Haber / Yorum / Bildiri

Osmanlı Devleti’nin Dağılması

Sosyal-Demokrasi ve Türkiye’de Ulusal Mücadeleler

 

(ROSA LUXEMBURG)

 

Türkiye tarihinin bu momenti belirli bir anlamda Rusya’yı andırmaktadır. Ama Rusya’da Kırım Savaşının ardından reformlar aynı zamanda kapitalizmin hızlı gelişimini ve idari ve mali yenilikler için ve militarizmin daha da gelişmesi için maddi temeli yaratırken Türkiye modern reformlara tekabül eden bir ekonomik dönüşümden yoksun kaldı. Türkiye’de yerel sanayi yaratmak yolundaki tüm girişimler başarısız oldu. Hükümet tarafından kurulan yeni fabrikalarda üretilen mallar kalitesiz ve pahalıydı. Burjuva düzenin en temel ön koşullarının yokluğu –kişi ve mülkiyet güvenliği, en azından yasa önünde formel eşitlik, dinsel yasadan ayrı bir medeni kanun, modern iletişim araçları, vb.– kapitalist üretim biçimlerinin ortaya çıkmasını mutlak olarak olanaksızlaştırdı.  Avrupa devletlerinin Türkiye’ye dönük ticaret politikası, kendi sanayileri için korumasız bir pazar sağlamak için Türkiye’nin politik güçsüzlüğünü sömürerek aynı doğrultuda etki yaptı. Şimdiye değin ticaretin yanı sıra tefecilik, yurtiçi sermayenin tek tezahür biçimi olmuştur. Dolayısıyla ekonomik olarak Türkiye, birçok durumda mülkiyet ilişkilerinin yarı-feodal niteliğinden bile kurtulamadığı en ilkel bir köylü tarımı ülkesi olarak kaldı.

Türkiye’nin çözülmesi aynı anda iki uç noktada göze batacak kadar belirgin hale geldi. Bir yandan köy ekonomisinde süreli bir açık ortaya çıktı. Bu, görülür ifadesine, köy topluluğunun organik bir öğesi haline gelen ve apse gibi koşulların iç irinlenmesini gösteren tefecide ulaştı. Türk köylerinde aylık yüzde üç faiz oranları süreklilik gösteren bir olguydu ve köyün sessiz dramının hep aynı olan sonuysa köylünün ülkede onu modern işçi sınıfının parçası haline getirecek üretim biçimlerinin yokluğunda proleterleşmesiydi. Ülke içinde onu modern işçi sınıfının içine çekecek üretim biçimlerinin yokluğunun sonucu olarak çoğunlukla lumpen proletaryanın saflarına katılan– köylünün proleterleşmesi oldu. Bu olgunun daha ileri sonuçları tarımın çöküşü, yıkıcı açlık ve şap salgınları oldu. 

Öte yanda, devlet hazinesinin verdiği açık vardı. 1854’ten beri, Türkiye sonu gelmeyen dış borçlanma yoluna girdi. Londra ve Paris tefecileri başkentte, tıpkı Ermeni ve Yunan tefecilerin köylerde çalıştığı gibi çalıştı. Yönetmek her zamankinden daha zor hale geldi, ve yönetilenler her zamankinden daha fazla hoşnutsuz hale geldi. Başkentte iflas ve köylerde iflas; Konstantinopol’de saray darbeleri ve eyaletlerde halk ayaklanmaları – bunlar iç çöküşün nihai sonuçlarıydı. Bu durumdan çıkış yolu bulmak olanaksızdı. Tedavi ancak ekonomik ve toplumsal yaşamın bütünlüklü bir dönüşümüyle, kapitalist üretim biçimlerine geçişle elde edilebilirdi. Ama ne böyle bir dönüşüm için temel ne de temsilcisi olarak öne çıkabilecek toplumsal sınıf vardı ve şimdi de yok. Sultan’ın “yeniden ve yeniden bahşedilmiş reformları” açıktır ki zorluklara çare bulamazdı, çünkü kaçınılmaz olarak hukuksal yeniliklerden daha fazla bir şey değildi ve toplumsal ve ekonomik yaşamı sarsmamış, bürokrasinin egemen çıkarlarına karşı olduğu için çoklukla kağıt üzerinde kalmıştı.

Türkiye kendini bir bütün olarak yenileyemez. Başlangıçtan beri, birkaç farklı topraktan oluştu. Yaşam tarzının durağanlığı, eyaletlerin ve milliyetlerin kendine yeten doğası yok oldu. Ama iç birliklerini sağlayacak maddi çıkar, ortak gelişim yaratılmadı. Tersine, baskı ve Türk devletine bağlı olmanın sefaleti her zamankinden daha büyük hale geldi. Ve bu yüzden çeşitli milliyetler için bütünden kaçmak doğal bir eğilim oldu, ve içgüdüsel olarak daha yüksek toplumsal gelişmenin yolu özerk varoluşta aranmaya başlandı. Ve böylece Türkiye üzerine tarihi hüküm telaffuz edildi: batışla karşı karşıyaydı.

Osmanlı hükümetinin tüm tebaası çürüyen devlet organizmasının sefaletiyle karşı karşıya geldiyse ve çeşitli müslüman halklar –Dürziler, Nasraniler, Kürtler ve Araplar– da Türk boyunduruğuna isyan ettiyse de, ayrılıkçı eğilim her şeyden önce Hıristiyan topraklarda yayıldı. Buralarda maddi çıkar çatışmaları sıklıkla ulusal sınırlarla çakıştı. Hıristiyanın hakları inkâr edilir, bir müslüman karşısında yemini geçersizdir, silah taşıyamaz, ve kural olarak kamu görevi yapamaz. Ancak daha da önemli olan, köylü olarak çoklukla müslüman toprak sahibinin toprağıyla iştigal eder, ve müslüman devlet görevlisi tarafından iliği kurutulur. Dolayısıyla kökeninde, sıklıkla bir sınıf mücadelesi –örneğin koşulları İrlanda’yı kuvvetle andıran Bosna ve Hersek’te olduğu gibi küçük köylülerin ve ortakçı köylülerin toprak sahipleri sınıfıyla ve devlet görevlileriyle mücadelesi– vardır.  Böylece ekonomik ve hukuki baskının ortaya çıkardığı muhalefet burada ulusal ve dinsel çelişkilerde hazır-yapım bir ideoloji buldu.  Dinsel öğelerin eklenmesi çelişkilere özellikle kaba ve vahşi bir nitelik kazandırdı. Ve böylece Hıristiyan ulusların Türkiye’yle ölüm-kalım mücadelesini yaratmak için tüm unsurlar bir araya gelmiş oldu; Yunanların, Bosna-Herseklilerin, Sırpların ve Bulgarların mücadelesini şimdi Ermeniler izliyor.

Kısaca ana hatlarını çizdiğimiz toplumsal koşullar karşısında, Türkiye’deki ayaklanmaların ve ulusal mücadelelerin Rus hükümetinin ajanları tarafından yapay olarak ortaya çıkarıldığı iddiaları, burjuvazinin tüm modern emek hareketinin birkaç sosyal-demokrat ajitatörün işi olduğu iddialarından daha ciddi görünmemektedir. Kabul edilmelidir ki, Türkiye yalnızca kendi deviniminin ilerlemesiyle dağılıyor değildir. Kabul edilmelidir ki, Rus Kazakların şefkatli elleri Yunanistan, Sırbistan ve Bulgaristan’ın doğumunda ebe hizmeti sundu, ve Rus rublesi, Karadeniz tarihi dramasının daimi sahne amiridir. Ama diplomasinin burada yaptığı, yüzyıllar boyunca birikmiş adaletsizlik ve sömürü yığınındaki tutuşkan malzemeye kibrit çakmaktan daha fazlası değildir.

Burada ilgilenmek durumunda olduğumuz, bir doğa yasası kaçınılmazlığıyla gelişen bir tarihsel süreçtir. Balkan yarımadasında olanları anlamak için anahtar, Türkiye’deki arkaik ekonomik biçimlerin sürdürülmesinin mali sistem ve para ekonomisi karşısında olanaksızlığı ve kapitalizme gelişen para ekonomisinin olanaksızlığıdır. Türk despotizminin varlık temelinin altı oyulmaktadır. Ama onun modern bir devlete gelişmesi için temel yaratılmamaktadır. Öyleyse bir hükümet biçimi olarak değil bir devlet olarak; sınıf mücadelesi yoluyla değil milliyetler mücadelesi yoluyla yıkılmak durumundadır. Ve burada yaratılan yenileştirilmiş bir Türkiye değil, ama Türk enkazından çıkarılmış bir dizi yeni devlettir.

(10 Ekim 1896, Alman Sosyal-Demokrat gazete Sächsische Arbeiter-Zeitung)

Bir yanıt yazın