Haber / Yorum / Bildiri

Seçimlerin kaybedilmesinde sosyal ve toplumsal nedenler

Barış ALPER

Türkiye: Çarpıklıklarla dolu bir toplum

BASIN ve medyada muhalefetin seçimleri neden kaybettiği tartışması sürüyor. İlk günlerde konuşulan, Erdoğan’ın yaptığı ileri sürülen hile, manipülasyon, sahte oylar ve sınırsız kullandığı devlet olanaklarının yarattığı eşit, adil, şeffaf olmayan seçim koşulları, muhalefetin sandıklara sahip çıkamaması gibi gerekçeler yerini daha rasyonel, Türkiye toplumundaki, özellikle son 21 yılda toplumda yaşanan değişimleri içeren analizlere bıraktı.

İlk söylenenler: Hileden sandıklara sahip çıkmamaya kadar, hepsi doğrudur, yapılmıştır ve seçimlerin kaybedilmesinde önemli roller oynamıştır. Ama bunlar seçimin neden kaybedildiğini, halkın yarıdan fazlasının enflasyon, pahalılık, ekonomik krize rağmen Erdoğan’ı neden seçtiğini açıklamaya yetmemektedir. Açıklamak için eleştirel bir gözle topluma, daha doğrusu Türkiye toplumunun “yaratılmasından” beri gelen çarpıklıklara, yapısallaşmasına bir bakmak gerekmektedir.

Kuruluşunun 100. yılında miyadı dolmuş bir Cumhuriyet

Kuruluşunun 100. yılında bu Cumhuriyet’in miyadı dolmuştur, çünkü bu Cumhuriyet ezerek üzerinde yükseldiği dört toplum kesimi ile barışamamıştır; onları eşitlik, demokrasi, özgürlük ve özerklik temelinde entegre edememiştir, toplumsal birliği sağlayamamıştır. Zaten bu onun tabiatına aykırıdır, kutuplaşma onun yapısındadır. Bu dört kesim 1. Kürtler ve diğer halk ve azınlıklardır, 2. Alevilerdir, 3. Padişah ve hilafet yanlısı islamcılardır ve şimdi de Kemalistlerdir, 4. İşçi sınıfı, köylüler ve emekçi halk yığınları ve onların devrimci önderi Türkiye Komünist Partisi TKP’dir. Mustafa Kemal’in kurduğu Cumhuriyet ise daha başından Batı’ya, Batı emperyalizmine yönelen burjuva ve küçük burjuva laik, modernist, göreceli küçük bir kesimin, azınlığın baskıcı, otoriter cumhuriyeti olarak doğmuştur. Bu azınlıkla çoğunluğu oluşturan bu dört kesim arasındaki farklı düzey ve biçimde çatışmalar bugüne kadar süre gelmiştir. Bunlar günümüz politik gelişmelerini belirlemektedir.

Daha Kurtuluş Savaşı başında ve süresinde Mustafa Kemal bu dört grupla sürekli çatışma ve işbirliği içinde olmuştur. Çatışma içinde olmuştur, çünkü bunlar kendi konumları ve çıkarları açısından Mustafa Kemal’in görüşlerine karşıydılar. İşbirliği içinde olmuştur, çünkü bu kesimlerin desteği olmadan Kurtuluş Savaşı’nı kazanmak mümkün değildi. Mustafa Kemal 1922’de Kurtuluş Savaşı’nı kazanıp 1923’de Cumhuriyet’i ilan ederken bu dört toplumsal kesime karşı topyekûn bir savaş açmıştır. Kürtlere, Ermenilere ve diğer azınlıklara yapıldığı gibi soykırım uygulanmaya başlanmıştır.  Alevilerin Cemleri yasaklanmıştır. İslami kesimde kadınların başörtüsüne karşı çıkılmış, baskı yapılmıştır. İşçi sınıfı ve emekçilerin sendikaları, örgütleri, en başta TKP yasaklanmış, yöneticileri katledilmiş, zindanlara atılmıştır. Bu savaş bugün hâlâ devam etmektedir.

Bu Cumhuriyet Erdoğan’dan bağımsız olarak, kurulduğu günden beri baskıcı, otoriter, inkâr ve imhacı karakterinden hiçbir şey kaybetmemiştir, özgürleşip demokratikleşememiştir. Günümüzde Erdoğan’nın tek adam rejimiyle birlikte böylesi bir cumhuriyet miyadını tamemen doldurmuştur, akronikleşmiştir. Ülkeye özgürlükçü demokratik bir cumhuriyet gerekmektedir. Ama günümüz Türkiye’sinde bu şu an “imkânsız” görünmektedir, zira egemen güçlerin 4 kesime karşı hâlâ bitmeyen bir savaşı vardır. Türk toplumu “helalleşmekten”, yüzleşmekten kaçan, “hassasiyetleri” çok olan bir toplum olmuştur. Artık toplumun bu imkânsızlıklardan çıkıp yeni demokratik bir cumhuriyete yönelmesi gerekmektedir. 14 ve 28 Mayıs 2023 seçimleri tüm bu imkânsızlıkları imkân haline getirebilecek, yeni bir dönem açabilecek bir adım olabilirdi. En azından seçimlere bu umutla gidildi. Ama olmadı, zira Erdoğan toplumdaki dört kesime (İslamcılar yerine Kemalistler olmak üzere) karşı saldırgan bir mücadele yürüttü, “yaraları” kaşıdı, toplumda kutuplaşmayı had safhasına çıkardı: Kürt düşmanlığı ve bölücülüğü, toplumdaki Kemalist elit karşıtlığını körükleyerek, dini istismar ederek, sol, devrimci ve komünistlerin “yokluğundan” yararlanarak seçimleri “kazandı.” Halka pahalılığa, enflasyona, işsizliğe, savaşa, talan ve yağmaya evet dedirtti. Bu durumda bazı aydınlar kendilerini sorgulamadan halkı suçlamaya kalktı. Oysa o, halkın devrimci bir öncüden yoksun olduğu için böyle davranmak zorunda kaldığını hiçbir zaman anlamadı. Bu davranışıyla yine Erdoğan’ın işini kolaylaştırdı.

Türk toplumunda “bölücülük” fobisi

Mustafa Kemal Erzurum Kongresi’nde Kürtlerin desteğini kazanıp savaşa öyle girmiştir. Onlara özerklik vaadetmiştir. Ama 1923’de Cumhuriyet’in ilanıyla Kürtleri yok saymış, onların dil ve kimliklerini yasaklamıştır. Bu yasak ve uygulamalara karşı Kürtler isyan etmiş, bu isyanları halka “Türklere karşı bir bölücülük hareketi” olarak göstermeyi başarmış, onların zorla, silahla, ordu ile bastırılmasında halkın desteğini almıştır. Kemalist Cumhuriyet ve bugünkü Cumhuriyet Kürtlerin inkâr ve imhasına dayanır. Bugüne kadar Kemalistler ve Erdoğan dâhil İslami kesim bu inkâr ve imhanın ardıcıl savunucusu olmuştur. Kemalist kesim yalnız CHP değildir; Sol Parti’den, SİP-TKP’den, TKH’den EMEP, TİP ve demokratik aydın çevrelere kadar uzanan geniş bir kesimdir. Bunlar bugün Kürt Özgürlük Hareketi’ne bölücü diye karşıdırlar, HDP ile bir işbirliğine taraftar değildirler, çünkü onlara göre böyle bir işbirliği “teröristlerle”, “bölücülerle” işbirliğidir, bölücülüktür, Erdoğan’ın işine yarar. Ama HDP ve Kürt oylarının kendilerine akması için can atarlar. İşte bu iki şey bir arada olmuyor. İkiyüzlülük oluyor. Geçmişte bu zaman zaman oldu, ama artık Cumhuriyet’in 100. yılında olmamalıdır. Kemalistlerin kendileriyle yüzleşmesi ve “Kürtler ülkeyi bölecek fobisinden” kendisini kurtarması, Kürt halkının demokrasi, özgürlük ve özerklik taleplerine daha bilimsel yanaşması gerekmektedir. Onlar ise bundan ne yazık ki, fersah fersah uzaktalar.

Erdoğan bu seçimlerde Kemalist kesimlerin bu tutumunu çok iyi kullandı. Kendisini “terör” ve “bölücülükle” mücadele eden en büyük mücahit olarak gösterdi. PKK, HDP ve Kürt düşmanlığı üzerinden Kemalistlerin ve halkın büyük bir kesiminin oylarının CHP ve Kılıçdaroğlu’na gitmesini engelleyebildi. “Terör” ve “bölücülükle” mücadele halkta enflasyon ve yolsuzluklarla mücadeleden daha önemlidir algısı yaratıldı, milliyetçilik pompalandı, oylar Erdoğan’a aktı. Bu muhalefet enflasyonun bir kaynağının Erdoğan’ın israf ve talanı, yağması ise ikinci kaynağının Kürtlere karşı yürütülen savaş olduğu gerçeğini “terör” ve “bölücülüğe” destek olur korkusuyla halka anlatamadı. Kemalistler ve muhalefet, Kürtlerin en temel demokratik hak ve özgürlüklerini kabul etmeden ne seçim kazanır ne de Cumhuriyet demokratikleşir, ne de toplumdaki Türk-Kürt kutuplaşması önlenir.

Erdoğan benzer bir operasyonu Alevilere karşı da uyguladı. Alevileri parçaladı, böldü. Onların bir kesiminin toplumsal muhalefetin bir parçası olmaktan çıkartmayı başardı. Sağlanan ekonomik çıkarlar onların milliyetçi İslami kesimlerle bütünleşmesi yolunu açtı. Bu gelişmeler seçimlerde Alevilerin demokrasiden ve özgürlüklerden yana muhalif güçlerle birlikte ardıcıl konum almalarını büyük ölçüde engelledi. Alevilerin Kemalist etkiden kurtulup artık kendi yollarını bulmaları, kimlik ve inançlarını devrimci demokratik güçlerle birlikte savunmaları gerekmektedir. Aleviler inanç özgürlüğü mücadeleleriyle demokratik cumhuriyetin doğmasına büyük katkıda bulunabilirler.

Kemalistlerle padişahcı, hilafetçi İslami güçler arasındaki çatışma

Yavuz Sultan Selim’le birlikte Saray ile halk inanç olarak da birbirinden kopmuştur. Halk Hanefi, Alevi, Bektaşi gibi akla dayalı İslam anlayışını savunurken Saray ve çevresi nakle dayalı Suudi-Selefi-Vahabi islami anlayışını kabul etmiştir. Bu anlayış egemen anlayış olarak zamanla belli halk kesimlerine de yayılmıştır. Camiler ve medreseler, iktidar bir ölçüde bu İslami kesimlerin elindedir. Osmanlı çökerken devletin kurtuluşunun yüzünü Batı’ya, Batı medeniyetine çevirerek gerçekleşebileceği anlayış ağır basınca bu dini çevrelerden büyük bir tepki geldi, zira onlar Batı’ya dönmenin ellerindeki iktidarın gideceği anlamına geldiğini gördüler ve bu korkuyla iyice Doğu anlayışına sarıldılar. Tanzimat bu koşullarda başlar ve Batı-Doğu çatışması yeni bir boyut kazanır. Abdülhamid ve Pan-İslamizimle birlikte İslama yönelme yeniden ağırlık kazanır. İttihat ve Terakki döneminde Türkçülük ağır basar ve bu koşullarda Kurtuluş Savaşı’na girilir. Bir yanda İstanbul; padişah, hilafet ve yandaşları, Sevr taraftarları, İngiliz hayranları, diğer yanda Ankara ve Anadolu, Mustafa Kemal ve Müdafa-i Hukukçular ve komünistler.  Mustafa Kemal Batı yanlısı modernisttir, padişah ve halife tutucudur. Halife Mustafa Kemal’in katli için, İngilizlerin de baskısıyla fetva çıkartır. Anadolu’da ise koşullar başkadır. Ankara Müftüsü de Mustafa Kemal’i destekleyen fetva yayınlar. Ankara’da Mecliste hilafetçiler ve modernistler, her iki akım da vardır, bunlar arasında çatışma keskin ve serttir. Mustafa Kemal savaşı kazanıp Cumhuriyet’i ilan ederken bu hilafetçi grupları bertaraf eder, laiklik ve modernite diyerek bunları iktidardan uzaklaştırır. Mecliste her ikisine de karşı olan sol ve komünist bir grup da vardır.

Cumhuriyetle birlikte bu hilafetçi, dinci kesim Tanzimat’tan beri yürüttüğü mücadeleyi kaybeder. Artık o kesinkes yenilmiş ve iktidarı kaybetmiştir. Ama yenilgiyi kabul etmez, iktidarı yeniden ele geçirmek için Cumhuriyet’e karşı açık ve gizli mücadele etmeye ve örgütlenmeye başlar. Ülkede iktidar olan laik, Batıcı, modernist, elit Kemalist kesim bu İslami çevreleri “baskı” altında tutmaya çalışırken bunların etkisinde olan ve elinde dini inancından başka bir “varlığı” olmayan geniş halk yığınlarını da hor görmeye başlar. Bu koşullarda iktidarı elinde tutan elit Kemalist kesimle geniş halk yığınları arasında büyük bir kopuş meydana gelir, laiklikle İslam arasında bir çatışma, kutuplaşma, husumet doğar. Bu çatışma zaman zaman öylesine bir boyut kazanır ki, İslami kesimler toplumdan dışlanır hale gelir. Toplumdaki bu kutuplaşmanın boyutunu gösteren Serbest Fırka olayından sonra 1950’den sonraki seçimlerde çıkan oy tablolarıdır. Kemalistler tüm sol ve demokratik güçlerin desteği ile en fazla %35-40 oy alırken (1973 ve 77 seçimleri) sağ partiler her zaman %60-65 üzerinde oy almıştır. Gayet tabii ki, bunların hepsi gerici, fanatik veya kökten dinci değildir, ama Türkiye’de Kemalist, batıcı, laik kesime karşı olan, sağ partileri destekleyen üçte iki bir toplum kesimi olduğunu gösterir. Bu gerçek görülmeden Türkiye’de kendine sol, demokrat diyen kesimin seçim kazanması ve Türkiye’yi demokratikleştirmesi “imkânsızdır” denebilir. 1950’den sonra bunlar iktidardan hep darbelerle uzaklaştırılmıştır. Halkının gücünü kazanamayan Türk aydını orduya, bu darbelere bel bağlamıştır, halktan daha da uzaklaşmıştır.  

AKP ve gerici, İslami ve faşist kesimlerin iktidar dönemi

2001’de AKP’nin kurulması ve 2002’de iktidara gelmesiyle bu tablo daha da netleşmiştir. 2002 seçimlerinde AKP %35, CHP ve diğer “sol” partilerle birlikte %20 oy alır. Seçimlere bağımsız giren Kürtlerin oy oranı %7-10 civarındadır. Geri kalan %35 oy sağ partiler arasında bölüşülmüştür. Bu partiler dini istismar eden faşist-milliyetçi ve muhafazakâr partilerdir. Bu tablo fazla değişmedi. CHP ve diğer “sol partilerle birlikte ” %25’lerde, Kürtler %10’da “donup” kaldılar. Son 14 Mayıs 2023 seçimleri de bunu gösterdi. AKP’nin %35 oyu genelde değişmedi. Sağdan gelen oylarla bu bazen %40’lar, 49’lara kadar çıktı. Ama en kötü durumda, son 14 Mayıs 2023 seçimlerinde bile AKP’nin kendisine bağlı %35’lik bir seçmeni olduğu görüldü. Bu seçmen özellikle Cumhuriyet döneminde Kemalist elitler tarafından horlanmış ve aşağılanmış, Tanzimat’tan beri batılılaşmaya ve laikliğe karşı çıkmış, bu nedenle “baskı” görmüş, 100 yıldır yeniden iktidar ve bu ülkenin “efendisi” olma özlemini çeken kesimdir. Diğer sağ partilerdeki dışlanan ve horlanan dinci seçmenler de eklenince bu kesim her zaman %50’yi aşabilecek bir oy patansiyeline sahiptir. Bu çatışmanın açık ifadesi Erdoğan’ın ve Diyanet’in desteğini gören Fesli Kadir’dir. Fesli Kadir Osmanlı İmparatorluğu’nun yaşaması için Ulusal Kurtuluş Savaşında “Keşke Yunan galip gelseydi” diyen kişidir. Bu kesimlerde böylesine bir Kemalizm ve Cumhuriyet düşmanlığı bulunmaktadır. Erdoğan ile birlikte bu anlayış egemen oldu. Erdoğan sırtını bu kesimlere dayamaktadır. Bunlar camilerde, tarikat ve cemaatlerde örgütlenmiş Erdoğan’a “tapan” kesimdir.    

AKP iktidarıyla birlikte Erdoğan bu İslami dinci kesimi iktidar etti. En azından onlara bu hissi verdi. Onlar artık kendilerini memleketin efendisi olarak görmekte ve yaşamaktadırlar. Bunu da her fırsatta Kemalist elitlere göstermekteler, artık sırtımıza binemezsiniz demektedirler. Bunun en tipik örneği sokak röportajlarında kime oy vereceksiniz sorusuna bir kadının “Oyum tabii ki, Erdoğan’a. Eskiden hastane kapılarında beklerdik, şimdi doktorları dövüyoruz” cevabıdır. Ne yazık ki doktor dövmek olağan hale geldi, tasvip edilemez ama burada söz konusu olan kara “zenci” Türkler olarak yıllardır kendilerini horlayan, aşağılayan “beyaz” Türk Kemalist elitlerin yerine şimdi kendilerinin iktidar oldukları, onlardan intikam almaya başladıkları ve kendilerine dokunulamayacağı anlayış ve duygusudur. Bu “zenci” Türklere bu iktidar duygusunu veren Erdoğan,  ekonomideki tüm başarısızlıklarına, israf ve yolsuzluklarına rağmen hâlâ bu çevrelerde seçilebilecek bir lider olarak görülmektedir. İktidar olmanın cazibesi büyüktür ve iktidar olmak onlara kendilerini kendi kimlikleri ile ifade etme ve topluma kabul ettirme olanağı sağlamıştır. Onlar artık “özgür”dürler. Bu duygunun bir aldatmaca olduğu onlara anlatılmadan Erdoğan’ı yıkmak, devirmek kolay olamayacaktır. Bunun için ise önce halkı horlayan Kemalist anlayışı yenmek ve bu yığınları kazanmak gerekmektedir.

Yığınlar kazanılmadan Erdoğan devrilmez

14 ve 28 Mayıs seçimleri sonrasında Erdoğan’ı seçiyor diye yine Kemalist elit kesimlerden bu yığınları suçlayan sesler yükseldi. Bu suçlamayla Kemalist elitler aynı yanlışları tekrar etmektedirler. Bu geniş halk yığınlarını suçlayarak onları Erdoğan ve AKP’nin ve diğer sağ partilerin etkisinden kurtarılamaz, seçimlerde onların oyları kazanılamaz. Onların oyları hele Kılıçdaroğlu’nun yaptığı gibi CHP’yi sağa açarak, sağ, milliyetçi, faşist partilerle ittifaklar kurarak hiç başarılamaz. Sözde sağa açılarak sağdan oy alınamaz. Şu bilinmeli ki, asla sağdan sola oy gelmez, sağdan oy kazanılır. Sağdan oy kazanmak ise yığınlar içinde seçimden seçime değil, uzun erimli onlar arasında çalışarak gerçekleşir. Sağdan bu oylar kazanılmadan Erdoğan yenilmez. Sağdan nasıl oy kazanılacağını 60’lı ve 70’lı yıllar göstermiştir. 68 kuşağının devrimci gençleri, işçi sınıfı bu yığınlar arasında verdikleri mücadeleyle CHP, sol ve devrimci güçler %42’lere varan oylar kazanmışlardır. Bu, bugün de mümkündür. İmkânsız gözüken Erdoğan’ı yenmek ancak böyle mümkün olur. Bunun için o yığınlar horlanmamalıdır, birlikte yokluğa, yoksulluğa, sömürüye, savaşa, baskıya karşı mücadele ederek onlar kazanılmalıdır. Bunun için sokaklara, meydanlara çıkmak şarttır. Erdoğan sokaklarda, meydanlarda yenilmeden sandıkta yenilmez. Böyle bir çalışma anlayışı ne CHP’de ne de kendisine sol diyen diğer partilerde vardır. Çünkü bu sınıf savaşını ve tarihle yüzleşmeyi, eleştiri ve özeleştiriyi gerektirir. CHP ve Kemalist hareket böyle bir anlayıştan uzaktır. Tarihle, Cumhuriyetin daha başında karşısına aldığı dört kesimle yüzleşilmeden, geniş işçi ve emekçi yığınları kazanılmadan Erdoğan devrilemez, demokrasi ve özgürlükler kazanılamaz. Bu ise sınıf mücadelesini gerektirir. Bu da devrimci güçlerin ve komünistlerin önünde duran görevdir. Bu görevin başarılıp başarılamadığını zaman gösterecektir. Bunun için tarihten ders çıkarmak gerekmektedir.

Bir yanıt yazın