Haber / Yorum / Bildiri

Aslolan insan değil, kapitalist sömürü sistemi ve Erdoğan’ın iktidarıdır

Tali hasarlar- collateral damage

Erdem Çalışkan

İNGİLİZCESİ “Collateral damage”, Almancası “Kollateralschaden”, Türkçesi “tali hasar” demek olan bu kavram, bir hedefe varmak için kasıtlı olmayan, ama katlanılması kaçınılmaz olan ve ortaya çıkan hasarları anlatmak için kullanılır. Daha çok askerlikte kullanılan bu kavram, bir yeri zapt etmek için “bir miktar” sivil halkın öldürülmesinin göze alınmasını veya şehrin bir kısmının tahrip edilmesini ifade eder. Tali hasar savaşta pervasızlığın adıdır. Ama bu kavram günlük yaşamda, özellikle de büyük bir proje esnasında meydana gelen yan etkiler ve hasarlar için de kullanılır.

Bir işin fıtratında olan hasarlar ve tali hasarlar

Tali hasarın anlamı, bir işin fıtratında, doğasında olan hasarlardan farklıdır. Mesela madende çalışıyorsan, Soma’da olduğu gibi, göçük altında kalıp 300 madencinin can vermesi, Cumhurbaşkanına göre bu mesleğin fıtratında vardır. Bu askerlik için de böyledir, inşaatta düşüp ölen işçi için de böyledir. Şüphesiz ki burada Cumhurbaşkanının veya patronların işin fıtratına vurgu yapmalarının nedeni kendi hatalarının üstünü örtmek, iş kazalarını önlemek için alınması gereken, ama maliyeti azaltmak, kârı yükseltmek için alınmayan tedbirlerin hesabını vermemek içindir. Askerlik konusunda ise kendi halkına ve komşu ülkelere açtığı savaşın ve saldırının hesabını vermemek için “mesleğin” fıtratına vurgu yapmak ölümün en kolay adı olmaktadır.

Tali hasar kavramı korona pandemisi ile mücadele esnasında yaşanan olaylar için de tam kullanılabilecek bir kavramdır. Askerlikte kullanılan “triyaj” kavramı buna bir örnektir. Bu kavramın içeriği birebir korona hastaları için de uygulandı. Bir harpte doktorlar yaralılar arasında bir seçme, eleme yaparlar. Yaşayabilecek yaralıları tedaviye alırken, yarası ağır olanları ölüme terk ederler. Maalesef Avrupa’da da korona hastalarına bu yöntem uygulandı. Solunum aletinin azlığı ve yeterli sağlık personelinin olmaması nedeniyle yaşayabilecek ve sonra tekrar çalışabilecek genç ve orta yaştakiler az olan solunum aletlerine bağlanırken yaşlı ve çalışamayacak olanlar acılar içinde ölüme terk edildiler. Bu kapitalizmin çirkinliğini tüm çıplaklığı ile gösteren uygulama oldu. Yaşlı insanlar tali hasar oldu. “Aslolan kapitalizmin ihtiyacıdır” dendi. Önemli olan kârdır, sağlık alanında büyük alet ve personel kapasitesi masraftır. Masrafa gitmektense birkaç kişinin ölümünü göze almak normaldir, tali hasardır.

Korona pandemisinde Erdoğan uygulamaları ve tali hasarlar

Korona pandemisine karşı mücadele kaçınılmazdır, devlette ve toplumda kesin önlemlerin alınması bir zorunluluktur. En önemli tedbir de tüm ülkenin en az iki hafta karantinaya alınması ve çalışanların ücretlerinin devlet veya işsizlik kasası veya patronlar tarafından ödenmesidir. Avrupa’da bu böyle oldu. Türkiye’de ise hazinede ve İşsizlik Fonu’nda para yoktu, çoktan “buharlaşmıştı”, “iç edilmişti”. Tüm halkın karantinaya girmesi demek fabrikaların ve işyerlerinin kapanması, üretimin durması, ücretlerin ödenmesi demekti. Erdoğan “Türk ekonomisi bunu kaldıramaz, para yok, üretim durmaz” dedi ve işçileri fabrikalarda üst üste, yan yana, sosyal mesafesiz ve maskesiz çalışmaya zorladı. Korona belirtileri gösteren işçiler evine karantinaya gönderildi. Diğer işçiler çalıştırılmaya devam ettirildi. Sonunda binlerce işçi virüs salgınına yakalandı, yüzlercesi de öldü. Erdoğan için ekonominin çarkının dönmesi, üretimin sürmesi, kapitalist sömürü ve kârın devamı gibi büyük bir hedef uğruna birkaç bin işçi hasta, enfekte olmuş, birkaç yüzü ölmüş, önemli değildir. Bunlar tali hasarlardır, olur böyle şeyler. Onlar için aslolan insan yaşamı değil, kapitalist sömürünün devamıdır.     

Bu tali hasarlar hesabı nedeniyle hükümet ve onun başı Erdoğan korona pandemisiyle mücadelede başarı sağlayamadı. Onca sokağa çıkma yasaklarına rağmen salgını önleyemedi. Şu an hâlâ vaka sayları 1000-1500 arasında oynamaktadır. Bu ise uluslararası verilere göre salgının hâlâ dinamik olduğuna işaret etmekte ve mücadelede başarısızlığın ifadesi olmaktadır. Vatandaşını 4-6 hafta sokağa çıkartmayan Avrupa ülkelerinden 17’sinde şu an günlük vaka sayısı toplamı 1450’dir. Bu sayı Türkiye’deki günlük vaka sayısına denktir. Korona pandemisi Erdoğan için insanın bir değeri olmadığını bir kez daha ortaya koydu. O pandemiye rağmen Kürdistan’da, İdlib’de, Libya’da savaşa devam etti, fabrikaları kapattırmadı. Ölümü insanlara kader saydırdı.

Erdoğan daha başından ülkede genel bir sokağa çıkma yasağını göze alamadığı için, hafta sonu yasaklarıyla, 65 yaş üstü ve 20 yaş altı gruplara getirilen kısıtlamalarla oynayıp durdu. Genellikle bilim kurulunun tavsiyeleri değil, kendisinin talimatları geçerli oldu. Doğru dürüst ne bir maske dağıtımını yapabildi ne de sosyal mesafe koruması sağlanabildi. Ekonomiyi sözde durdurmama adına bir yarı sürü bağışıklığı yöntemi uyguladı. “Gizlice” uygulanan bu sürü bağışıklığı yöntemiyle vaka ve ölü sayıları artı da arttı. “Önemli değil, tali sorundur, hasardır” dendi, “aslolan saraydakilerin ve zenginlerin yaşamasıdır” buyruldu.

Aslolan turizmin canlanmasıdır, öğrencilerin hayatı değildir

Erdoğan için bu ülkenin geleceği olan gençlerin de bir kıymeti yoktur. Gençler ve veliler bunu Haziran sonunda yapılan Liseye Geçiş LGS ve Yükseköğrenim YKS sınavları sırasında yaşadılar. Sağlık alanında oluşturulan bilim kurulu korona pandemisi nedeniyle bu sınavların Temmuz sonunda yapılmasına karar verdi. “Bu gençlerin sağlığı için daha uygundur” dendi. Bu öneri kamuoyunda ve sarayda kabul gördü. Ama Erdoğan bir baktı ki, sınavların Temmuz’da yapılması demek ailelerin ve çocukların Temmuz ayında evlerine kapanmaları, tatillerini iptal etmeleri demektir. Bu da turizm sektörünün Temmuz ayında büyük sekteye uğraması anlamına gelmektedir. Turizm sektörü ise zaten ölü. Dış ülkelerden turist gelmiyor. İç turizmin acilen canlandırılması gerekiyor. Bunun için de “sınavların hemen öne çekilmesi şarttır” dendi. Ona göre önemli olan sınavlar değil, turizmin canlanması, biraz da olsa turizm branşındaki kapitalin yüzünün gülmesidir. Erdoğan veriyor talimatı: “Sınavlar Temmuz’da değil, Haziran’da yapılacak. Böylece vatandaşa Temmuz’da iznini yapma olanağı doğacaktır.” Ve öyle de oldu. Sınavlar Haziran’da yapıldı. Şimdi sorulmaz mı? Ey Erdoğan, aslolan çocukların sağlığı mı, istikbali mi, yoksa turizmin canlanması, kapitalin yüzünün gülmesi mi? Erdoğan’a göre çocukların sınavları, sağlığı önemli değildir, sınavlar esnasında birkaç yüz veya birkaç bin öğrenci enfekte olmuş, birkaçı ölmüş, bunlar tali hasarlardır, olur böyle şeyler. Aslolan ekonomidir, turizmdir, paradır, kârdır.    

Sınavlar kapalı salonlarda yapılıyor. Kapalı salonlarda ise virüsün bulaşma olasılığı çok yüksek. Nitekim Milli Savunma Üniversitesi Askeri Öğrenci Aday Belirleme Sınavı’nda (MSÜ) 400 adaya Covid-19 virüsünün bulaştığı basına yansıdı. Buna rağmen iktidar diretti. Hem de lakaytsız bir tutum sergiledi. Milyonlarca öğrenci ve veli için bu kadar hayati olan bir sınav karşısında yetkililer öğrenciler için “sınava girmek zorunlu değil, istemeyen girmeyebilir” deyip işin içinden çıkmaya çalıştılar. Maske konusunda da tavırları aynı idi: Öğrenciler sınavda maske “Taksa da olur, takmasa da olur” dediler. Nasıl bir anlayıştır bu? Kapalı bir salonda virüsün daha hızlı yayılacağını ve bulaşacağını onlar bilmez mi? Maske takılmazsa enfekte olanların sayısı artar. “Sınavda maske takılacak” demek bu kadar zor mu? Ama sınavda öğrenci maskeyi çıkarır ve virüs kaparsa sorumlusu kendisidir. Yetkililer ise sorumlu değildir. Milyonlarca gencin yaşamıyla ancak bu kadar oynanabilir.

İşsiz üniversite mezunları ve açıktan atanan AKP’liler

Nedir hükümetin milyonlarca gencin sağlığı ve istikbali konusundaki bu vurdumduymaz tutumunun sebebi? Neden hükümet milyonlarca genci ve onların sınavını tali bir sorun olarak görmektedir? Üniversitelerde okuyan 7 milyon 750 bin genç artık gözden çıkarılmış tali bir hasar olarak mı görülüyor? Düşünülürse bulunacak cevabı çok basittir: bu iktidar gençleri bir yük olarak görmekte ve kendi ihtiyacı olan personeli başka yollardan temin etmektedir. Herkes biliyor ki, ezbere dayalı bu eğitim sistemi üniversiteli işsizler ordusu yaratmaktadır. Zaten öğrenciler sınavları ha başarmışlar, ha başarmamışlar, ha üniversiteyi bitirmişler, ha bitirememişler, sonunda onların bu AKP-MHP iktidarı var olduğu sürece iş bulmaları bir muammadır, bir şans işidir. Zira üniversiteyi bitirsin veya bitirmesin, yeterlilik sınavını kazansın veya kazanmasın, bu AKP-MHP düzeninde iş bulanlar, işe alınanlar AKP ve MHP’nin yakınlarıdır. Bilgi, tecrübe, liyakat sahibi olanlar değildir. Bu durum korona pandemisi koşullarında daha da ağırlaştı. Sınırlı olan istihdam imkânı imam hatipliler, AKP ve MHP’liler arasında değişik biçimlerde paylaşılmaktadır. Ne var ki burada, büyük kesim tali hasara uğramakta, küçük bir azınlık kazananlar arasına girmektedir. İşte buna son günlerde aktüel olan iki örnek.

Biri eski Kütahya Milletvekili Hüsnü Ordu’nun kızı Sümeyra Ordu  Bu kız hiçbir sınava girmeden açıktan Kütahya Belediyesi’ne memur yapılıyor. Ankara’da oturuyor, Kütahya’dan maaşını alıyor. Bu “yolsuzluk” ortaya çıkınca Süleyman Soylu soruşturma açılmasını engelliyor. Sonra kız Ankara’da TOKİ’ ye uzman olarak atanıyor. Şimdi insan sormaz mı? Gece gündüz sınava hazırlanan, sınavda terleyen, yıllarca üniversitede dirsek çürüten, mezun olan milyonlarca genç iş bulamazken, milletvekili kızı sınava girmeden memur oluyor, uzman oluyor. Bu mu adalet? Şimdi milyonlarca genç “ben neden okuyorum” diye sormaz mı? Milyonlarca veli şimdi sormaz mı, “nedir bizim bu çektiğimiz çile” diye. “Dayın” varsa iş var, yoksa sürünürsün. Bu adaletsizliği kimse görmüyor mu? Görüyor ama Erdoğan’ın yarattığı faşist korku toplumu ortamında kimse ses çıkarmak istemiyor. İşte bu korku kırılmadan da Erdoğan gitmiyor.

İkinci olay AKP Trabzon Milletvekili Bahar Ayvazoğlu’nun eşi Ali Ayvazoğlu’nun kamuda yükselişi. Ali Ayvazoğlu önce Trabzon Belediyesi’ne bekçi alınıyor, sonra Trabzon Kültür ve Turizm İl Müdürlüğü’ne atanıyor, oradan da “Sayın Bakan Süleyman Soylu’nun takdiriyle” de Ankara Kültür ve Turizm Müdürlüğü’ne “geçişi” yapılıyor. Bakan Soylu da bu olayı ortaya çıkaran gazeteci Saygı Öztürk’ü “namussuzluk”la itham ediyor.  Saygı Öztürk bunun münferit bir olay olmadığını, üniversiteyi bitiren yüzbinlerce gencin kamuda çalışabilmek için KPSS’ye, mülakatlara girdiğini söylüyor, ardından “ama arkasında siyasi güç olanlar belediyede özel kalem müdürlüğüne sınavsız, mülakatsız alınıp, hiç çalışmadan memur yapılıyor ve devletin başka birimlerine kaydırılıyor. Ohh, ne güzel memleket..”  diye belirtiyor. AKP döneminde sınavlar talidir, önemli olan AKP taraftarı olmak, Erdoğan ve Soylu’ya yakın olabilmektir. Hak, adalet, hukuk, hepsi Erdoğan’ın elinde.  Aslolan onun iktidarda kalmasıdır. Gençleri sorunu ise tali sorundur.

Genç Z Kuşak Erdoğan’ın sonu olabilir

Ama yeni genç bir kuşak yetişiyor. Adına Z kuşak denen ve daha 18 yaşlarında olan bu genç nesil her şeyi sorgulamaktadır. Önümüzdeki yıllarda bu kuşak hem Erdoğan ve Soylu’nun, AKP ve MHP’nin yarattığı korku imparatorluğunu, hem de bir işe yaramayan bu eğitim sistemini sorgulayacaklardır. Erdoğan ve Soylu’ya, AKP ve MHP’ye dur diyeceklerdir. Bu genç yeni potansiyeli sol ve devrimci güçlerin dikkatle izlemesi ve onlara destek olması gerekmektedir. Onlar tali olmaktan çıkıp geleceğin esas unsuru olacaktır.   Bu gençlerin doğru mecralara yönelmelerine en başta komünistler ve devrimciler yardımcı olmalıdır, onların çıkışlarını toplumda Erdoğan’ın faşizan rejimine karşı gelişen diğer hareketlerle bağı sağlamalıdır. Z kuşağının çıkışları diğer kesimlerin, başta işçilerin kıdem tazminatına karşı direnişleri, Avukatların çoklu baro sistemine karşı eylemleri, HDP’nin darbelere karşı demokrasi ve barış mücadelesiyle örülmelidir. Gençlik toplumun en dinamik kesimidir. Bu kesimin enerjisi işçi sınıfı ve demokrasi mücadelesine akarsa Erdoğan sonuna daha hızlı yaklaşmış olur.

Bir yanıt yazın