahat girişimlerinin esas hedefi; yıkılmakta, çökmekte, dağılmakta olan; çok uluslu, çok dinli ve inançlı, çok kültürlü Osmanlı Devleti’ni kurtarmaktı, bu yönde bir devlet politikası geliştirmekti. Bu politikalar Yeni-Osmanlıcılık, Pan-İslamizm ve Pan-Türkizm olarak gelişti.

Yeni-Osmanlıcılık, Pan-İslamizm ve Pan-Türkizm

İlk geliştirilen devlet politikası Genç- veya Yeni-Osmanlıcılık politikası oldu. Buna göre, nasıl ABD’de farklı ulustan ve inançlardan halklar, insanlar Amerikan vatandaşlığı etrafında birleşmişse, Osmanlı İmparatorluğu’nda da farklı ulus ve dinden halklar ve insanlar “Osmanlıcılık”, Osmanlı vatandaşlığı, Osmanlı tebaası etrafında birleştirilebilirdi. Padişah II. Mahmut bunu şu sözlerle ifade eder: “Ben tebaamdaki din farkını ancak cami, havra ve kiliselerine girdikleri zaman görmek isterim…”  Böylece Müslüm ve Gayrimüslimler eşit vatandaş oluyorlardı. Ama bu politika Müslüm ve Gayrimüslimlerde karşılığını bulmadı. Gayrimüslimler kendi topraklarında kendi ulusal devletlerini yaratmak için Osmanlı’dan özgürleşme mücadelelerini hızlandırdılar. Müslümanlar da eşit vatandaşlıkla kendi ayrıcalıklarının tehlikeye düşmesini istemiyorlardı. Ayrıca Amerika’da sağlanan ortak vatandaşlığa temel olan kapitalist gelişme, burjuva düzen Osmanlıda yoktu. Örnek şekilseldi, olayların toplumsal derinliğine inilmiyordu. Biçimsel olarak Batıdan alınan örneklerin Osmanlıda ve daha sonra da Cumhuriyette topluma uymayacağı gerçeği maalesef bugüne kadar Türk aydını tarafından anlaşılmış değildir.

Osmanlıcılık anlayışı tutmayınca ve Avrupa’da Hristiyan halklar özgürleştikçe, Osmanlı aydınları da geriye kalan ve çoğunluğu Müslüman olan halkları İslamcılık temelinde İmparatorluk’ta tutma politikasını savunmaya başladılar. Bunlar Sultan Abdülhamid’in halifeliğini öne çıkararak Pan-İslamizm’in devleti kurtarmakta büyük bir fırsat olduğunu düşünüyorlardı. Burada da Hristiyan dinindeki reformlarıyla Alman birliğinin sağlanmasında önemli bir rol oynayan Martin Luther örnek alınıyordu. Oysa Luther kapitalistleşen Alman krallıklarının papaya karşı savunucusu olarak ortaya çıkıyordu. Toplumda birliği sağlayan kapitalist gelişmeydi. Protestanlık onun “harcı” idi. Osmanlı ise kapitalist gelişmenin daha başındaydı. İslam’ı “harç” etmek ise zorlamaydı. Pan-İslamizm politikası da devleti kurtarmaya yetmedi. Çünkü hem Avrupa’daki Müslüman Arnavut ve Boşnak halkları hem Ön Asya ve Afrika’daki Arap halkları arasında dinden çok kendi ulusal benlikleri, bağımsızlık özlemleri öne çıkmaya başlamıştı.

Jön-Türk hareketi ve Prens Sebahattin

Pan-İslamizm’in de tutmadığını gören Osmanlı aydınları devleti kurtarmak için yeni arayışlar içine girdiler. Bunların başında Jön-Türk hareketi geliyordu. Jön-Türk hareketinin içinde de iki akım vardı. Bunlardan biri Prens Sabahattin’in başını çektiği “Adem-i Merkeziyetçilik” anlayışı, diğeri de Ahmet Rıza Bey taraftarlarının, İttihat ve Terakki’nin “Merkeziyetçi Meşrutiyet” anlayışı idi. Prens Sebahattin’e göre Osmanlı Devleti bir memur devletidir. Devleti memur zulmünden kurtarmak gerekmektedir. Bunun için özel girişimciliğe yer verecek, bireysel yeteneklerin gelişmesini sağlayacak bir eğitim sistemi gereklidir. Yine İmparatorluğun ıslahatı için onun geniş ve hantal olan merkezi yapısından kurtulması, bu yapının yerine yerel yönetimlerin gerçekleştirildiği, bölge yönetimlerinin o bölgede yaşayanlar tarafından üstlenildiği bir yapı gereklidir. Zamanına göre Osmanlı için bir çözüm olabilecek Prens Sebahattin’in bu “Adem-i Merkeziyetçilik”  görüşü “etnik gruplara prim verme” olarak algılanıp kabul görmedi. Kabul gören İttihatçıların “Merkeziyetçi Meşrutiyet” görüşü oldu. Çünkü bu görüşte etnik gruplara yer yoktu. Buna rağmen bu iki görüşün bugün bile Türk politikasında yaşadığı, Prens Sabahattin’in görüşünün merkez sağda, İttihat ve Terakki’nin görüşünün de merkez ”solda”, CHP’de yaşamakta olduğu kabul edilir.

İlk büyük kırılma: Pan-Türkizm

  1. Yüzyılın başında Osmanlıda ortaya çıkan tablo şudur: Avrupa’daki Hristiyan halklar özgürleşip Osmanlı’dan kopmuştur. Türk olmayan Müslüman halklar da er geç bir gün Osmanlı’dan kopacaktır. Osmanlı’ya halk, millet olarak Türkler, toprak olarak da Anadolu kalacaktır. Buna göre devletin kurtuluş politikası ancak Türkçülük, Pan-Türkizm olabilirdi. İmparatorlukta Türkçülük görüşü yayılmaya, Osmanlı aydınları Türkçülük etrafında toplanmaya başladılar. Ama Türkçülük politikasında bir sorun vardı. Türklere vatan olarak öngörülen son toprak parçası olan Anadolu’da Türklerden başka “azınlık” olarak yaşayan Ermeni, Rum gibi Hristiyan halklar ve Kürtler, Lazlar, Çerkesler gibi Müslüman halklar bulunmaktadır. Bu halklar ne olacak? İşte tam da bu soruya hem Osmanlı döneminde yönetimde bulunan İttihat ve Terakki’nin hem Cumhuriyet döneminde yönetimde bulunan Kemalistlerin verdikleri cevap Osmanlı ve Cumhuriyet tarihinde en büyük, en korkunç, en dehşet verici ekonomik, sosyal ve politik kırılmayı oluşturmuştur. Çünkü verilen cevaba göre Türkler dışındaki tüm halklar soykırıma, katliama, imhaya, inkara, asimilasyona tabi tutulacak, yok edilecek, yok olmayanlar eritilip Türkleştirilecek, böylece Anadolu da Türkleşecek ve tek Türklerin vatanı olacaktır. Pan-Türkizm bu insanlık dışı politikanın, barbarlığın adıdır. Bu kırılma anlaşılmadan Türkiye’nin dünü ve bugünü anlaşılamaz.

Yeni-Osmancılık’la başlayıp Pan-İslamizm’le devam eden Devleti kurtarma politikalarının vardığı yer, kırıldığı nokta Pan-Türkizm’dir, halkların katliamı politikasıdır. Bu politikanın teorik savunucusu Yusuf Akçura ve Ziya Gökalp, uygulayıcıları ise Osmanlı’da İttihat ve Terakki, onun yöneticileri Enver, Cemal ve Talat Paşalar, Cumhuriyet’te de Kemalistler ve onların başı Mustafa Kemal, İsmet ve Fevzi Paşalar olmuştur. Bu nedenle Pan-Türkizm politikası iki aşamalıdır. Birincisi Hristiyan halkların katledildiği İttihat-Terakki, Osmanlı dönemi, ikincisi de Türk olmayan müslüman halkların kırıma uğratıldığı ve asimile edilmeye çalışıldığı Cumhuriyet dönemidir.

İttihat ve Terakki: Hristiyan halklarına uygulanan soykırım

İttihat ve Terakkiciler Pan-Türkizm politikasını uygularken çok ince bir plan yapmışlardır. Önce Müslümanlık adına Hristiyan halklar, başta Ermeniler ve Rumlar yok edilecek, sonra da Türklük adına Türk olmayan Müslüman halkları asimile edilecektir. Ama bu nasıl uygulanacaktır? Türk ve Türk olmayan Müslüman halkların ortak yanı Müslümanlıktı. Pan-Türkizm’in başarısı için Türklüğe mutlaka Müslümanlığın da eklenmesi gerekiyordu, ama bunun ikisinin sentezi olacak bir anlayış henüz ortada yoktu. Amaç Türklüktü, fakat şu an Türklük ve Müslümanlığı Osmanlı Devleti’ni kurtarmak için iki ayrı çözüm olarak değil, birbirini tamamlayan kopmaz eşdeğer bir çözüm yolu olarak göstermek gerekiyordu. Nihayetinde padişah hâlâ halifeydi. Anadolu’nun Türklere ve Müslümanlara vatan olacağı söylenmeliydi. 20. Yüzyılın başında, 1904 yılında Yusuf Akçura o zamanki Osmanlı aydınlarının düşüncelerini “Üç Tarz-ı Siyaset” risalesinin sonunda şu sözlerle ifade eder:

Yusuf Akçura: “Üç Tarz-ı Siyaset”

“Osmanlı milleti yaratılması, Osmanlı Devleti için faydalara sahipse de, gayr-i kabil-i tatbiktir. Müslümanların veya Türklerin birleşmesine dönük siyasetler, Osmanlı Devleti hakkında eşit denebilecek menfaat ve mahzurlar ihtiva etmektedir. Tatbikleri cihetine gelince, kolaylık ve zorluk yine aynı derecede denilebilir. Bu halde hangisinin tatbikine çalışılmalıdır?

…Arada sırada İslamiyet, hilafet politikalarına da yaklaşır gibi oluyor…, birleşebilecek Türklerin hemen cümlesi Müslüman olmak cihetiyle esasen mühim noktalarda ortaklıkları bulunan İslam ve Türk siyasetlerinin ikisini birlikte desteklemek istediği zannolunuyor; lakin bunda da çok kalmıyor, ısrar etmiyor. Hülâsa, öteden beri zihnimi işgal edip de, kendi kendimi ikna edecek cevabını bulamadığım sual yine önüme dikilmiş cevap bekliyor: Müslümanlık ve Türklük siyasetlerinden hangisi Osmanlı Devleti için daha yararlı ve kabil-i tabiktir.”

Akçura’nın, “İslam ve Türk siyasetlerinin ikisini birlikte destlemek”ten, ama bunda “ısrar” edilmediğinden ve kendisinin de bunlardan hangisinin “Osmanlı Devleti için daha hayırlı” olduğunu bilememesinin altında yatan Jön-Türklerin, İttihatçıların İslamiyeti Türkçülük politikası için kullanma hedefi yapmaktadır. İttihatçılara göre Anadolu’nun Hristiyan halklardan “temizlenmesi” ancak Müslüman halkların katkısıyla mümkündür. Bu böyle de olmuştur. Daha Abdülhamid döneminde Hamidiye Alayları ile doğuda, Ermenistan’da ve Kürdistan’da Ermenilerin “temizliğine” başlanmış, birçoğu katledilmiş ve mallarına el konmuştur. Ama Hristiyan halkların yok edilmesi esas olarak planlı bir şekilde İttihat döneminde olmuştur. Bu “temizlik” planı ise iki aşamada gerçekleşmiştir. Birincisi 24 Nisan 1915’de başlayan insanlık dışı, korkunç Ermeni soykırımı, sözde “Ermeni Tehciri” ve Pontus Rumlarının, Süryanilerin, Keldanilerin, Ezidilerin katliamıdır. Böylece Orta ve Doğu Anadolu Hristiyanlardan “temizlenmiş” oldu. İkinci aşama Lozan’da kararlaştırılan mübadeledir. Bu mübadele ile Batı Anadolu ve Karadeniz kıyılarındaki Rumlarla, Balkanlar’daki Müslüman halklar değiş-tokuş edildi. Böylece Batı Anadolu da Hristiyanlardan “kurtulmuş” oldu. Osmanlı İmparatorluğu çökerken ve Cumhuriyet kurulurken artık Anadolu Türkleşmiş ve Müslümanlaşmıştı. Şimdi Anadolu’nun Türkleşmesi, Türk olmayan Müslüman halkların asimile edilmesi veya kırılması gerekiyordu. Cumhuriyetin temel politikaları bu katliamların işlenmesi üstüne kurulmuştur.

Mustafa Kemal’in İslami kesimlerle hesaplaşması

İttihatçılar doludizgin katliamlarla kendi Pan-Türkist politikalarını uygularken İslamcılar hâlâ padişah-halife etrafında daha geniş bir birliğin mümkün olduğunu savunuyorlar, kurtuluş için İslamiyet’i temel alıyorlardı. Bazıları Mustafa Kemal’le birlikte hareket ederken, bazıları da direkt Mustafa Kemal’e, Ulusal Kurtuluş Hareketine karşı çıkıyor, hatta cihat ilan ediyorlardı. Mustafa Kemal de her şeye rağmen İttihatçılar gibi halifeliği, İslamiyet’i tam karşısına almıyor, bir müddet onlarla birlikte gidilmesi gerektiğini görüyordu. Ama Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte İslamcılarla yolunu ayırdı, doğrudan Garpçılık, Laiklik, Türkçülük politikasını uygulamaya geçti, Türk olmayan Müslüman halkları Türkleştirme yoluna girdi. Bu ise Türk ırkçılığının ve milliyetçiliğinin devlet politikası ve ideolojisi seviyesine çıkarılmasıydı. Artık Osmanlı’dan arta kalan halklardan Sunni bir Türk milleti yaratma yoluna girilmişti. Kapitalizmin gelişmediği Türkiye gibi bir ülkede bu politika demokratik yöntemlerle değil, ancak orduya dayalı ceberut, faşizan diktatörlük yöntemleriyle uygulanabilirdi. Öyle de oldu. Sırtını orduya dayayan Mustafa Kemal tek adam ve tek parti diktatörlüğünü kurdu. Diğer görüşlere savaş açtı, onlara yaşam hakkı tanımadı.

Mustafa Kemal’in savaş açtığı görüşlerden biri İslamcıların görüşü, diğeri de komünistlerin görüşüydü. İslamcılar Osmanlıdan arta kalan halkların Türklükle, Pan-Türkizm’le bir arada tutulamayacağını, bunun için halifeliğin şart olduğunu öne sürüyorlardı. Özellikle Mustafa Kemal’in, kuzeyden gelen Sovyet “tehlikesine” karşı kendisine gelen İngilizlerin Anadolu’da laik, modern, batı değerleriyle bir cumhuriyet kurma önerilerini kabul etmesini asla affetmiyorlardı. Hatta bunu bir “kan davası” haline dönüştürmüşlerdi. Bugüne kadar ve bugün de Erdoğan’la birlikte bunlar hâlâ Cumhuriyet’e, laikliğe, Lozan’a ve Batı değerlerine karşı savaşmaktalar, Şeyhülislam Ebu Suud’dan kalma gerici İslami değerleri savunmaktadırlar. İslamcılara göre halifelik, hatta padişahlık kalmalıydı, imparatorluk yaşamalıydı. Mustafa Kemal’in İngilizlerin önerisini kabul ettiği, İngilizlerin Lozan’da, laikliği, modern bir cumhuriyeti dayattıkları doğruydu. Ama İslamcıların görüşü ise gerçekçi değildi. I. Dünya Savaşını kaybetmiş, Sevr Anlaşmasını imzalamış, ülkesinin paramparça olmasını kabul etmiş, tahtının korunmasını İngilizlere bırakmış bir padişah ve halifeden bir şeyler beklemek gerçeklere gözlerini kapatmaktı. Sovyet iktidarı ile birlikte değişen ve oluşan yeni dünya koşullarında İngilizler için tercih çoktan Müslüman halkların birliğini savunan bir İstanbul değil Türklüğü savunan bir Ankara idi. İslamcı kesimler bunu bir türlü hazmedemediler. Zira onlar padişahlık ve halifelikle birlikte ellerindeki iktidarı kaybetmişlerdi, sahip oldukları ayrıcalıklar, dayandıkları Sünni-Selefist İslami değerler bir bir yok olmaya başlamıştı. Açık ve gizli olarak Cumhuriyete ve üstten inen batılı burjuva değerlerine karşı mücadeleye geçmişlerdi. Yüz yıldan beri bu mücadele bugün Erdoğan’la zirveye ulaşmış, Türkiye toplumu için tehlikeli bir boyut kazanmıştır.

Özgür halkların özgür birliği politikası

Osmanlı İmparatorluğu çökerken Anadolu toplumunun kurtuluşu ne İslam ve İstanbul, ne de Türkçülük ve Ankara idi. Toplumun kurtuluşu Mustafa Suphi önderliğindeki Türkiye Komünist Partisi TKP’nin “özgür halkların özgür birliği” olarak ilan ettiği politikaydı. Bu politika Anadolu’da işçi ve köylüler, Türk, Kürt, Laz, Çerkes, Rum ve Ermeni halkları arasında geniş bir taraftar bulmuş, etkinliği Meclis’e kadar uzanmıştı. Mustafa Kemal Ankara’da tek başına kaldığı, İngilizlerin kendisine yüz vermediği, hatta yakında bertaraf etmeyi planladığı dönemlerde baş vurduğu tek yer Moskova ve komünistlerdi. Ama O böyle ülkenin gerçek bir kurtuluşunu hiçbir zaman içine sindirememişti. Ne zaman İngilizler Sovyetler’e karşı Ankara ile görüşmeyi gündemine aldı, Mustafa Kemal halkın ve ülkenin gerçek kurtuluşundan hemen vazgeçti, Mustafa Suphileri katlettirdi, İngilizlere yöneldi. Ama Moskova’ya da sırtını tam çevirmedi. Çünkü Batıya karşı politikasında Moskova kartını, komünist kartını sürekli elinde tutmak istiyordu. Öyle de yaptı. Yalnız Mustafa Kemal değil, Cumhuriyet tarihinde tüm Türk liderleri başları sıkıştığı an Moskova’ya gittiler veya gitmek istediler. Günümüzde bunu en sık yapan Erdoğan’dır.

Mustafa Kemal gerçek kurtuluş yolunu seçmeyerek Türkiye Cumhuriyeti diye Doğu ile Batı arasında ne gelişen, ne ilerleyen “tampon” bir devlet yarattı. Bu “tampon” yapıyı aşmak, bölgesinde ve dünyada saygın, gelişen ve büyüyen bir Türkiye yaratmak bugün önde duran en büyük görevdir. Bu görevi yerine getirmek ancak Mustafa Suphilerin politikasıyla mümkündür. Mustafa Kemal Mustafa Suphileri katlettirdi, komünistlere karşı savaş açtı. Onlara yaşam hakkı tanımadı. Yasakladı, illegalitede takip ettirdi. Ama komünistler Mustafa Kemal’in ve ondan sonra gelen hükümetlerin saldırı ve yasaklarını dinlemediler, hapsi, zindanı, ölümü, sürgünü göze aldılar, Türkiye’nin ve halklarının kurtuluşu için mücadeleyi bırakmadılar. Her dönemde halklarının umudu oldular. Devlet 12 Eylül darbesini hazırlarken bu umut geniş yığınları sarmıştı.

Mustafa Kemal ve Kürtlere karşı iki yüzlü politika

Mustafa Kemal için Türklük politikasını uygulamak kolay olmadı. Onun kafası bir Türk devleti yaratma konusunda açıktı. Ama bunu nasıl uygulayacaktı. Burada da iki aşamalı bir politika güttü. Birinci aşaması savaş döneminde, ikinci aşaması Cumhuriyet’in ilanından sonra uygulanan politikalardır. O’nun Anadolu’ya çıkan Yunanlılara ve onları destekleyen emperyalist güçlere karşı savaşı kazanabilmek için Türk olmayan Müslüman halkları mutlak kazanması gerekiyordu. Bunun yolu Müslümanlık değil, o halkların kimlik ve özgürlüklerine yönelik vaatlerde bulunmaktı. O dönemde Sovyetlerin ve komünistlerin de etkisiyle başta Kürtler, Lazlar ve Çerkesler olmak üzere Türk olmayan Müslüman halklara savaşı kazandıktan sonra kurulacak devletin ortak devlet olacağını ve her halkın kendini yerelde özerk yönetebileceğini sözü verildi, hatta 1921’de yapılan ilk Anayasa’ya bu özerklik fikrini koymak zorunda kaldı. 1919 Amasya toplantısında ve 1923 İzmit basın toplantısında bu fikirlerini tekrarladı. Burada Mustafa Kemal’in iki yüzlülük yaptığı açıktı, zira O Koçgiri isyanını kanla bastırmasından, hatta bu isyanı bastırmak için bir “Pontos Kasabı” olan Topal Osman’ı görevlendirmesinden belli idi. Ayrıca özerklik vaadi de tam bir ulusal özerklik olarak ifade edilmiyordu. Tek hedef savaş kazanılıncaya kadar bu halkları idare etmekti, yani aldatmaktı. Zaten Mustafa Suphiler katledildikten sonra da Mustafa Kemal’in verdiği savaşın antiemperyalist bir yanı da kalmamıştı. O Mustafa Suphileri katlettikten sonra İngilizlerin de izniyle Türk milliyetçiliği temelinde bir Türk devleti yaratmanın önünde artık bir engel olmadığını görüyordu.

Savaş bitti, Lozan’a gidildi, Cumhuriyet ilan edildi, “azınlıklara” verilen vaatlerin de üstü çizildi. 1924 Anayasası’na özerklik, “halkçılık”, Türkiyelilik girmedi. Tam tersine bu anayasa ile Türklüğe dayalı üniter ulus devlet temelinde toplumun yeniden inşasına gidildi. Başta Kürtler olmak üzere diğer halkların dili, dini, kimlikleri ve kültürleri inkâr edildi, yasaklandı. Artık Türkiye’de Türkt’en başka millet yoktu, Türkiye de bu yeni Türk milletinin vatanıydı. Türkiye’de yaşayan herkes: Türkmen, Yörük, Kürt, Arap, Roman, Laz, Çerkes ve diğer Kafkas halkları, mübadele ile Balkanlardan gelen çoğu Arnavut, Boşnak, Bulgar, Pomak olan Müslüman ahali Türk olmak zorundaydı. “Ne mutlu Türküm diyene” bu politikanın sloganıydı. Bunlardan mübadele ile gelen Balkan halklarının Türkleşmesi oldukça kolay oldu. Zira mübadele ile giden Rumlardan kalan toprakların ve zenginliklerin üstüne konan bu göçmenlerin çoğu ”Evlad-ı Fatihan” olarak kendisini devletin sahibi görüyordu ve yeni Türkiye Cumhuriyeti’nde Mustafa Kemal de bunlardan zenginleşen, burjuvalaşan kesimini ülkenin egemen zümresi konumuna getiriyordu. Proleter olan bir kesim de TKP saflarında yerlerini aldılar. Bugün bile Türkiye’nin elit ve zengin kesiminin çoğu hâlâ Balkan kökenlidir.

Anadolu’da yaşayan halkların Türklüğü kabul etmesi kolay olmadı, hatta başta Kürtler olmak üzere birçoğu için hiç de mümkün olmadı. Anadolu’da katledilen Ermenilerin mallarının üstüne konan ve zenginleşen bir kesim kolayca Türklüğü kabul etti. Diğer başta Kürtler olmak üzere büyük bir kesim direndi. Türklüğü kabul edenler de Türk milliyetçiliğinin en bağnaz savunucusu ve taşıyıcısı oldular. Benzer bir gelişme Balkan göçmenlerinde de gözlenebilir. Türk milliyetçiliğini diğer milliyetçilikten ayırt eden en önemi özelliklerden biri, bu milliyetçiliği savunan ve kendisine Türk diyenlerin kendi yaratmadıkları, ama katledip veya “sürüp” gönderdikleri ve zenginliklerinin üzerine oturdukları Hristiyan halklara karşı yarattıkları nefretten kaynaklanıyor olmasıdır.

Cumhuriyet döneminde Türk olmayan  bu Müslüman halklar Türkleştirilirken İslamcılık öne çıkarılmadı. Artık Ebu Suud Efendi’ye dayalı İslam Halifeliği’nin yerini Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı laik devletin İslamı getirilmişti. Bu İslam’ın ise halk yığınları üzerinde çok büyük bir etkisi yoktu. Ama herkesin kendisini Türk ve Müslüman görmesine yetiyordu. “Gerçek” İslam ise hâlâ “yeraltına” kayan, halifeliği savunan tarikat ve cemaatlerin İslamıydı. İçin için laik devlet İslam’ı ile daha çok Sünni-Selefist tarikatlar İslamı arasında sürekli bir savaş vardı. Ama Türkleştirme politikası için Diyanet İslamı o an için yeterli görünüyordu. 12 Eylül’e giderken ise diğer İslam, Sünni-Selefist İslam ağırlık kazanacaktır.

Umum Müfettişlikler ve Kürt Raporları

1924 Anayasası’ndan sonra Türk devletinin temel politikası Türkleştirme politikası ve Türkleştirmeye karşı en çok, en şiddetli direnen halk olan Kürt halkıyla mücadele, onları asimile ve eritme politikası olmuştur. İlk büyük Kürt direnişi hemen 1924 Anayasası’ndan sonra 1925 senesinde patlak veren Şeyh Said isyanıdır. Bu direniş kanla bastırılmıştır. Ama Kürtlerin direniş ve isyanları kesilmemiştir. Bu direnişleri, isyanları kontrol altına almak ve asimilasyonu gerçekleştirmek için özel yetkilerle donatılmış “Umum Müfettişlikler” adı altında askeri idareler kurulmuştur. Kürdistan’da üç Umum Müfettişlik kuruldu. Bir Umum Müfettişlikte Trakya ve Marmara’da göçmenleri ve Çerkesleri asimile etmek için oluşturuldu. Kürtler için ise Umum Müfettişlikler Diyarbakır’da, Erzurum’da ve Dersim’de kuruldu. Dersim’de kurulan IV. Umum Müfettişliğin başı olan askeri komutanın yasama, yargı ve infaz yetkisi vardı. Emirnameler çıkarıyor, idam kararı veriyor ve anında infaz ediyordu. Kürtlerin ikinci büyük isyanı olan Dersim isyanı bu komutanın ve devletin acımasız katliamları, jenosid uygulamaları ve sürgünleriyle bastırılabildi. Bu katliamın acıları günümüzde hâlâ yaşanmaktadır. Her Kürt direnişi katliam ve sürgünlerle sonuçlanmıştır. Bu sürgünler sonucu Orta ve Batı Anadolu’da Kürtlerin yaşadıkları köyler ve mahalleler oluşturulmuştur.

Umum Müfettişlikler 1952’ye kadar varlıklarını sürdürmüşlerdir. 1950’de başlayan Bayar-Menderes iktidarı döneminde Kürt aşiret reislerinin büyük bir kısmı Meclis’e alınıp politikaya entegre edilerek isyanların önü bir yere kadar alınabildi. Ama asimilasyon politikası devam etti. Kürtlere uygulanan asimilasyon politikasını anlamak için Cumhuriyet döneminde çıkarılan Kürt raporlarına sorumluların sözlerine bir bakmak yeter: 

1925: “Şark İslahat Planı”: Kürtçe konuşmak yasaktır, Türkçe’den başka dil kullananlar cezalandırılacaktır.

1930: Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt: Memleketin kendisi Türk’tür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmaktır, köle olmaktır.

1930: Başvekil İsmet Paşa: Bu ülkede sadece Türk ulusu ırksal haklar talep etme hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur.

1931: Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak Raporu: Dersim cahildir. Zorunlu iskân uygulanmalıdır… Dersimli okşanmakla kazanılmaz. Silahlı kuvvetlerin müdahalesi Dersim’de daha çok tesir yapar… Türk toplumu içinde Kürtlük eritilmelidir.  

1932: İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın raporu: Kuzey Dersim halkı batıya göç ettirilmelidir. Askeri hareket başlamadan önce tüm silahlar toplanmalıdır. Yerli Memurlar (yani Kürtler) casustur. Dersimlilere kendilerinin aslen Türk olduklarını öğretmek lazımdır. Uçakların talim uçuşları Dersim üzerinden yapılmalıdır.

1935: Başvekil İsmet İnönü Raporu: Sınıra yakın yerlerin ve… büyük merkezlerin Türkleşmesi önem arz etmektedir. Bitlis’i bir Türk yuvası ve kalesi halinde tutmalıyız. Erzincan Kürtleşirse Kürdistan kurulabilir. 

1940: CHP Raporu: Kürt meselesi Türkiye’nin en mühim meselesidir. Asimilasyonun ilk şartı dil öğretmektir.

1959: 49’lar olayı: Irak’da Kasım’a yapılan darbe esnasında Kerkük’te Türkmenlere yapılan katliam olayı Kürtlerin üstüne yıkılıp Meclis’te Türkiye’deki Kürtlere misilleme yapılması önerildi. Bunu protesto eden 49 Kürt aydını yargı önüne çıkarıldı ve cezalandırıldı. 

1961: 27 Mayıs Darbesi’nin Raporu: Bölgede asimilasyon politikalarına hız verilmelidir. Kendini Kürt sanan nüfusun Irak Kürtleriyle bağları kesilmelidir. Dünya entellektüel muhitine Türkiye’de bir Kürt meselesi olmadığı anlatılmalıdır. Bir üniversiteye bağlı Türkoloji Enstitüsü kurularak kendisini Kürt sayanların menşelerinin Türk olduğu ispatlanarak yayınlanmalıdır. Darbeci Milli Birlik Komitesi Kürtçülük yaptıkları iddiasıyla 550 Kürt ağa ve aydınını mahkeme kararı olmadan Sivas’ta bir kampta enterne etti.  

1961: 27 Mayıs Darbesi’nin lideri ve Cumhurbaşkanı Orgeneral Gürsel’in Diyarbakır konuşmasından: Bu memlekette Kürt yoktur. Kürdüm diyenin yüzüne tükürürüm. 

Kürtler hakkında bu plan, rapor, kararname, açıklamalar, yasak, zindan ve sürgünler 60’dan sonra da günümüze kadar devam etti. En son yasak 13 Ekim 2020 de İstanbul’da Kürtçe bir oyunun sahnelenmesine getirilen yasaktır. “Genel kamu düzenini bozabileceği” gerekçesiyle İBB Şehir Tiyatroları programındaki Bêrû adlı Kürtçe oyun Gaziosmanpaşa Kaymakamlığı tarafından yasaklanmıştır.

NATO ve Batı ile hedefleri çatışan bir Türkiye

Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan beri iki konu: Kürt ve komünist tehlikesi onun politikasında belirleyici olmuştur. Bu iki hareketi Türkiye Cumhuriyeti’nin bekası için bir tehdit olarak algılamış ve sürekli bunlarla mücadele ede gelmiştir. Uluslararası alanda, özellikle batı ile kurduğu ilişkilerde bu iki konudaki “ulusal çıkarlar” nedeniyle ilişki kurduğu batı bloku ile sürekli çatışmış, batının hedefiyle Türkiye’nin hedefi bir türlü çakışmamıştır. Türkiye’nin hep Kürt ve TKP “tehdidi”ni ve bunların varlığını bertaraf etme, Misak-i Milli sınırlarını gerçekleştirme gibi kendine özgü yayılma hedef ve hesapları olmuştur. Bunlar da hep uluslararası ilişkilerde onlara ters düşmesine neden olmuştur. Daha Cumhuriyet kurulurken İngilizler Londra ve Lozan Konferanslarında Anadolu’da Sovyetlere karşı modern güçlü antikomünist bir hükümet düşünürken, Mustafa Kemal ve paşalar komünistleri nasıl yok ederiz, Kürt ve Ermeni özgürlük hareketlerini nasıl boğarız, Misak-ı Milli hedeflerine nasıl ulaşırız hesapları yapıyorlardı. İngilizler ise Misak-ı Milli hedeflerine kesin karşı çıkıyorlardı. 1940’lı yıllarda Alman faşizmine yaslanırken de benzer hesaplar içindeydiler. 1950’li yıllarda Kore’ye asker gönderirken ve NATO’ya girerken de konumları aynıydı. ABD ve NATO Sovyetlere ve sosyalist ülkelere karşı Türkiye’yi bir üst, sıçrama tahtası olarak istediği gibi kullanmayı düşünürken, Türk yöneticileri de batıya entegre olarak komünist ve Sovyet etkisinden kurtulmayı, TKP faaliyetlerini susturmayı, ABD ve Marşal yardımlarıyla Kürtleri ve işçi, emekçi yığınlarını devlete bağlamayı, Orta Doğu’ya hükmetmeyi planlıyorlardı

NATO’ya giriş Türk politikası için bir başka dönüm noktasıdır. Türk devleti NATO’ya girerek geleneksel batı ile doğu arasında tampon devlet olma karakterini sahip olmaktan vazgeçmiştir. Yeni bir seçim yaparak Batı bloku içinde yerini almıştır. Artık kesin taraftır. Ama bu blok içinde de “rahat” edememiştir. Sık sık Moskova ile ”flört etmeyi” elden bırakmamıştır. Çünkü her seferinde batı bloku içinde ekonomik olarak kalkınamayacağı gerçeğini tespit etmek zorunda kalmıştır. Bir sanayi kalkınma planını uygulamak isteyen Menderes’e ABD 300 milyon doları vermemiş, Demirel’i 70 Cent’e muhtaç etmiş, bunlar da Moskova’ya gitmeye kalkınca askeri darbelerle devrilmişlerdir. Diğer yandan Kıbrıs’ta ve Ege’de maceralara kalkışan ve hâlâ Musul, Kerkük üzerinde hak iddia eden Türk egemen çevrelerinin başından beri ABD ve NATO ile sürekli sorunları olmuştur. Uluslararası antlaşmalara ters olan bu yayılmacı politikalar bugün Erdoğan’la birlikte tehlikeli bir boyut kazanmıştır. Batı Erdoğan’a bir ceza vermek için fırsat kollamaktadır.

12 Eylül Darbesine giden yol: İşçi ve gençlik hareketinin yükselişi

Hem batı bloku içinde olup, hem ülkeyi ekonomik ve toplumsal olarak kalkındıramamak 1960’lı yıllarda Türkiye gençliğinde ve işçi sınıfında büyük bir antiemperyalist tepkiye yol açtı. Uluslararası 68-Hareketi’nin etkisiyle de yükselen gençlik hareketi, TİP, DİSK gibi devrimci parti ve sendikalara kavuşan işçi hareketi hem Türk egemen çevreleri, hem ABD ve NATO çıkarları için ciddi bir tehdit oluşturmaya başladı. Bu hareketlerin iki özelliği vardı, Birincisi hem işçi hem gençlik hareketinde Kürt ve Türk işçileri ve gençleri birlikte hareket ediyordu. İkincisi her iki hareket de kalkınma ve kurtuluş yolunu NATO’dan çıkmakta, ABD’ye bağımlılığa son vermekte, Sovyetlerle ve diğer sosyalist ülkelerle eşit, karşılıklı yarar ilkesine dayalı ilişkilere geçmekte görüyordu. Gerçekten de bu tutum hem Türk hükümeti ve Ordusu hem ABD ve NATO açısından ciddi bir tehlike teşkil ediyordu. Türk hükümet ve ordusunu Türk ve Kürt işçi ve emekçilerinin birlikte hareketi, ABD ve NATO’yu da bu hareketlerin Sovyet yanlısı tutumu endişelendiriyordu. Bu koşullarda ABD yanlısı generaller fazla beklemediler. 12 Mart 1971’de yaptıkları darbeyle devrimci gençliğin ve işçilerin üzerine yürüdüler, Denizleri, Çayanları katlettiler, işçi liderlerini zindanlara attılar.

Ne gençlik ne de işçi hareketi, ne Türk, ne de Kürt emekçileri ve aydınları bu faşizan zulüm ve katliam karşısında yıldılar. 1973 yılında Türkiye Komünist Partisi TKP’nin gerçekleştirdiği atılımla işçi ve gençlik hareketi yeni bir ivme kazandı. Hükümetin, ABD ve NATO’nun karşısına daha güçlü olarak yeniden dikildi. 1976’da yüzbinlerin katıldığı DGM direnişi, 1976’dan sonra milyonları katıldığı 1 Mayıs mitingleri, devrimci gençlerin ve işçilerin faşist saldırılara karşı eylemleri, PKK öncülüğünde Kürt Özgürlük Hareketinin yükselişi Türkiye emekçi halklarında ülkede bir değişimin ve dönüşümün, yokluktan ve yoksulluktan kurtuluşun umudunu yarattı. Bu umudu kırmak için devlet 1977 Bir Mayısı’na saldırdı, faşist güçleri devrimci, ilerici gençlerin üzerine saldırttı. Gerici milliyetçi ve dinsel hareketleri örgütlemeye başladı. Dinsel gericilik Erbakan ve Yazıcıoğlu aracılığı ile tarikatlarla birlikte Sünni-Selefist anlayış zemininde örgütlenmeye ve hızla güçlenmeye başladılar. Faşist gerici milliyetçilik MHP’nin özellikle 50’li, 60’lı yıllarda kapitalist ilişkilerin tarıma girmesiyle Orta Anadolu’da ve Toroslar’da yaşam düzeni bozulan Sünni-Hanefi Türkmenleri hızla kucaklamasıyla güçlendi, aynı şekilde düzeni bozulan Alevi Türkmenleri ve Kürtleri kucaklayan devrimci geçlere karşı vurucu güç haline getirildi. Egemen güçler Anadolu gençliğini birbirine kırdırarak ülkede devrimci yükselişi kırmak istiyordu. Bu nedenle Maraş ve Çorum’da Alevi katliamları düzenlettiler. Abdi İpekçi’den Kemal Türkler’e kadar birçok aydın, işçi ve gençlik lideri sokak ortasında katledildiler. Buna rağmen devrimci işçi ve gençlik hareketinin yükselişi engellenemiyordu. Buna bir de ülkedeki ekonomik krizden bunalan geniş halk yığınlarının tepkisi ekleniyordu. Bir askeri müdahale kaçınılmaz oluyordu.

Otoriter laik İslam’dan faşizan Selefist-İslam’a geçiş

ABD ve NATO Sovyetlerin dibindeki bir müttefikinde yaşanan bu gelişmelerden çok rahatsızdı. Çünkü Carter döneminde ABD’nin “Yeşil Kuşak” diye adlandırılan Sovyetleri İslam’ı kullanarak güneyden sarma projesinde Türkiye önemli bir yer tutuyordu. ABD için artık acilen Türkiye’de devrimci yükselişin kırılması, ekonomisinin uluslararası neoliberal ekonomi politikalara entegre edilmesi ve “Yeşil Kuşak”ta yerini alması gerekiyordu. Ama laik diyanetli Kemalist din anlayışı bu ABD “Yeşil Kuşak” politikasına uygun değildi. Uygun olan Suudi Arabistan usulü Sünni-Selefist İslam anlayışıydı. ABD’ye göre Selefist İslam Türkiye’nin geleceği idi ve Türkiye’nin Kürt ve ulusal birlik sorununun ve Orta Doğu’da artmasını istediği etkisinin de çözümüydü. ABD’nin yıllardan beri empoze etmeye çalıştığı bu görüş generaller arasında yayılmaya başladı. Onlara göre de artık Türkiye’de Türk ulusu yaratmak için Kemalist laik temelinde diyanet İslamı yetmiyordu. XX. Yüzyılın başında olduğu gibi Türklüğe “gerçek” İslam’ı, Selefiliği katmak gerekiyordu. Ama bu Selefilik yine de devletle ilişki içinde olmalı, hatta Diyanet Selefileşmeliydi. Toplumda hızla yayılan sosyalizm, enternasyonalizm, halkların özgürlüğü ve kendi kaderini tayin hakkı gibi değerlere karşı milliyetçi ve gerici İslam değerlerini ikame edilmeliydi. Zaten bunun temeli Türk-İslam sentezi adı altında 60’lı yıllardan beri “Aydınlar Ocağı” tarafından yaratılıyordu. Bu sentezle yalnız Türkiye’nin batısında yükselen devrimci hareketin değil, özellikle Kürt illerinde yaygın olan Selefi-Nakşibendi-Nurcu tarikatları aracılığıyla PKK öncülüğünde gelişmekte olan Kürt Özgürlük Hareketinin de önü alınabilir ve Kürtler devlete daha sıkı bağlanabilirdi. Devletin taşıyıcısı olarak ordu, Genelkurmay generalleri artık ne yapacaklarını biliyorlardı. Onlara göre Mustafa Kemal’in Türklük ve laik İslam temelinde yeni bir Türk ulusu yaratma politikası yerine, Atatürkçülük ve Selefist-Devlet-İslam temelinde yeni bir Türkiye yaratma politik anlayışıyla kolları sıvamak gerekiyordu. Bu politika aynı zamanda ABD’nin de en geniş desteğine sahipti.

12 Eylül: Faşistleşen ve Selefileşen bir Türkiye Toplumu

Ve generaller emir-komuta zinciri içinde Türkiye toplumunu ekonomik, sosyal, Kültürel ve politik yeniden dizayn etmek üzere 12 Eylül 1980’de darbeyi gerçekleştirdiler. Türkiye’nin üzerinden silindir gibi geçtiler. Parlamentoyu dağıttılar, siyasi parti liderlerini tutukladılar, devrimci dernek ve sendikaları kapattılar, liderlerini zindana attılar, Kürtleri Diyarbakır zindanına tıktılar, işkenceden geçirdiler, gençlerden bir çoğunu astılar, canını kurtarabilen kendini yurtdışına attı, sürgüne gitti. Ülkenin üstüne ölü toprağı serip mezarlık sükuneti sağladıktan sonra yaptıkları anayasayla demokrasiyi, insan hak ve özgürlüklerini rafa kaldırdılar, özgür basını susturdular, birbiriyle çatışan değil, uzlaşan siyasi partilere izin verdiler. CHP ile AP’yi, Ecevit’le Demirel’i uzlaştırdılar. Atatürkçülük adı altında şoven milliyetçilik ve Selefist İslam’ı yaygınlaştırıldılar, camilerin sayısı artırıldılar, tarikatları, Fethullah’ı öne çıkarttılar. Evren her konuşmasına elinde Kuran’ı sallayıp bir ayet okuyarak başladı ve toplumun Selefileşmesini sağladı. Selefist İslam dememek için buna da “Ilımlı İslam” dendi. Türkiye’nin Arap ülkeleriyle, İslam Konferansı ve İslam İşbirliği Teşkilatlarıyla ilişkiler güçlendirildi. Türküye koşar adımlarla bir islam cumhuriyeti olma yönünde adımlar atmaya başladı. Antikomünizmi yükselterek ABD’nin “Yeşil Kuşak” politikasının taşıyıcısı konumuna geldi. 1984 senesinde PKK silahlı eylemlere başladığı zaman Sünni İslamla, tarikatlar ve cemaatlerle Kürtleri devlete bağlama politikası izlediler. Bu yalnız Kürdistan’da değil tüm Türkiye’de Selefist tarikat ve cemaatlerin güçlenmesinin yolunu açtı.

12 Eylül Darbesi Türkiye toplumu için ekonomik, sosyal-kültürel ve politik her alanda bir kırılmadır. Ama en belirleyici olan politik alandaki kırılmadır. Türkiye’yi Türkleştirmek için baskıcı, inkârcı otoriter laik İslam politikası yerine faşizan, imhacı Selefist İslam politikası gelmiştir. Bu politika sonunda Erdoğan’ın, AKP-MHP iktidarının doğmasını sağlamıştır. Ama PKK’nın direnişi sonunda bu politika da iflas etmiştir. Başta Kürt halkı olmak üzere Türkiye halkları özgürleşmeden Türkiye’nin demokratikleşemeyeceği ortaya çıkmıştır. Erdoğan’ın faşizan iktidarına ve Selefist anlayışına son verebilecek bir demokrasi cephesinin oluşabilmesi için de tüm muhalefet partilerinin Kürtlerin Özgürlüğü konusunda ortak bir görüşe varmaları gerekmektedir. Bu sağlanmadan Erdoğan’ı iktidardan göndermek zordur. Erdoğan gönderilmeden faşizmle birlikte Selefist İslam tüm kurumlarıyla Türkiye’ye yerleşmesi kaçınılmaz olacaktır. Demokratik Türkiye’nin kaderi Kürtlerle birlikte ”Özgür Halkların Özgür Birliği” temelinde ortak hareketidir.

Bir yanıt yazın