Haber / Yorum / Bildiri

Prototip bir Türk aydını Fatih Altaylı ve diğerleri

HAZİRAN ayı başında korona kısıtlamaları büyük ölçüde kaldırıldı. Vatandaş bunu bir yerde normal hayata geçiliyor diye algıladı. Zor olan hayat koşulları ve çalışma şartları altında maske ve mesafe tedbirleri aksadı. Bunun sonucu vaka sayıları da hızla artmaya başladı. Cumhurbaşkanı’ndan bakanına, yazarından moderatörüne kadar herkes vatandaşı suçladı, aşağıladı. Halkın ne bilgisizliği ne cahilliği ne de vurdumduymazlığı kaldı. Kimse vatandaş neden böyle davranmak zorunda kalıyor diye sorgulamadan, ona geri zekâlılığından, hayvan olmasına kadar yapılmadık hakaret bırakılmadı. Pandemiyle mücadelede Erdoğan’ın sayısız beceriksizliğini ve hatalarını kimse eleştiremedi. Örneğin yandaş üreticiler maske üretene kadar halka neden maske dağıtılmadığı sorgulanmadı.

Bu aksaklıklar ve hakaretler en belirgin şekilde 20 Haziran’da yapılan LGS ve 27-28 Haziran tarihlerinde yapılan YKS sınavları sırasında yaşandı. LGS, Liselere Geçiş Sistemi sınavı ve YKS, Yükseköğretim Kurumları Sınavı, adı üstünde Lise ve üniversite çağındaki gençlerin geleceğini belirleyen sınavlar. Bu sınavlar sırasında öğrenciler kadar veliler, anne ve babalar da heyecanlıdırlar. Nihayetinde söz konusu olan çocuklarının geleceğidir. Çocuklarının ileride belki bir meslek, iş sahibi olmaları, kamuda bir işe alınmaları bu sınavlardaki başarılarına bağlıdır. Çocuklar içeride ter dökerken, dışarıda bekleyen veliler “dokuz doğururlar”, dört gözle binanın kapısını izlerler. Saatler süren bu bekleme esnasında kaçınılmaz olarak veliler arasında doğan iletişim, sohbetler olur. Bu yılda bu bekleme nedeniyle korona pandemisine rağmen sosyal mesafe ihlallerinin yaşandığı sahneler meydana geldi. Bu sahnelerin doğmasına neden olan sebeplere değinmeden, en başta hükümetin politikalarını eleştirmeden Havuz Medyasında gazeteci ve yazar geçinen bazı Türk aydınları, Kemalist elitlere taş çıkartan bir eda ile vatandaşa saldırmaya, hakaret dolu tepkiler göstermeye başladılar. Bunlardan biri de Haber Türk yazarı Fatih Altaylı idi.

Fatih Altaylı: “Parası olmayan ölsün, tedavi edilmesin.”

Fatih Altaylı LGS nedeniyle ortaya çıkan görüntüler hakkında “Siz istediğiniz kadar sınava katılacakları korumak için sokağa çıkma yasağı ilan edin. Hiçbir şey değişmez. Çünkü bu ülkede öyle bir kitle var ki, okuduğu tek şey kendi bildiği, dinlediği tek şey kendi iç sesidir, onlara hiçbir şey anlatamazsın, öğretemezsin” diye aşağıladıktan sonra bakın ne yazıyor:

“Bunların anlayacağı tek şey kaldı. Sağlık Bakanı çıkıp ekrana ‘Bundan böyle Covid-19 hastalarına bedava tedavi yapılmayacak. Hastalar tedavi masraflarını kendileri ödeyecek. Parası olmayana tedavi uygulanmayacak’ desin bakın bu güruhun bir teki sokakta kalıyor mu? Bunların anlayacağı tek dil bu. Bana sorarsanız iyi de olur. Çünkü ben vergilerimle sağlanan sağlık hizmetinden bu saygısız, sorumsuz, iz’ansız güruhun ahmakça yaşam tarzını finanse etmek istemiyorum  Bunlara para harcayacağınıza parayı Tarım Bakanlığı’na verin. Bari hayvancılık kurtulur.”(Haber Türk, 21.06.2020) Bu kadar utanmazlık, bu kadar vicdan yoksunluğu, bu kadar kibir, bu kadar kendini beğenmişlik olamaz. İnsanın ar damarı patlamış olması gerekir.

Önce Altaylı şunu bilsin ki, bunlar insandır, “güruh” değildir, “saygısız, sorumsuz, izansız güruh” ise hiç değildir; çocuklarının geleceği için çırpınan ebeveynlerdir. Onlar sokağa keyfine çıkmıyorlar, çocuklarına refakat etmek, başarıları için “dua etmek”, yakınlarında olup onlara güç vermek için çıkıyorlar. Hele bu “güruhu” Tarım Bakanlığı “hayvanlarıyla” kıyaslamaya kalkmak bu sözde “aydının” vatandaşına yapabileceği en büyük hakarettir. Gayet tabii ki, bu insanları vatandaş sayıyorsa! Ama bunu duyan vatandaş ayağa kalkıp size der ki, “Ey Altaylı, benim vergilerimle yapılan üniversitelerde, diploma alamasan da, okumuşsun, ama adam olamamışsın, yazıklar olsun!”

Velileri, insanları sokağa zorlayan bu ülkenin kanayan yarası olan bozuk eğitim ve sınav sistemidir, bu bozuk düzendir. Bunun da sorumlusu öğrencileri daha genç yaşta kabiliyet ve yeteneklerine göre yüksek öğretime ve meslek eğitimine hazırlamayan hükümettir, Erdoğan’dır. Bunlar 18 yıllık iktidarlarında eğitim sistemini daha da berbat ettiler, eğitimi yaz-boz tahtasına çevirdiler. Eğer gücün yetiyorsa ey Altaylı, çık hükümetin, Erdoğan’ın eğitim politikasını eleştir, bu sınav cenderesinin yerine geçecek bilgi, yetenek, kabiliyet esasına dayalı yöntemleri talep et, uygulanması için hükümete savaş aç, öğrenciyi de veliyi de bu cendereden kurtar. Bunu yapmaktan, Erdoğan’ın karşısına dikilmekten korkanların vatandaşa söz söylemeye, hele hakaret etmeye hiç hakkı yoktur. Vatandaşa saldırmaya cür’et etmek en azından utanmazlıktır. Bir aydın olarak sizlerin hükümetin, Erdoğan’ın değil, vatandaşın yanında yer alması gerekirdi.

Ama Altaylı, “Bakan Covid-19 hastalarına bedava tedavi yapılmayacak… Parası olmayana tedavi uygulanmayacak desin” diyerek tüm sokağa çıkanların cezalandırmaya kalkışmaktadır. Önce ne demek bu “parası olmayana tedavi uygulanmasın?” Bu, “bu ülkede parası olan yaşar, parası olmayan ölür” demektir. Fakir olan, işçi, emekçi olan tedavi edilmesin, ölsün, parası olan zengin, patron tedavi olsun, yaşasın. Aslolan paradır! Size göre parası olmayan birkaç yüz bin kişi tedavi görmemiş, ölmüş, önemli midir? Bunlar telef olacak hayvan bile değildir. Erdoğan ve çevresi, zengin ve patronlar yaşasın yeter, diğerleri teferruattır.

Oysa insanlar çalışmak zorunda olduğu için, dışarıda bir işi olduğu için sokağa çıkıyorlar. İşsizlik Fonunu, Hazineyi boşaltan hükümetin onlara verdiği 1000 lirayla geçinemeyip ekmek parası kazanmak zorunda olduğu için sokağa çıkıyorlar. Aç olan insan, iş aramak zorunda olan insan sokağa tedavi parası versen de çıkacak, vermesen de çıkacak. Hataylı TI -Şoförü ne diyordu? “Ey Erdoğan! Beni bu virüs öldürmez, senin düzenin öldürür.” Çık Erdoğan’ın karşısına, İşsizlik Fonuna parayı geri ver, işsiz kalanlar için en az 2.500 Lira aylık bağla de. Bak o zaman geçimi sağlanan işçi sokağa çıkıyor mu? Vatandaşa saldırmak en kolayıdır, esas olan Erdoğan’a saldırabilmektir, eleştirebilmektir. 

Tedavi parasına gelince: Anayasaya göre Türkiye Cumhuriyeti sosyal devlettir. Bunu en başta bir “aydın” olarak Sayın Altaylı sizin bilmeniz ve savunmanız gerekirdi. Ama ne gezer. Türk aydını bu, gerekirse Anayasa’yı da bir kere deler, bir şey olmaz. “Küçük” bir hasardır. Oysa sosyal devlet zengin fakir ayırt edemez. Kim ne kadar vergi öderse ödesin, vatandaşa eşit davranmak zorundadır. Bu ülkede tek vergi ödeyen Sayın Altaylı yalnız siz ve zenginler değildir. Her vatandaş devlete şu veya bu şekilde, dolaylı ve dolaysız vergi öder. Türkiye’de vergi yükünün en büyük bölümünü karşılayan da sizin “güruh” dediğiniz işçi, emekçi, köylü, esnaf kesimidir. Bu kesimin vergileriyle devlet, sizin de faydalandığınız, sağlık hizmetleri verebilmektedir. Sizin vergileriniz Erdoğan’a yalnız “çerez” parası olur. Bu ülkede sağlık hizmetleri yalnız sizin gibilerin vergileriyle değil, esas olarak işçilerin verdiği vergi ve primlerle karşılanır. O zaman siz kimin parasıyla kime sağlık hizmeti verilmesine karşı çıkıyorsunuz? Kaldı ki, ey Altaylı, bu ülkede Sosyal Güvenlik Kurumu, Sosyal Sigortalar Kurumu diye bir kurum vardır. Bu Kurum işçi ve emekçilerin, çalışanların kurumudur. Bu kurum işçilerin parasıyla vardır, onların primleriyle yaşar. İşlevi işçi ve emekçilere sağlık ve emeklilik hizmeti sunmaktır. İşçinin parasıyla işçiyi mi tedavi ettirmeyeceksiniz? İster Covid-19, ister grip olsun, bu ülkede tedavi olmak, sizin “güruh” dediğiniz işçilerin ve emekçilerin mücadeleleriyle kazanılmış haktır, bu hakkı kimse onun elinden alamaz. Ne var ki siz de bu hak sayesinde tedavi olabiliyorsunuz.

Ayrıca siz de çok iyi biliyorsunuz ki, Türkiye’deki hastaneler, özel hastaneler de dahil, işçilerin primleriyle kurulan sosyal sigortalardan yaşamaktadırlar, onları talan etmektedirler. Bu Erdoğan vurgun ve talan düzeninde alıştınız işçinin parasını “iç etmeye”. İşsizlik Fonunu yağmaladınız, şimdi de Kıdem Tazminatlarını yağmalamak istiyorsunuz. İşçi ve emekçiyi iliklerine kadar sömürüyorsunuz, yine de doymuyorsunuz. Ona bir tedaviyi çok görüyorsunuz. İşçiler ve emekçiler sizin gibi aydınları bu tavrınızla bir kez daha tanımış oldu.

Siz Sayın Fatih Altaylı halkını hakir gören prototip bir Türk aydınısınız. Sizin gibi Türk aydınının Kemalisti de, dincisi de, liberali de hepsi aynıdır. Elitsiniz, halka, işçi ve emekçilere, köylü ve ırgata, esnaf ve zanaatkârlara hep üstten bakarsınız. Toplumun en alttakilerine vurur, saray ve villalarda yaşayanların karşısında el pençe divan durursunuz. Halkına karşı celallenir, üsttekilere karşı yaltaklanırsınız. Artık halkımız Havuz Medyasının da, Altaylı gibi aydınların da gerçek yüzünü görmeye başlamıştır. Siz halkın aydını değilsiniz, Erdoğan’ın “trollerisiniz”. Halkımızın bu aşağılanmaya, horlanmaya dur demesi uzak değildir, yakında halk sizlere gereken dersi verecektir. Artık ezilen olmaktan çıkacak bu ülkenin asıl gücü, “efendisi” olacaktır.

Diğer aydınlar ve okumuş bürokratlar

Fatih Altaylı gibi prototip olabilecek daha çok Türk aydını ve okumuş bürokratı var. Bunlara iki örnek daha. Biri Haber Türk Moderatörü Didem Arslan Yılmaz, diğeri de kamuoyu araştırmacısı Adil Gür. Didem Arslan Yılmaz’a, “HDP üzerine program yapıyorsunuz, ama HDP’den kimseyi çağırmıyorsunuz” denmesi üzerine “Biz kamu kuruluşu değiliz, özel bir sektörüz. Bu bir tercihtir” diyerek halkına karşı iktidarın hizmetinde bir gazeteciliğin nasıl yapıldığına tam bir örnek vermiş oldu. Gazetecilik ise bir tercih değil, bir “hakikat arayışıdır”, halkına ülkenin en can alıcı sorunu olan Kürt sorunu, HDP ve diğer konularda gerçekleri anlatmaktır. Buna cesaret edemeyenler ancak iktidarın “aydın” trolleri olabilir. Her gazetecinin, aydının nerede duracağı şüphesiz kendi tercihidir. İktidarın yanında da yer alabilir. Ama ebediyen ölmeyecek olanlar halkının gönlünde taht kurabilen aydınlar olacaktır.

Diğer aydın Adil Gür. A&R Araştırma Şirketi’nin Genel Müdürü Adil Gür’ün İdlib’deki gelişmelerle ilgili Haber Türk TV’de katıldığı bir programda söylediği sözler Türk aydının çapını, kullandığı şoven iktidar dilini, üstün erkek dil ve anlayışını sergilemesi açısından çok ilginçtir. Adıl Gür şöyle diyor: “Türk’ün Türkt’en başka dostu yoktur. Türk’ün dostu Kürt, Kürt’ün dostu Türk’tür. İkisi de ayağını denk alsın. Ayıdan post, Rus’tan dost olmaz. Stüdyodaki ve ekran başındaki tüm kadınlardan özür dileyerek söylüyorum, Ruslardan başka türlü dost olur sadece. Yoksa siyasi anlamda dost olmalarını görmek mümkün değil. O yüzden Türkiye kendi göbeğini kendi kesmeli”. Egemen erkek Türk aydınının bütün vasıfları bu söylemde gizlidir. Türk’ün Türkt’en başka neden dostu yok? Eğer Türk kendisiyle yüzleşsin, tüm dünya dostu olur. Gür’ün tavrı tarihi ile yüzleşmekten kaçan iktidarın tavrıdır. Her gün başına bomba yağdıran Kürt’ten Türk dostluğu istemek şoven bir dildir, Erdoğan dilidir. Adil Gür bu dili kullanıyor. Şüphesiz bu kapitalist düzende devletler arasında dostluk, Ruslarla da, çıkar ilişkilerine dayanır. Ama Kurtuluş Savaşı’nda Türk’ün en büyük dostu Sovyetler’di, Lenin’di. Bugünkü Türkiye Cumhuriyeti Sovyetler sayesinde var olabildi. Rus kadınları için söylenen ise, yalnız tek tek Rus kadınlarına değil, tüm Rus halkına yapılan cinsel bir hakarettir, bu devletler arası ilişkilerin bozulmasına bile neden olabilir. Aynı şey Türk kadınları için söylenseydi, erkek Türk aydınının nasıl kükreyeceği belli olmazdı. Her ne kadar özür dilemek egemen Türk erkeğine yakışmazsa da, Adil Gür’ün hemen Rus halkından özür dilemesi en azından “Reisi” Erdoğan’ın çıkarınadır.

Egemen erkek Türk aydınının halkına, özellikle kadınlara bakışını bir örnek de en yüksek mahkeme Yargıtay yargıçlarının aldığı karardır. Yargıtay, iş yerinde çalışan bir kadına “fıstık gibisin” diyerek kalçasına dokunan müdürün hareketini cinsel taciz olarak değil, “babacan tavır” olarak değerlendirip, müdürün beraatına hükmetmiştir. Bunca yıl eğitim görmüş, tecrübe sahibi olmuş en yüksek yargıçların tavrı bu olursa bu halk bu aydınlardan ne bekleyebilir. Kocaman bir hiç! Bunlar halkın aydınları, okumuşları değildir. Halkımızın yapacağı tek şey, az da olsa kendi aydınına sahip çıkmak ve onun etrafında toparlanmaktır. 

BM genel Kurul Başkanlığı seçimi zafer mi, rezillik mi?

Şimdi de Türk aydınının tavrına dış politikadan bir örnek. Türk aydın ve yöneticilerinin kendini vatandaşına karşı elit, üstün gören, ama aynı zamanda özellikle uluslararası alanda kendini ve ülkesini aşağılatan sayısız tutum ve davranışı vardır. Buna son örnek diplomat Volkan Bozkır’ın 75. Dönem Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurul Başkanlığına seçilmesi sırasında hükümetin ve okumuş, kılmış bürokratların, aydınların tutumudur.  

18 Haziran’da Volkan Bozkır 75. Dönem Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurul Başkanlığı’na seçildi. 192 devletten 178’inin oyunu aldı, üç devlet: Yunanistan, Kıbrıs ve Ermenistan geçersiz oy kullandı, 11 ülke de çekimser kaldı. Hükümet bu oylamayla ilgili olarak şu açıklamayı yaptı: “Türkiye Cumhuriyeti tarihinde böyle bir olayda 178 oy almak hemen hemen hiç görülmedi. 192 üye arasından 178 oy almak büyük bir başarı. Tüm dünyada da büyük bir destek görüldü.” Türk elitlerine komşumuz olan üç ülkenin karşı oy kullanması ve daha çok bölgemizden olduğu tahmin edilen 11 ülkenin çekimser kalması hiç önemli değildir, önemli olan BM üyesi olan 192 ülkeden 178’inin oyunu alabilmektir. Bu da tarihsel bir başarıdır, bir zaferdir, gerisi teferruattır.

Gerçekten bu bir başarı, zafer midir, yoksa bir yüz karası rezillik midir? Birleşmiş Milletler teşkilatının 75 yıllık tarihinde bir Genel Kurul Başkanı ilk kez bir oylamayla seçiliyor. Genel Kurul Başkanları sembolik olduğu için şimdiye kadar BM Genel Kurulunda sırası gelen bölgenin gösterdiği başkan adayı oylamaya bile konmadan alkışlarla seçilmiştir. Bu yıl dönem başkanlığı sırası Batı Avrupa’da idi. Türkiye Erdoğan’ın emir ve talimatıyla başkanlığa talip oldu. Batı Avrupa ülkelerinden Yunanistan ve Kıbrıs Türkiye’nin adaylığına karşı çıktı. Buna sonra Ermenistan da dâhil oldu. Tartışma büyüyünce daha birçok ülkenin Türkiye’nin adaylığını tasvip etmediği görüldü.

Şimdi bu durumda ne yapmak gerekirdi? Erdoğan hükümetinin, Volkan Bozkır’ın ve bürokrat aydınların oturup bir düşünmesi gerekmez miydi? Komşuların seni istemiyor, en yakın çevrende, bölgende olan ülkeler de seni istemiyor. O zaman bu durum karşısında yapılacak en doğru iş adaylıktan çekilip, bir durum değerlendirmesi yapmak değil midir? Hayır, Türk aydını bunu yapmaz. “Bu melanet komşular zaten ezeli Türk’ün düşmanıdır” der ve bildiğini okur. Ama “komşularımız neden bize karşıdır, “düşmandır”” diye sormaz. “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” der çıkar. Ama kendinin kendinden başka dostu olmayan bir insan, bir devlet bu dünyada nasıl yaşayabilir diye sormaz. O hep haklıdır, haklı olduğu için de yalnızdır. Böylesi bir paradoks şimdiye kadar görülmemiştir, Türk aydınına özgüdür.

BM’de oy veren 178 ülke oylama sembolik olduğu için oy verdiler, ama bir kez daha tüm dünya gördü ki, komşularıyla ve bölgesindeki ülkelerle sorunu olan ve onlar tarafından istenmeyen bir Erdoğan Türkiyesi var. Yalnız 178 oy değil, oylamanın kendisi bir yüz karasıdır. Bir kez daha dünyaya ancak bu kadar rezil olunabilirdi. Bu oylamadan çıkarılacak ders tarihi zafer naraları atmak değil, tarihimizle yüzleşmeye başlamak olmalıydı. Bu yüzleşmeyi yapmak, ülke gerçeklerini olduğu gibi görmek ve halkına anlatmak Türk aydınının görevidir. Bugün Türkiye dediğimiz ve üzerinde yaşadığımız bu topraklar bir zamanlar Ermenilerin, Rumların da vatanıydı. Bu topraklar bugün hâlâ Kürtlerin, Lazların ve diğer halkların da üstünde yaşadığı vatandır. Yüz yıl önce Ermeniler katledilmiş, Rumlar sürülmüştür. Kürtlere karşı da bugün şiddetlenerek sürdürülen yüz yıllık bir inkâr ve asimilasyon savaşı yürütülmektedir. Hemen hemen elli yıldır Kıbrıs’ın yarısı Türkiye’nin kontrolündedir. Kandil’e, Rojova’ya her gün saldırılmaktadır. Suriye ve Libya’ya müdahale devam etmektedir. Türkiye Orta Doğu’nun çıban başı durumundadır. Türk aydını tüm bunları halkının bilincine çıkartmalıdır. Bu zulüm bitmeden, bu halklardan özür dilenmeden, barışmadan ve helâlleşmeden bu topraklarda Türklerin huzur bulamayacağını halkına anlatmaktır. İçte huzur ve barışı, dışta komşularla barış ve dostluğu sağlamak biz Türklerin elindedir. Ama bunu yapacak ve direnecek aydın nerede? Bugün ülkede maalesef Ayasofya’nın cami yapılmasına, Hasankeyf’in sular altında kalmasına bile karşı çıkamayan bir “aydın” var. 

Halkının vicdanı olan aydın

Aydın genel olarak halkının vicdanı olarak bilinir. Ama bu demokratik ülkeler için geçerlidir. Faşist, otoriter, diktatörler ülkesi için geçerli değildir. Bu ülkelerde aydın Erdoğan Türkiye’sinde olduğu gibi iktidarın “hınk” deyicisi, trolleridir. Bunlar talanın, yağmanın, vurgunun, halkını, işçi ve emekçileri ezenlerin, sömürenlerin sözcüleridir. Halkının vicdanı olan bunlar değil, sol ve demokratik aydınlardır. Ama Türkiye’de bu aydınlara yaşam hakkı tanınmamaktadır.

Daha Türk devleti kurulurken halkın ilk aydınları, Suphiler Karadeniz’de boğdurulmuştur. Sonraki yıllarda halkın gerçek aydınları olan komünistler: Nazımları hapislerde çürütülmüş, Sabahattin Aliler katledilmiştir, Kürt aydın ve liderler ise ya sürülmüş, ya da idam sehpalarında katledilmiştir. Üniversiteler sürekli şekilde sol, demokratik, ilerici, devrimci, komünist aydın ve akademisyenlerden temizlenmiştir. Üniversiteden ilk atılma 1947 yılında Behice Boran, Pertev Naili Boratav ve Niyazi Berkes’le başlamış, 1959’da 49 Kürt aydın ve öğrencisinin “bölücülük” suçuyla tutuklanmasıyla devam etmiş ve her darbeyle birlikte artarak sürdürülmüştür. 1960 darbesinde 147 akademisyen işten atılmış, buna 147’liler olayı denmiştir. 12 Mart darbesiyle halkın bağrından gelen genç bir aydın kesim, Denizler, Çayanlar Sinan Cemgiller idam sehpalarında, Nurhak Dağları’nda, Kızıldere’de yok edilmişlerdi. 12 Eylül’de 1402’liler olarak bilinen 4981 akademisyenin işine son verilmiş, çoğu sürgüne gitmiştir. 15 Temmuz darbesinden sonra KHK’lılar olarak adlandırılan sayısı bilinemeyecek kadar yüksek olan akademisyen üniversiteden atılmıştır, sürülmüştür. Bu ülkede sol, demokratik, devrimci, komünist aydın olmak çiledir. Ama bu aydınlara halkı ve ülkesi için çalışmak ve gerekirse bedel ödemek en büyük mutluluktur.

Şimdiye kadarki tüm iktidarlar tüm bu temizlik eylemlerine rağmen halkının yanında yer alan, onun vicdanı olan ve onun istemlerini ifade eden ve onlarla birlikte savaşan aydınların yetişmesini engelleyememişlerdir. Bugün hem Kürt hem Türk halkından binlerce aydını yurt içinde ve dışında Türkiye halklarının, işçi ve emekçilerinin kurtuluşu, özgürlüğü ve demokratik bir Türkiye için birlikte mücadelesi yeniden büyümeye ve gelişmeye başlamıştır. Bu birlikte mücadele güçlendikçe Erdoğan’ın faşist rejiminin sonu da yaklaşacaktır.

Bir yanıt yazın