12 Eylül 1980 Darbesi, Partimiz ve Likidasyon
1973 seçimlerinde gerici güçlerin, cuntacıların yenilmesiyle Türkiye’de sınıf savaşları, demokrasi ve özgürlük savaşımı yeniden hız kazandı. TKP’nin işçi, emekçi yığınlar ve Kürt halkı içinde, köylüler, gençler, kadınlar arasında güçlenmesi mücadelelere yeni ivmeler kazandırdı. Gerici, egemen güçler bu devrimci yükselişi kırmak için dinci, milliyetçi, faşist güçleri, Bozkurtları ilerici güçlerin üstüne sürdü, ülkede gerici faşist terör estirildi, Maraş’ta, Çorum’da alevilere ve devrimci güçlere karşı katliamlar yaptırıldı, Fatsa’da ordu, belediye seçimini kazanan demokratik güçlerin üzerine yürüdü. Direnen Maden-İş işçilerine saldırılar arttı. Ülke ekonomisi “70 sente muhtaç” duruma düştü. 70’li yılların sonunda Türkiye büyük ekonomik, politik kriz içinde bocalıyordu. ABD ve AB başta olmak üzere Dünya Bankası, İMF Demirel hükümetinin acil ihtiyacı olan 1 milyar dolar krediyi vermek için, devlet sektörünün özelleştirilerek yabancı sermayeye açılmasını, ekonominin liberalleşmesini şart koşuyordu. Demirel 24 Ocak 1980’de İMF ve Dünya Bankasının bu koşullarını kabul etmek zorunde kaldı, ama halkın, devrimci ve demokratik güçlerin tepkisi karşısında “24 Ocak Diktası” denen bu kararları uygulayamadı, uygulayamayınca da kredi alamadı. Parlamento kilitlendi, işlemez oldu. Ülkede gericiler ve demokratik güçler arasında oluşan denklik durumu karşısında CİA ve derin devlet, faşist örgütleri daha da çok hareketlendirerek yıllardır süren terör eylemlerine hız verdi. Başta Kemal Türkler olmak üzere işçi liderleri, profesörler, binlerce genç, öğretmen, aydın, bunlar arasında sayısız TKP militanı arka arkaya öldürülüyorlardı.
Bu kaos ortamı NATO’cu, Amerikancı generallerin işini kolaylaştırdı. Kamuoyunda askeri müdahalenin tabanı hazırlandı. ABD ve NATO’nun “izni” ve Kara, Hava, Deniz Kuvvetleri ve Jandarma Komutanlarının katılımıyla Genel Kurmay Başkanı Kenan Evren yönetiminde kurulnan bir cunta 12 Eylül 1980’de darbeyle iktidara el koydu. Parlamento dağıtıldı, siyasi partiler, devrimci sendikalar, ilerici gençlik ve kadın örgütleri kapatıldı, ülkede faşist terör estirildi. Binlerce aydın, genç, demokrat, devrimci, solcu, sosyalist, komünist ve Kürt devrimcisi ve özgürlük savaşçısı tutuklandı, hapishanelere tıkıldı, işkencelerde öldürürüldü. En büyük katliamlar Diyarbakır Hapishanesi‘nde Kürtlere karşı işlendi; onlarca genç devrimci idam edildi. Canını kurtaran yurt dışına kaçtı. DİSK, TÖB-DER, ilerici sendikalar, gençlik, Kürt sol ve demokratik hareketlerinin önde gelen pek çok yöneticisi Avrupa’ya çıktı. Partimiz MK üyelerinden ve kadrolarından bir kısmı Avrupa’ya geldi. Başta Behice Boran, Nihat Sargın, Ahmet Kaçmaz olmak üzere birçok TİP ve TSİP yöneticisi de yurtdışına çıktı, politik göçmen oldular.
Bu gerici, Amerikancı, NATO’cu askersel cuntanın amacı; uyguladığı faşist terörle 70’li yıllarda yükselen işçi, köylü, emekçi sol, devrimci aydın, gençlik, kadın hareketlerini, Kürt özgürlük hareketini ezmek, bir daha ayağa kalkamayacak duruma getirmek, toplumu dizayn etmek, Avrupa’daki gibi birbirleriyle uzlaşan burjuva partileri yaratmak ve Türkiye’yi tamamiyle yabancı sermayenin talanına açmaktı. Bunun için işbirlikçi sermaye çevrelerinin güvenilir adamı ve Dünya Bankası uzmanı Turgut Özal, önce cunta hükümetinin başbakan yardımcılığına getirilerek ekonominin dümeni ona teslim edildi. Daha sonra başbakan olan Özal’ın ilk işi devlet işletmelerini özelleştirerek yabancılara satmaya başlamak oldu. Özal neoliberal politikaların Türkiye’deki ilk uygulayıcılarındandı. Cunta‘nın hazırlattığı otoriter anayasa topluma giydirildi, demokrasi ve özgürlükler alabildiğine budandı, ülke MGK’nın, askeri vesayetin, derin devletin yönetimine bırakıldı. Faşist karakterli anayasa, değiştirilen kimi maddeleriyle bugün hâlâ yürürlüktedir. Çıkarılan siyasi partiler ve seçim yasalarıyla tek adamcı parti anlayışını, seçimlere konan %10 barajıyla halkın büyük kesiminin temsilini engelleyen bir sistemi getirdiler ve diğer bir yasayla da başta Kürtçe olmak üzere Türkçe dışında Türkiye halklarının dillerini yasakladılar. Bunlar yapılırken sol ve demokratik güçler üzerinde yoğun terör estirdiler: Ama halk susmadı. Askeri rejime karşı en büyük direniş, dili ve kimliği baskı altında olan Kürt halkından geldi. Bu kez bu halkın başlattığı silahlı direniş hâlâ sürmektedir. Halkın direnişi karşısında cunta seçim yapmak, sivil hükümet kurmak gibi liberal adımlar atmak zorunda kaldı. Kısmi ve kısıtlı bir burjuva demokrasisine geçmek ise uzun yıllar aldı. Halkımız çok acılar çekti. Bugün de Erdoğan 16 Nisan 2017 referandumunda hile ve zorbalıkla değiştirilen bazı maddeleriyle, 12 Eylül’den kalma bu Anayasaya ve diğer yasalara dayanarak Türkiye’de Hitler biçimi faşist bir tek adam rejimi kurmaktadır. Halkımız buna karşı da direnecektir, direnmektedir. İlerde demokratik rejimin ilk işlerinden biri, faşist anayasa ve yasaları kaldırmak, cuntaları sorgulamak ve Erdoğan’dan hesap sormak olacaktır.
Partimiz 12 Eylül Cuntası‘na karşı direnişe geçen ilk örgütlerden biridir. TKP 12 Eylül 1980’de çıkardığı bir bildiriyle askeri darbeyi, cuntayı protesto etti ve halkımızı cuntaya karşı birleşmeye ve direnmeye çağırdı. TKP, bir yandan yurt içindeki örgütlerini yeni koşullara uyarlamaya çalışırken, diğer yandan yurt dışındaki örgütlerini gerici, Amerikancı, NATO’cu askersel cuntaya, diktatörlüğe karşı harekete geçirdi. Avrupa’da olan ve Avrupa’ya yeni çıkan örgüt ve temsilcileriyle geniş ittifak yaratmaya, cuntaya karşı Avrupa kamuoyunu eyleme geçirmeye çalıştı, büyük protesto yürüyüş ve gösterilerinin yapılmasına katkıda bulundu, Türkiye’deki duruşmalara Avrupa’dan gözlemci gönderilmesini örgütledi.
Parti Politbürosu Türkiye’deki örgütlerimize açıkta olan kadroları hemen geri çekme, tanınmayan yoldaşlardan yöre ve il komiteleri yedeklerinin oluşturulması, yeni bağlantı elamanlarının saptanması direktifini verdi. Cuntanın o anda burjuva partileriyle uğraşmasına aldanılmaması gerektiği ve bu askersel diktatörlüğün sivri ucunun sol demokrat ve devrimci güçlere, özellikle de partimize yöneleceği belirtildi. Önlemlerin acilen alınması gerekiyordu. Ama bu iş kolay değildi. Parti kadrolarının hemen hepsi ortadaydı, biliniyordu. Sendikalarda, derneklerde, açık çalışıyorlardı. Sendika ve dernekler kapanınca bu kadar kadroyu illegaliteye çekmek kolay değildi. İşyerlerinde, semtlerde kendi başına çalışabilecek hücre birimleri çok azdı.
Parti yığınlar içinde ‘kaybolmuş’ değil, yığınlar arasında ‘apaçık’ ortadaydı. Bu ağır koşullara rağmen, belli bir ‘yedek’ örgütlenme sağlandı. Ama cuntanın saldırısı gecikmedi. 1981 Bir Mayıs’ı yaklaşırken partimiz yeni yapıyı tamamlayamadan büyük bir saldırıya uğradı. Politbürodan, Merkez Komitesinden, yöre ve il komitelerinden yüzlerce yoldaş tutuklandı. Ağır işkence gördüler. İşkencede Deniz yoldaş katledildi, birçok yoldaş sakat kaldı. Ağır işkence altında çözülenler oldu, direnenler oldu. Cunta sol, demokrat, devrimci güçleri, sosyalistleri ve özellikle komünistleri bir daha ayağa kalkamayacak şekilde ezmek istiyordu. Ama başaramadı. Parti yaşamayı ve çalışmayı sürdürdü. Yoldaşların büyük kısmı yurtdışına kaçmayı başardılar. Ülkede toparlanmanın örgütlenmesi gerekiyordu. Ama bu nasıl başarılacaktı?
Tutuklanmayan, yurt dışına çıkan MK üyesi yoldaşların katılımıyla Ağustos 1981’de MK Plenumu toplandı. Gündemde cuntanın değerlendirilmesi ve nasıl niteleneceği, cuntaya karşı savaşım ve ulusal demokratik güçlerin en geniş birliğinin, tek cephenin kurulması, parti örgütlerinin durumu ve yaraların sarılması konuları bulunuyordu. Cuntanın niteliği konusunda ülkede sol güçler arasında yoğun bir tartışma vardı. Çoğu askersel rejimi „faşist“ diye niteliyordu. Parti ise Türkiye’deki sınıfların konumunu, burjuva ve tekeller içindeki çelişkileri, ordu içindeki farklı eğilimleri dikkate alarak; askersel rejimin „gerici“ olduğunu, faşist olarak nitelenmesinin tam yerinde olmayacağını, ama yöntemlerinin faşizan olduğunu belirtti ve cuntayı„açık askersel bir diktatörlük“olarak niteledi.
Parti içinde cuntanın karakteri konusunda tartışmalar dinmedi, ama tüm örgütler cuntaya karşı en geniş güçlerin eylem birliği için canla başla savaştılar. 1981 Plenumunda ve plenum sonrasında üzerinde en çok durulan konu, parti örgütlerinin durumuydu. Cuntanın saldırısı sonunda verilen kayıp, alınan yenilgi çok büyüktü. Tutuklananlar arasında bir Politbüro üyesi, birçok Merkez Komitesi, yöre, il ve yerel komitelerden birçok yoldaş bulunuyordu. Bunun nedeni ne idi ve sorumlusu kimdi? O zaman Parti merkezinde H. Erdal Türkiye örgütlerinin doğrudan sorumlusuydu. Parti örgütlerinin yönlendirilmesinde Erdal’ın bazı hatalı tutumları olduğu anlaşıldı. Bunun üzerine H. Erdal bu görevden alındı ve Prag’a Yeni Çağ, Barış ve Sosyalizm Sorunları Dergisi’nde parti temsilcisi olarak görevlendirildi. Durumu kabullenemeyen H. Erdal Prag’tan İngiltere’ye ‘kaçarak’ Yörükoğlu ile bir oldu ve çıkışlarıyla partiye büyük zarar verdi.
Türkiye ile ilişkileri direkt Nabi Yağcı üstlendi. Nabi aynı zamanda Bilen yoldaşın yardımcısı olarak görevlendirildi. Bu arada Türkiye’den çıkıp gelenler çoğaldı. Yurtdışına çıkan kadroların ezici çoğunluğunu Partizan grubu ve çevresinden, TİP’den, TSİP’den ve diğer hareketlerden gelenler oluşturuyordu. Bu yoldaşların nereye ve nasıl yerleştirilecekleri sorun oldu. Hepsinin sosyalist ülkelerde kalmasına gerek yoktu. Büyük çoğunluğunun Batı Avrupa’ya yerleştirilmesi kaçınılmazdı. Bu yerleştirmelerin nasıl olacağı konusunda parti yönetiminde ciddi tartışmalar oldu. Batı Avrupa’daki yoldaşlar, Türkiye’den gelen yoldaşların politik ilticacı olarak değişik Avrupa ülkelerine dağıtılmasını ve bu ülkelerde cuntaya karşı protesto eylemlerin gerçekleştirilmesinde, Avrupa kamuoyuyla ilişkiler kurulmasında, hapisteki tutuklularla dayanışma eylemlerinin düzenlenmesinde görevlendirilmesini önerdiler. Nabi ise, Türkiye’den gelen yoldaşların çoğunun MK, Yöre ve il komite üyeleri olduğunu, yığın örgütlerinde çalıştıklarını ve “sıcak savaşlardan geçen deneyimli kadrolar” olduklarını belirterek, Batı Avrupa’daki parti ve yığın örgütlerinin başına gelmeleri gerektiğini belirtti. Nabi’nin hedefi Batı Avrupa’daki tutarlı, kişilikli, Marksist-Leninci kadrolardan kurtulmak, onları diskalifiye etmek, böylece kendi grupçu, klikçi anlayışına uygun Partizan ve çevresindeki kadrolarla Batı Avrupa örgütlerine hükmetmek, kendi küçük burjuva serüvenci anlayışını onlara dayatmaktı.
Nabi’nin bu tutumu, özellikle Batı Berlin’de büyük tepki gördü. Bu tepkilere aldırmadan, Nabi “emirle”önerisini uygulamaya koydu. Örgütlerde büyük sorun yarattı. Zaten H. Erdal’ın Batı Avrupa’daki örgütlerin yığın çalışmalarını ve düzenledikleri festivalleri ve halka dönük kültür eylemlerini sağcı, reformist faaliyetler olarak nitelemesinin yarattığı tahribata, bir de Nabi’nin yarattığı güvensizlik tahribatı eklendi. Batı Berlin’deki üyelerin bir bölümü bu koşullarda çalışamayacaklarını belirterek izinle, kardeş parti, Batı Berlin Sosyalist Birlik Partisi, SEW’ye gittiler ve çalışmalarını orada yürüttüler. Bu Nabi’nin partide gerçekleştirdiği ilk likidasyon girişimlerinden biriydi.
Erdal’ın İngiltere’ye kaçması parti içinde büyük huzursuzluk yarattı. Parti örgütlerinin ülkede ağır yaralar aldığı bir dönemde parti birimleri, kardeş partiler, özellikle SBKP bu olayı sorgulamaya başladılar. Bunun üzerine Bilen Yoldaş genel sekreterlik görevini Nabi’ye devretti ve kendisi Partinin onursal başkanı oldu. Artık örgütlerle birebir Nabi muhatap oluyordu ve sorumluluk ondaydı. TİP ve TSİP’le yürütülen eylem birliği görüşmelerini de bilfiil kendi eline almak, ona eylem birliği değil birleşme yönünde yeni bir içerik kazandırmak istiyordu. Ama 1981 Plenumu ışığında bu çalışmalar eylem birliği anlayışıyla yürütülüyordu. Daha sonra 1983’de 5. Kongre‘de, kongre kararı olarak gerçekleşen bu görev devri; TİP, daha sonra TSİP ve diğer sol örgütlerle birleşme kararı, 1973’te başlayan ATILIM sürecinin kesintiye uğraması, tekrar Şefik Hüsnü çizgisine geri dönülmesi anlamına geliyordu. Partide geri dönülmez bir likidasyon, yeniden bir burjuva kuyrukçuluğu dönemi başlıyordu.
TİP, TSİP ve Kürt sol ve demokratik güçleriyle görüşmeler
1981 Plenumunda ortaya çıkan eylem birliği anlayışıyla Parti, sol ve demokratik güçlerle eylem birliğinin ve tek bir cephenin oluşturulması için hemen harekete geçti. Parti TİP’e, TSİP’e, Kürt sol ve demokratik güçlere, liderlerine, sendika ve gençlik liderlerine, Dev-Yol ve Maoculara kadar yurtdışında olan tüm parti, örgüt, grup ve kişilere gitti. Cuntaya karşı geniş bir eylem birliğinin, ittifakın oluşturulması çalışmalarında, PKK ne yazık ki bu görüşmelerin dışında tutuldu. PKK ile ilişkiye geçmede parti yönetiminde iki zıt görüş vardı. Kimi yoldaşlar PKK’nin terörist, anarşist örgüt olduğu görüşünde, buna karşı çıkan yoldaşlar da, PKK’nin bütün diğer Kürt parti ve grupları gibi ulusal demokratik bir hareket olduğu görüşündeydi, eylem birliği ve tek cephe çerçevesinde bunlarla da ilişki kurulmasını savunuyorlardı. Bu görüş azınlıkta kaldı. Çoğunlukta olanlar PKK’nin ülkede etkisinin olmadığını söylüyor, Kürt ulusal demokratik hareketini Kürt küçük burjuva aydın parti ve gruplarıyla sınırlandırıyorlardı ve böyle de oldu. Nabi bu çizginin savunucusuydu. Bu çizgi daha sonraları Federal Almanya’da PKK’nin terörist olduğu için kapatılmasını öngören Burkaycılar‘ın Federal İçişleri Bakanı Zimmermann’a yazdıkları mektuba imza atmaya kadar gitti ve sonuna kadar sürdü.
Yoğun eylem birliği ve cephe çalışmaları sonunda cuntaya karşı Frankfurt’ta dev bir yürüyüş düzenlendi. Eylem birliği için ilk adımlar atıldı. Parti bu örgütler içinde özellikle TİP, TSİP ve Kürt sol ve demokratik güçlerle olan görüşmelere büyük bir önem verdi. Bu örgüt ve hareketlerin liderleriyle temaslar ve görüşmeler yoğun şekilde sürdürüldü. TKP’den bu görüşmeleri sürdüren Şiko yoldaştı. TKP onlara eylem birliği önerisiyle gitti ve cuntaya karşı ortak eylemde bu birliğin önemini vurguladı. Ama TİP’ten Behice Boran ve Nihat Sargın, TSİP’ten Ahmet Kaçmaz ve Yalçın Yusufoğlu bu öneriye karşı çıktılar. Sekter, bencil ve kariyerist tutumları nedeniyle eylem birliği çalışmalarını çıkmaza soktular. Bunlar eylem birliğinden çok, kendilerinin Marksçı-Leninci, partilerinin de birer komünist partisi olarak kabul edilmesi koşulunu getiriyorlar ve üç partinin birleşmesi gerektiğini belirtiyorlardı. Bu tutumun yanlış olduğunu, legal partilerini illegal duruma sokacaklarını, ilerde askeri rejimden kurtulurken legal çalışma olanaklarını kaybetmiş olacaklarını anlamak ve kabul etmek istemiyorlardı. Onların bu tutumunun altında, “gerçek TKP siz değilsiniz biziz, yurtdışı değil yurt içidir” tartışması ve dayatması yatıyordu. Çünkü Boran ve Sargın TKP’nin üyeleriydi. Kendilerine, yerlerinin TKP MK olduğu, Merkez Komitesi üyesi olarak görevlerinin de TİP’i legal parti olarak yaşatmak ve yığınsallaştırmak olduğu söylendiğinde, TİP’in komünist partisi olduğu ve TKP ile birleşmekten başka seçenek kabul etmeyeceklerini belirtiyorlardı. Onların bu ‘inadında’ SBKP’nin ve Bulgar yoldaşların etkisi büyüktü. Sovyet ve Bulgar yoldaşlar bu konuda ne yazık ki yanlış tutum içindeydiler.
Sovyet yoldaşların TİP’ne ilişkin tutumu yeni değil, 1960’lı yıllara dayanıyordu. 1965 seçimlerinde TİP’in Meclise girmesiyle Sovyet yöneticileri doğrudan TİP yöneticileriyle ilişkiye geçtiler ve TİP’i komünist partisi olarak gördüklerini söylediler. Sovyet yöneticileri Aybar ve Boran’ın kim olduğunu çok iyi biliyorlardı. Bu konuyu Nihat Sargın 12 Aralık 2007’ de Tüstav’da yayınlanan yazısında şöyle dile getiriyordu:
„Sovyetler Birliği Başbakanı Kosigin 1966’nın son günlerinde Ankara’ya gelmişti. Aybar’la da özel olarak gürüşmek istediğini belirtmiş, Aybar Sovyetler Birliği Elçiliğine çağrılmıştı. Kendi anlatışına göre, elçilikte birçok koridordan geçirilerek ulaştığı odada Kosigin’le karşılaşmış ve Kosigin, TİP’i, kardeş parti olarak görmek istediklerini belirtmiş; yani Türkiye İşçi Partisi, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği Komünist Partisi’nin kardeş partisi olacak.
Aybar reddetmiş, dışarıya atıfla bir kardeş partinin zaten mevcut olduğunu hatırlatmış, Kosigin o konunun kolayca hallolabileceğini söyleyerek hemen yanıt verilmeden biraz daha düşünülmesini istemiş, ancak Aybar ret kararını değiştirmemiş, yanılmıyorsam bugünkü durumun hem parti, hem de Türkiye-Sovyetler Birliği ilişkileri açısından daha yararlı olabileceğini de eklemiş.
Bunları anlattı Aybar, reddetmişti, ama anlatırken Kosigin’in isteğinden dolayı adeta gurur duyuyor, gururlanıyor gibiydi. Anlatmak istediğim iki olgu bunlar. İnanıp inanmamakta serbestsiniz, çünkü başta dediğim üzere size göstereceğim başka bir yazılı belge veya tanığım yok, belki bir gün bunların belgesi de bulunabilir ama benim elimde öyle bir dayanak yok. Ama inanıyorsanız, 1951 tutuklanmasından 1988 TİP-TKP birliğine kadar giden kırka yakın yılı birçok bakımdan kafanızda yeniden değerlendirme ihtiyacı duyacağınıza eminim.
Ne demek istediğimi anlattım sanırım; geriye doğru yolculukta eski yorumları yeniden değerlendirmeye yol acacak yeni bilgiler her zaman karşınıza çıkabilir, buna hazırlıklı olunmalıdır.“
Yeri gelmişken belirtmek gerekir ki, Kıvılcım’ın yamağı Vedat Türkali de Berlin’deki bir toplantıda, Sovyetler’in 1960’larda Türkiye’deki partililere yurtdışında yapılacak konferansa katılmaları için haber gönderdiğini ve Türkiye’dekilerin bunu reddettiğini anlatmıştı. Disiplinsizlik yaptıklarını itiraf etmişti.
80’li yılların başına kadar, Sovyetler’in bu dayatmalarına rağmen, TİP’le birleşmeye bütün politbüro üyeleri tam birlik içinde karşı çıktılar. Politbüro TİP, TSİP ve diğer sol partilerle kardeşçe eylem birliğini savunuyordu. Bu birlik Aram yoldaşın ölümüne kadar sürdü, ondan sonra Politbüro’da denge değişti. Veysi Sarısözen çoğunluk oyuyla PB’ya girdi.
80’li yılların ilk yarısında Sovyetler’in etkisiyle partimizdeki fraksiyoncu unsurlar, anti-leninist bir çizgide çoğunluk sağladılar. Parti içinde eski birer TİP’li olan Nabi ve Veysi harekete geçtiler, TİP’le ve diğerleriyle birleşmenin başını çektiler. Bunlar bir yandan 12 Eylül sonrası parti organlarında sağladıkları çoğunluğa, diğer yandan da Sovyet desteğine dayanarak Bilen’e baskı yapmaya başladılar. İlk başta birleşmeye kesinkes karşı çıkan Bilen zamanla bu iki baskıya karşı koyamaz hale geldi. PB’dan TİP, TSİP ve Kürt hareketleriyle görüşmeleri yürüten Şiko yoldaş da Bilen yoldaş gibi bunlarla birleşmeyi değil, eylem birliğini savunuyordu. Sonunda Şiko yoldaş, partimizin TİP, TSİP yöneticileriyle birlikte eylem birliği sorunlarını tartışmak için bir toplantı yapılması konusunda mutabakat sağladı. Bu toplantı Prag’da oldu. Toplantıda Behice Boran, TKP’den görüşmeleri götüren PB üyesi Şiko yoldaş için, o bu toplantıya katılırsa biz geri döneceğiz ve toplantıyı terk edeceğiz diye dayattı. TKP delegasyonu Bilen, Nabi, Veysi ve görüşmeleri sürdüren Şiko yoldaştan oluşuyordu. TİP’den Boran, Sargın ve Sakalsız gelmişti. TSİP’ten Ahmet Kaçmaz ve Gültekin Gazioğlu vardı. TKP delegasyonu birlik halinde çıkmadı ve Behice Boran’a boyun eğdi. Şiko yoldaş toplantıyı terk etme zorunda bırakıldı. Toplantıda eylem birliği değil, birlik yönünde eğilim ağır bastı. Bu olay 5. Kongre’den önce oldu. Kongre hazırlıkları bu kapitülasyondan sonra hızlandı. Kongre öncesinde Sovyet yönetiminden Nabi’nin genel sekreter olması ve TİP’le birliğin hızlandırılması için müdahaleler de yoğunlaştı. Bu ortam içinde gidilen 5. Kongre Parti tarihinde yeni bir dönüm ve kırılma noktası oldu. Bu Partide yeniden Şefik Hüsnü çizgisine doğru bir yönelmeydi.
Likidasyon dönemi
Partinin 5. Kongresi 1983’de Prag’ta toplandı. Partinin yeni Merkez Komitesi, Genel Sekreteri, Genel Başkanı seçildi. Yeni tüzük ve programı kabul edildi. Cunta faşit diktatörlük olarak nitelendi, bu anlayışın sonucu olarak da ülkede “artık barışçıl geçiş yolları tıkanmıştır” saptaması yapıldı. Bu saptama, Türkiye’de seçimlere gidilmesi ve Nabi Yağcı ile Nihat Sargın’ın 1987’de Türkiye’ye dönmesi ile çelişki yaratıyordu. Bu bir tutarsızlık örneğiydi.
Uzun yıllar sonra bir parti kongresi yapılması, Sovyet yöneticilerinin şemsiyesi altında toplanması şeklen büyük bir olaydı ama içerik bakımından bir yenilgi, yeni bir kırılmaydı. Bu Kongrede parti Marksçı-Leninci konumları terketti, partinin likidasyonu fiilen resmileştirildi. Nabi ve etrafındakiler Sovyetlerden aldıkları destekle ‘işçi sınıfının birliği’ adına TİP, TSİP ve diğer sol örgütlerle organik birliği ilkesizce savunmaya, sosyal demokrat, küçük burjuva çizgide bir yol izlemeye başladılar. Onlar bunu parti organlarındaki çoğunluğa dayanarak, bürokratik merkeziyetçiliği işleterek uyguladılar, parti içinde sanki bu birliğe karşı çıkanların olmadığı kanısını yaratmaya çalıştılar.
Kongrede yaptığı açış konuşmasında Bilen yoldaş, bir kez daha partiye gelmekte olan tehlikeyi görerek, Leninizm yolundan ayrılmamak gerektiğini vurguladı ve şöyle dedi:
’’..Kongremizi böyle uzun bir süre yapamamak acıdır. Ne ki, partinin üzerine gölge de düşürmüyor. TKP 51 yıl boyunca, hiçbir gün savaşın dışında kalmadı. Biz komünistler bu dönem boyunca, yaklaşık 25 büyük tutuklama yaşadık. Hepsine göğüs gerdik. Her tutuklamadan, her hıyanetten sonra yeniden ayağa kalktık. Bu sevinçli günlere, sayısız kurbanlar, büyük acılar pahasına ulaştık…
Yitirdiğimiz yoldaşlarımızın anısı önünde parti 5. Kongresinde bir kez daha
saygıyla eğilelim…
Mustafa Suphi ve 14 yoldaşımız için, idam sehpasında “Yaşasın TKP” diye
haykıran Mesut Yoldaş için, 1951’de işkencede öldürülen Hasan Basri, faşist
teröristlerin vurduğu dokumacı Meryem Karakız yoldaşımız için; Barış Yıldırım,
Kenan Öztürk, Hüseyin Güzel, Avni Ece, Fevzi Kuruçay, Talip Öztürk, Ali İhsan
Özgür, Celalettin Kesim, Mehmet Çakmak, Demir Yaraşık, Bahri Gürpınar için;
halk düşmanı generallerin zindanlarında öldürülen Ahmet Hilmi Feyzioğlu, ve
MK’mizin yiğit üyesi Mustafa Hayrullahoğlu için; 4. Kongreden bu yana
yitirdiğimiz tüm parti yönetici ve militanları için, sizleri saygı duruşuna
çağırıyorum.
TKP, 1922 yılında yasaklandığı zaman, MK şu tarihsel açıklamayı yaptı: “Uluslararası
proletarya ve Türkiye işçi sınıfı varoldukça, TKP yok edilemez.”
Şimdi bu açıklama bir kez daha parlak biçimde doğrulanıyor. 1981 Mayısında
TKP’yi yok ettik diyen faşist diktatoranın suratına, 5. Kongre bir balyoz gibi
iniyor. (…) komünistin tutuklanmasından, provokatörlerin saldırısından,
döneklerin hıyanetinden sonra, parti kısa zamanda yeniden ayağa kalkmıştır…
Komünistlerin direngenliğini kırmaya kimsenin gücü yetmeyecektir.
Birinci Kongre 1920’de Bakü’da yapıldı. Partinin kurulduğu bu günde,
kongre, Lenin’i selamladı. Burjuvazi bu kongreye 28-29 Ocak 1921’de kanlı
Karadeniz cinayetiyle yanıt verdi.
Parti yıkılmadı…
İkinci Kongre, 1922’de Ankara’da toplandı. Sovyet, Fransız ve Alman komünist partilerinden delegelerin katıldığı kongre Türkiye halkını ulusal kurtuluş savaşına, ateş boylarına katılmaya çağırdı. Komünistler silah elde cepheye giderken, burjuvazinin kongreye yanıtı kongre binasını yakmak, kongre delegelerine silahla saldırmak oldu. Az sonra parti kapatıldı.
1925 yılında TKP Üçüncü Kongresini topladı. Bu kez burjuvazinin yanıtı daha sinsi oldu… Partiyi içerden vurdu, ajanlarını sızdırdı. Partiye karşı ikinci cephe açıldı: Likidatörlerin, oportünistlerin saldırı cephesi…
TKP, her iki cephedeki saldırıyı göğüsledi; yeniden örgütlendi, sıralarını likidatörlerden arındırdı. 1932 yılında 4. Kongre‘yi İstanbul’da topladı…
TKP işte 4. Kongre’den bu yana, varlık-yokluk savaşını dişe diş verdi.
Yoldaşlarım,
Kongre çok uzakta kaldı, diye düşünenler var. 4. Kongreden sonra geriye ne
kaldı diyenler var… 51 yıllık tarihi anlatmayacağım. Bu savları çürüten bir
kanıt öne süreceğim.
4. Kongre’nin örgütçülerinden ve delegelerinden Mehmet Bozışık 5. Kongrenin de
delegesidir. 5. Kongre, 4. Kongreye böylesine canlı tarihsel köprülerle
bağlıdır.
Yoldaşlar,
Kongremiz ağır koşullarda toplandı. Amerikan emperyalizminin çılgınca gidişi; önümüze barış mı, savaş mı sorusunu ivedi bir seçenek olarak getirdi. Ülkemiz faşist diktatoranın ezgisi altında… Kongre savaşa ve faşizme karşı işçi sınıfımızın eline güçlü bir silah verecektir.
Çetin koşullarda örgütlerden delege yoldaşların Kongreye koşması, faşizmin
duvarında bir gedik açmıştır. Diktatörlük işkenceyle, tutuklamayla,
provokatörlerle kongreyi önleyememiştir.
Eski kuşaklar 4. Kongre‘den bu yana, tam 51 yıl boyunca savaştılar… İyi
günlerimizi görenlerimiz, bu günlerimizi görenlerimiz ne acı ki az oldu… Ama,
bu günleri görmeden gözlerini yumanlar hiçbir zaman geleceğin çok daha iyi
olacağından umutlarını kesmediler…
Onlar Lenin’in şu güzel anlamlı sözlerine inanmışlardı:
Biz babalarımızdan daha iyi savaşıyoruz. Oğullarımız da bizden daha iyi savaşacaklar ve utkuya ulaşacaklardır.’’
Bu konuşma Bilen yoldaşın duyulması gereken bir çığlığı, unutulmaması gereken bir vasiyetiydi. Kongreden kısa bir süre sonra Bilen yoldaş öldü. Nabi onun bu uyarılarını açıkça çiğnemeye başladı. 1985’de Sovyetler’de Gorbaçov’un yönetime gelmesiyle Nabi daha da güçlendi, parti içinden gelen tepkileri hiç dikkate almadan TİP’le ve diğerleriyle birlik adımlarını hızlandırdı. Yağcı’nın “Birlik, yasallık, yenilenme” belgisi bir yerde Gorbaçov’un Glasnost ve Perestroyka belgisinin Türkiye versiyonu idi. Onun için Gorbaçov politikasının bizde uygulanışı çok kolay oldu. Kadrolar önceden hazırlanmış, kayyuma teslim edilmiş bir durumda bekliyordu. Bunlar açıkça her alanda Gorbaçov’un yolunu izlemeye başladılar. TİP’le birleşiyoruz diye önce partiyi likide ettiler, tüm örgüt ve birimlerini dağıttılar. Partiyi legalizm bataklığında soysuzlaştırmaya başladılar. Bir kongreyle likidasyonu sonuçlandırmak istiyorlardı. Ama Nabi 1987 yılında kongre hazırlıkları sırasında, kongreyi beklemeden, bir „sansasyon“ yapmak için Türkiye’ye dönme kararı aldı. Nihat Sargın’la birlikte döndüler, tutuklandılar. 1988’de yapılan 6. Kongre ile TİP’le birleştiler, birlikte TBKP’yi kurdular. 1990’da hapisten çıktıktan sonra TBKP’yi legal olarak kurdular. Sözde birlik yolunda daha sonra TSİP ve diğer sol partilerle birleşen TBKP, önce Sosyalist Birlik Partisi (SBP), sonra Birleşik Sosyalist Partisi (BSP) adını aldı. Her birleşme daha çok sağa, burjuva saflarına kayışı, kadroların daha çok dağılmasını, tahrip olmasını getirdi. Her seferinde likidasyonu daha da derinleştirdiler.
Bu süreçte başta TKP ve TİP’in birleşmesini hararetle savunan parti yöneticileri, büyük tekstil iş adamı olan Cem Boyner’in kurduğu partiye, ‘Yeni Demokrasi Hareketi’ YDH’ye katıldılar, açıkca burjuva düzenini, burjuva demokrasisini savundular. Geriye kalan diğer parti yöneticilerinin büyük bir çoğunluğu ise Dev-Yol gibi küçük burjuva, ulusalcı-kemalist hareketle, yeşil, troçkist gruplarla birleşerek ‘Özgürlük ve Dayanışma Partisi’ ÖDP’yi kurdular. Bunlar bir ayağı devlet içinde, diğer ayağı sol içinde olan Şefik Hüsnü yandaşı Mihri Belli, Rasih Nuri İleri, Vedat Türkali, Bilal Şen gibi TKP düşmanlarıyla saf tuttular. Bunlar Bilen’in tüm parti yaşamında savunduğu Marksist-Leninist anlayışı terk etme, burjuvazi ile uzlaşma idi. Şefik Hüsnü’nün yaptığı gibi Kemalistlerle, burjuvaziyle birlikte hareket etmekti.
Beşinci Kongre’de alınan TİP’le birleşme kararı sıradan bir karar değildir. Bu kararla parti geleneksel Marksçı-Leninci ideolojisini, politikasını, parti ve örgütsel anlayışını terk etmiş, burjuva ideolojisini, sosyal demokrasiyi, küçük burjuva parti anlayışını benimsemiştir. Bunun için Nabi Yağcı’nın daha sonra 5. Kongre için “bir kopuş, ideolojik/politik tarihsel bir yol ayırımıdır” diye bir saptama yapmış olması boşuna değildir. Bugün 5. Kongre’yi ve onun kararlarını, TİP’le birleşmeyi, TBKP’yi savunanlar, ona yeniden yasallık sağlamaya çalışanlar, TKP likidasyonunu devam ettirmek, Nabi’nin yolunda gitmek isteyenlerdir. Bunlar bilimsel sosyalizm temelinde sınıf savaşı yerine küçük burjuva legalizm batağında yuvarlanmayı tercih edenlerdir. 5. Kongre’de yapılan yanlışlıklar ve kongrenin kendisinin bir kırılma olduğu görülmeden, TİP’le birleşme sorgulanmadan TKP likidasyonuna son verilemez, yeni atılım yapılamaz. Bu sorgulamayı yapmayanların, komünistlerin birliği gibi anti-Leninci bir görüş savunmaları boşuna değildir. Bu Nabilerin açtığı likidasyon yolunun devamıdır.
Birleşmeye yetkili organlarda karar verilmiş olması durumu bile, birleşme olgusunun yanlışlığı gerçeğini değiştiremez. Demokratik santralizm ilkemize göre çoğunluğun kararı tartışmasız, duraksamasız uygulanır. Doğruluk ya da yanlışlık pratikte ortaya çıkar, yanlışsa karar düzeltilir. Çoğunluğun oluşumundaki iç ve dış faktörlere bakılarak söylenecek olursa, partimizin birlik konusundaki kararının yanlışlığı pratikte kanıtlandı. Böylesi bir karar artık yinelenemez. Önemli olan kararlardan ders çıkarmaktır, tersi felsefi idealizmdir, metafizik görüştür. Tekrarlamak ya deliliktir ya da amaçlı bir tahribattır, partiyi darmadağın etmektir. Bizde ve Sovyetler’de olan budur: Bugün ne Sovyet ülkesi var, ne de TİP var, ne de bir avuç TKP’li dışında TKP var.
Reel sosyalizmin çökmesiyle dünya işçi hareketinde, komünist partilerde sağa doğru büyük bir savrulma oldu. Birçoğu sosyal demokrat partisine dönüştü. Komünist partisi adını koruyanların çoğu da koyu birer antistalinist oldular, birer Troçki yanlısı kesildiler. Lenin ve Stalin, özellikle Stalin döneminde sosyalizmin kazanımlarını karaladılar, açık antikomünist, antisovyet kesildiler, burjuvazi tarafından takdir gördüler. Marksist-Leninist ilkeleri, devrimci anlayışı terk ettiler. Marksist-Leninist partilerin miadını doldurduğunu, yeni dönemin kendisine marksist, komünist, ilerici, devrimci diyenlerden oluşan „geniş” tabanlı partiler, yeni sol partiler oluşturma dönemi olduğunu ilan ettiler. Bunlar, Sovyetler Birliği’nin, reel sosyalizmin çökmesini büyük bir özgürlük olarak gördüler, kapitalizmin değiştiğini, hümanistleştiğini iddiaya kalkıştılar, şimdi işçi sınıfı birliğinin daha kolay gerçekleşebileceğini, komünistlerle sosyaldemokratların daha kolay birleşebileceğini ileri sürdüler, burjuva demokrasisini mutlaklaştırdılar, illegaliteye artık gerek yok dediler, legalizm batağında yuvarlanıp durdular. Bunlardan biri de Nabi Yağcı ve şürekası idi.
Nabi Yağci’nın ihaneti, dönekliği
Hapisten çıktıktan sonra Nabi Yağcı hızla büyük burjuva çevrelerine yamanmaya başladı. O artık verdiği röportajlarda, yazdığı yazılarında dönekliğini açıkça dile getiriyor, Marksizme saldırıyor, Stalin’i ve Bilen’i suçluyordu. Daha 1991 yılında Cumhuriyet gazetesine verdiği bir mülâkatta Nabi şöyle diyor:
“Her teori gibi Marksizm de eskiyip aşılmıştır. Artık sınıf mücadelesi toplumsal değişmenin belirleyicisi olmaktan çıkmıştır. Bu da Marksizm adına sevinilecek bir şeydir” (Cumhuriyet: 21.12.1991).
Nabi Yağcı bu mülâkatında „ben artık marksist değilim, kendi adıma da bundan hoşlanıyorum“ diyor. Onun Marksizm “eskiyip aşılmıştır” demesi bir zırvadır. Zira bilim aşılmaz. Ama Marksizmin neye dayanarak aşıldığını belirtmiyor. O bunu kasıtlı yapıyor. Bu Marksizmi çarpıtmanın en çaylak ve kaba biçimidir. Marksizm herhangi bir teori değildir. Marksizm, günümüzde Marksizm-Leninizm diyalektik ve tarihsel maddecilik, politik ekonomi ve bilimsel sosyalizm olmak üzere birbirinden kopmayan üç ana daldan oluşan bir bilimdir. Bu bilim en modern bilimdir, ileriye doğru hep gelişir, aşılmaz. Yine aynı mülâkatta Nabi, artık komünist partisinin değil, yeni bir sol partinin gerekliliğini belirtiyor ve şöyle diyor:
“Yeni yapılanmalar çözülme olmadan mümkün olamaz. Sadece bir binayı onarmak istiyorsanız, bu yeniden yapılanma değildir. Yenilenme eski gömleği çıkarıp atmak değil, deri değiştirmektir.” Böylesi yeni bir partide „en aykırı düşünenlerle de beraber olabilmeyi günümüz yeni politik kültürünün bir gereği olarak” gördüğünü açıklıyor. Bu, likidasyonun, burjuvaziye teslimiyetin ta kendisidir. İşçi sınıfının “deri değiştirmesine”, yeni bir partiye ihtiyacı yoktur. Onun partisi hâlâ çelik disiplinli, tek yumruk halinde hareket eden, saflarında aykırı düşünenlere, burjuva ideolojisini savunanlara yer vermeyecek Marksçı-Leninci partidir. Bu dün böyleydi, bugün böyledir, yarın da böyle olacak! Marksçı-Leninci parti emperyalizm döneminin bir gereğidir. Emperyalizm sürdükçe bu gereksinim her zaman varolacaktır.
Nabi Yağcı TİP’le, diğer sol partilerle birleşirken derisini değiştirmiş, TBKP’den ÖDP’ye kadar kurulan yeni partiler, TKP geleneğine bağlı Marksçı-Leninci partiler değil, tersine bu geleneğin inkârı olan küçük burjuva sol sosyalist, TKP’nin ideoloji ve politikasına, örgüt anlayışına taban tabana zıt partilerdi. Nabi Yağcı Tüstav sitesindeki yazılarında boşuna, 1983’deki “TKP 5. Kongresi ile ‚resmi tarih’ anlayışının dışına çıkmaya başlamıştık” demiyor ve hatta kongre kararının “bu açıdan eksik” olduğunu söylüyor ve bu “eksik” ya da “yanlışı” daha sonraki MK plenumunda, karşı çıkan olmasına rağmen “giderdik”, “TİP ile birliği ‘eşit haklılık’ temelinde birlik olarak formüle ettik” diyor (Tüstav, 25.12.2003). Ayrıca Nabi Yağcı “TİP-TKP birliğine sıcak bakmayan Bilen’in tarih tezinin… TKP 5. Kongresi’nde kalkmış” olduğunu ilan ediyor (Tüstav, 31.12.2003).
Ne demektir bu “resmi tarih anlayışının dışına çıkmak”, “Bilen’in tarih tezini kaldırmak”? Nedir TKP’nin, Bilen’in tarih tezi? Evet dünyaya, ülkeye, olaylara bakışta iki tarih görüşü, yaklaşımı, tezi vardır, her ikisi de sınıfsaldır ve kendi sınıfının tarafını tutar. Bağımsız, partiler üstü bir tarih anlayışı yoktur. Burjuvanın tarih tezi idealizme dayanır, metafiziktir, tanrı ve kapitalizm, mutlak ve ebedidir. Marksist-Leninistlerin tarih tezi diyalektik ve tarihsel maddeciliğe dayanır. Buna göre hareket ve gelişmenin itici gücü mutlak bir dış güçten değil, maddenin, toplumun iç çelişkilerinden gelir, kapitalizm ebedi değildir, onun temel çelişkisinden doğan emek sermaye, burjuva-proletarya çelişkisi, buradan çıkan sınıf mücadelesi onun gelişme yönünü ve sonunu belirler, sosyalizmin kaçınılmaz olduğunu ortaya koyar.
Bilen yaşamı boyunca Marksizmi-Leninizmi, sosyalizmi, Sovyetler Birliği’ni, uluslarası işçi ve komünist hareketini, dünya devrim sürecini savundu, kapitalist sömürüye, emperyalist talana karşı savaştı, proletaryanın tarihsel misyonunu gerçekleştirmesi, kapitalizmi yıkıp sosyalizmi kurması için işçi sınıfının birliği, emekçi yığınlarla ittifakı, komünist partisinin TKP’nin güçlenmesi için çalıştı, işçi sınıfının ve partisinin içine sızarak burjuvaziyle uzlaştırmak, kuyruğuna takmak isteyen, işçi demokrasisine karşı burjuva demokrasi ve özgürlüklerini savunan, TKP’yi bir küçük burjuva partisi yapmak isteyenlere, en başta Şefik Hüsnü’ye karşı amansızca savaştı. TKP’nin Marksçı-Leninci ideolojik, politik ve örgütsel varlığını korudu. Bilen’in tezi, yalnız Bilen’in değil, Mustafa Suphi’nin, Nâzım’ın, Demir’in, Aram’ın da tarih teziydi. Küçük burjuva oportunist, revizyonist, maocu, troçkist uzlaşmacı gruplarla, Şefik Hüsnücülerle savaşılmadan burjuvaziye karşı savaşta işçi sınıfı tarihsel misyonunu yerine getiremez. Nabi Yağcı’nın ‘dışına çıktık’, ‘kaldırdık’ dediği Bilen’in tarih tezi budur. Ama kendisi bunun ne olduğunu söylemiyor, söylemekten korkuyor.
Bununla da kalmıyor, Nabi: “Laz İsmail TKP’nin Stalin’iydi” diyerek Stalin’i ve Bilen yoldaşı antikomünistlerin, antisovyetçilerin yaptığı cinsten suçlamaya kalkışıyor. (Hürriyet, 28 Ocak 2002) Nabi Stalin’i suçlarken sosyalizm kuruculuğunda proletarya diktatörlüğüne karşı olduğunu ortaya koyuyor. Bilen Stalin’ciydi, ama Nabi’nin anladığı Stalinci değildi. O, Stalin gibi proleteryanın yüce davasını, sosyalist sistemi savunan, burjuvaziye ardıcıl savaşı olan bir Marksist-Leninistti.
Nabi’nin tarih tezi ise, parti içindeki ikinci akımın, Şefik Hüsnü’nün ve adamlarının, Kıvılcımlı’nın, Mihri’nin, Aybar’ın, Boran’ın tezleridir, görüşleridir. 5. Kongre’de bu tez üstün gelmiştir, 1983’de resmen 73 Atılımı ile gelen parti politikası terk edilmiştir. Parti küçük burjuva sosyal demokrat bir yola girmiştir. Nabi’nin tezinin özü idealizmdir, Marksizm-Leninizmin inkârıdır, sınıf savaşına, işçi sınıfının Marksçı-Leninci devrimci partisine gerek görmeyen, burjuvaziyle uzlaşmayı esas alan görüştür, pluralist anlayıştır, sınıf değil birey merkezli yaklaşımdır. Marksist-Leninist değil, Spinozacı, Kant ve Hegelci anlayışın Türkiye versiyonudur. Toplumsal gelişmeyi belirleyen iç çelişkiler değil, dış güçlerdir, tanrılardır, uzlaşmacılıktır, „karşılıklı bağımlılıktır“, „ulusal mutabakattır“. Ona göre parti bir tek çizgi üzerinde yürüyen bir örgüt değil, içinde yön ve görüş bolluğu olan bir örgüt olmalıdır. Nabi Yağcı’nın en son vardığı yer AKP’yi desteklemek ve onun “devrimsi” politikasına hayranlık olmuştur.
20 yıllık TKP karşıtlığı
Nabi Yağcı’nın partiye verdiği tahribata karşı tepkiler zamanla yükselmeye başladı. Ama bunlar likidasyondan ders çıkarmış değillerdi. Hâlâ TİP ve öbür partilerle birliği savunuyorlar, komünistlerin birliği gibi çürük bir silaha sarılıyorlardı. Bunlara bakılırsa, TKP’yi yeniden oluşturmak ve ayağa kaldırmak için bütün sol marksist geleneklerden komünistim diyenlerin birliğini oluşturmak gerekliydi. ÖDP dağıldı, yeni gruplar çıktı, 1996’da böyle bir toplantı Gümüldür’de yapıldı, sonuç alınamadı. Sözde birlik kokteyli içine her soydan, her boydan kişilerin girebilmesi Marksizm-Leninizme aykırıdır. Bu tür birliği kotarmaya çalışanlar Marx, Engels ve Lenin’in Proudhonculara, Lasallecilere, Kautskylere, Bernsteinlara, Martovculara, Troçkistlere karşı verdiği savaşları görmezlikten geliyor, partimizin içinden çıkan sağlı-sollu sapmaların; Şefik Hüsnü, Mihri Belli, Kıvılcımlı gibi oportünistlerin pratiğinden yararlanıyor, Sweezy ve Magdoff gibi Amerikan istihbarat örgütlerinde ve hükümetinde çalışan kişileri yoldaş diye lanse ediyorlar. Bu görüş ve anlayış yeni tip Leninci parti ilkeleriyle bağdaşmaz. Bunlar Nabi Yağcı’nın örgütlenme modellerini yineleyip üstüne komünist mantosu giydirerek partinin gelişmesini baltaladılar. Sonraları bu küçük gruplar kendilerini komünist partisi diye adlandırarak TKP adını ve geleneğini lekelediler. Her boydan ve soydan komünistlerin birliği anlayışı kökten yanlıştır. Bu anlayışla parti ayağa kaldırılamaz. TKP geçmişte de günümüzde de Marksizmi-Leninizmi savunanların, Mustafa Suphi ve İ. Bilen’in savaş yolunda gidenlerin, Şefik Hüsnü, Mihri, Kıvılcımlı, Boran gibi reformistlerin, burjuva uzlaşmacıların, açık ve gizli Kemalistlerin, devlet komünistlerinin tutum ve anlayışını reddedenlerin partisidir.