Haber / Yorum / Bildiri

Lenin’i 97. Ölüm Yıldönümünde Saygıyla Anıyoruz! (1. Bölüm)

“Devrim asla ‘yapılmaz’! Devrimler, tarihteki nesnel kriz ve ayaklanmalardan doğar!” (V.İ. Lenin)

Deniz ALTINER

TARİHTE ilk kez burjuvazinin mülksüzleştirilmesiyle gerçekleşen Ekim Devrimi’nin, 20. yüzyılın Marksizminin mimarı, kuramcısı Lenin’i ölümünün 97. yılı olan 21 Ocak 2021’desaygıyla anıyoruz. O’nun izinde işçi sınıfının, emekçilerin, halkların kurtuluşu savaşında daha da ’’kuvvetleneceğiz’’!

Bir kişinin çabaları ve diğer insanlarda uyandırdığı fikirleri, nesiller boyunca sürekli güçlenen, halkalar halinde yayılan deneyimleri vardır. Düşünce ve eylemdeki bu insan, zamanın temel tarihsel ve toplumsal ihtiyaçlarını ifade edebilmiş, bugünün sorunlarının ip uçlarını vermiş ve ölümsüzleşmiştir. Lenin’in büyüklüğü; militan bir savaşçı olmaktan öte hızla yok olan, zamanımızın ucuz popüler, hızla tükenen reklamcılığında öte başka bir şeydir.

V.I. Lenin’in hayatı ve eserlerindeki  gerçek büyüklük  onu o kadar tartışılmaz bir şekilde haklı kılıyor ki, ölümünün 97. yılında O’nu matemle anmak değil, her şeyden önce, O’nun eserlerini hatırlamak, onları  öğrenmek ve onlardan ders çıkarmak, onu günümüzün sorunlarının çözümüne uygulamak, O’nu anmaktır.

Toplumu ve onun geleceğini düşünen hiç kimse, Lenin’in çalışmalarını görmezden gelemez. Bu, özellikle Lenin’in geçmişte kalmış yaşlı bir adam sanısına kapılabilecek genç kuşaklar için geçerlidir. Dahası, kapitalist toplumun krizlerinde oluşan devrimci durumlarda burjuvazinin gençliği başka devrimci idolleri izlemeye yöneltmesi, onların böylece Lenin’in gösterdiği yoldan sapması, gençlikte gelişen devrimci durumların heba olmasından başka bir işe yaramamıştır.

Lenin’in çalışmalarının özü ve aktardığı en önemli miras, Leninizm öğretisidir. O bir hazinedir. Leninizm kapitalizmin tekelciliğe ve emperyalizme yükselmesiyle ve dünyanın sosyalizme geçişinin başlangıcıyla belirlenen yeni bir zaman diliminde Marksizmin tutarlı bir biçimde gelişmesidir. Bu dönem yüzyılımızı tamamladığı için Leninizm haklı olarak “20. yüzyıl Marksizmi” diye anılıyor. Bazı burjuva ideologlarının iddialarının tersine, Marksizm-Leninizm arasında hiçbir ayrım ya da sınırlama yoktur. Kimse onu birbirinin karşısına koyamaz. Lenin, Marx’ın öğretisi için “Marksist öğreti herşeye kadirdir, çünkü doğrudur. Kapsamlı ve uyumludur, insanlara batıl inancın, gericiliğin ve burjuva baskısını savunmanın hiçbir biçimiyle uyuşmayan bütünlüklü bir dünya görüşü sağlar. Marksizm, insanlığın 19. yy’da yarattığı ve Alman Felsefesi, İngiliz siyasal iktisadı ve Fransız sosyalizminde cisimleşen en iyi ürünlerinin meşru varisidir”der.  Ancak bu, onun dinlenilmesi gereken bir yatak olduğunu ifade ettiği anlamına da gelmez. Bu, Lenin’in Marksizm hakkında da söylediği şey, gelişme için de doğrudur: ” Marx’ın teorisini bitmiş ve değişmez olarak görmüyoruz, tam tersine, eğer sosyalistler hayatın gerisinde kalmak istemiyorlarsa onu her alana taşımalılar.’’

Değerli her şey gibi, Lenin’in öğretileri de çaba gösterilmeden anlaşılamaz. Marksizm-Leninizm’in üç bileşeni, diyalektik felsefe, politik ekonomi ve bilimsel sosyalizm ve komünizm ile bir bütündür. Bu öğretiler ve deneyimler aforizmaların toplamı değildir ve böylesi yöntemler yalnızca şarlatanlara aittir! Marksist-Leninist olmak için onun öğretileri ve uygulamaları hakkında bir içgörüye sahip olmak gerekir. Bu aynı zamanda yeni sorunlar karşısında yeni yollar öngörmek demektir. Kuşkusuz, Marksizm-Leninizmi basitçe bir yönteme indirgemek – bazılarının istediği gibi – yanlıştır ve çoğu zaman onun temel bilimsel başarılarından bazılarını inkar etmek için gizli bir biçim olarak yapılır. Marksizm-Leninizm köklü ve tutarlı bir yönteme sahiptir ve hiçbir şekilde sloganlara indirgenemez.

Lenin’in yaşadığı dönem ve çabaları, işçi sınıfı ve halkların mücadelesinde büyük boyutta yeni sorunların ortaya çıktığı bir zamana denk geldi. Marksizmin, onu revize etmek isteyen Bernsteinlara, Kautskilere, oportünistler ve reformistlere karşı savunulması gerektiği bir dönemdi. Bu tür durumlarda, cesurca ilerleyebilme ve aynı derecede yanlış fikirlere karşı koyma, cesurca geriye doğru adım atma yeteneği çok önemlidir.

Pek çok bakımdan, şimdi eşit derecede önemli kavşaklarla karşı karşıyayız. Aşağıda, Lenin’in öğretisinin bazı yönlerini ve şimdi ortaya çıkan sorunlara karşı özel önem taşıyan yöntemini açıklayacağız.

Sınıfsal bakış açısı ve sınıf içeriği

Marksizm’den hareketle Lenin, toplumsal gelişmeyle birlikte yeni dönemin ortaya çıkardığı yeni sorunları çözerken, Marksizmin felsefesini, diyalektik ve tarihsel materyalizmi, politik ekonomisini,kapitalist üretim tarzının temel özelliklerini ve onu takip eden gelişme eğilimlerini, bilimsel komünizmini, sınıf savaşının strateji ve taktiğini açıklığa kavuşturdu ve geliştirdi. Toplumsal sorunları, “Komünist Manifesto” yu, ilkel komünal toplum hariç, “önceki tüm toplumların tarihi sınıf mücadeleleri tarihidir” sözlerinin ışığında gördü. Her zaman, yığınları siyasi yüzeysel fenomenlerin çarpıtmalarına karşın acı sınıf mücadelesine çağırdı.

Lenin, “İnsanlar her zaman siyasette aldanma ve kendini aldatmanın saf kurbanları olmuştur ve çeşitli ahlaki, politik ve sosyal ifadelerin, beyanların ve vaatlerin arkasındaki şu veya bu sınıfın çıkarlarını bulmayı öğrenene kadar bunu yapmaya devam edeceklerdir “der. Ve bunu ileriye taşıyarak burjuvaziye karşı savaş yöntemini daha da geliştirdi: “Bu (yönetici) sınıfların direnişini kırmak için tek bir yol var: yani yığınların kendi güçlerini farketmeleri – ve toplumdaki konumlarına göre – onları aydınlatarak, savaş için organize ederek eskiyi kaldırıp yeniyi yaratacak gücü oluşturmak.”

Marx kapitalizme ilişkin ekonomik politik analiziyle, proletaryanın, modern işçi sınıfının, sosyal ilerlemede kapitalizmden sosyalizme götürmesi gereken ana güç olduğunu göstermişti. Kimi burjuva ideologlarının aksine işçi sınıfı yok olmuyor hala büyüyor. Türkiye’de boşalan kırsalın emekçileri kentlerde hizmet sektörünü doldurarak sınıfa dahil oluyor, işçi sınıfı büyüyor. Gelişmiş kapitalist ülkelerde de orta katmanlardan ve küçük burjuvaziden işçi sınıfına katılımlar artıyor. Üretici güçlerin gelişmesiyle işçi sınıfının iç yapısında yaşanan değişmeler onun tarihsel misyonunun önemini daha da arttırıyor.  İşçi sınıfı üretimdeki ve toplumdaki konumu nedeniyle, mücadelesini toplumdaki en örgütlü ve en öz disiplinli güç olarak sürdürmek zorunda kalıyor. Ve kapitalist sistemin nesnel temeli, bu özellikleri, sürekli yenilenen biçimlerle kuşaktan kuşağa taşıyarak ücretli emekçileri yeniden yaratıyor.

Bir Marksist olarak ilk ortaya çıkışından itibaren, Lenin’in her şeyden çok uğruna mücadele etmek zorunda olduğu şey, işçi sınıfının rolüne ilişkin bu anlayıştı. Rusya’daki küçük burjuva devrimciler ve demokratlarla ilk çatışmaları bunun üzerineydi. Sınıf mücadelesinin karşılaştığı her türlü güçlük karşısında ortaya çıkan oportünist ya da paniğe kapılmış eğilimlerle aralıksız savaşmak, yüzleşmek gerekiyordu.

Bilindiği gibi, günümüzde işçi sınıfının savaşım yeteneğini ve devrimci niteliklerini – kendilerini devrimci sayan, ancak bu tür yorumlarıyla kendi küçük burjuva sınırlarını ortaya çıkaran çevrelerde bile – inkar etmek moda oldu. “İşçi sınıfı artık burjuvadır, burjuvaziden etkilenmiştir” diyorlar. Elbette. Burjuva ideolojisinin baskın, egemen olduğu ve her yönden kuşatıldığı bir toplumda kim değildir? Tek belirleyici faktör bu olacaksa, o halde onlara göre işçi sınıfını ileriye doğru götürecek başka hiçbir yol yok demektir. Ancak bu farklı bir şeydir: yani, bu kapitalizmin sürekli etkilerine rağmen, işçi sınıfı; ancak tekelci sermayenin iktidarına karşı mücadelede kendini savunabilen, toplumsal bir güç oluşturabilen ve sınıfsal bilince, Marksçı-Leninci partisine sahip olduğunda bu güce son vermeyi başarabilecek potansiyele sahip olmasıdır.  Son yıllarda artan sınıf çelişkileri ve çatışmaları bunu göstermektedır.

Gelişmiş kapitalist ülkelerde işçi sınıfına yönelik suçlamalar o kadar da yeni değil. Lenin zamanında da vardılar. Sovyetlerin 1918 Nisan’ındaki bir toplantısında, Aleksander Juljevitj Ge isimli bir anarşist, Avrupa’daki proletaryanın “vebalı ve çürümüş” olduğuna dair büyük sözlerle ortaya çıktı, zaten bundan başka bir şey söylemesi de beklenemezdi. Lenin bu görüşe “ulusal barbarlık ve eşi benzeri olmayan pervasızlık” … “Avrupa’daki proletarya, Rusya’dakinden daha fazla vebalı değil, ama orada devrimin başlaması daha zor, çünkü iktidarın başında Romanov (çar) gibi aptallar veya Kerenski gibi kendini beğenmişler yok ama Rusya’da olmayan ciddi kapitalistler var’’ olarak cevap verdi.

İşçi sınıfına duyulan güven, onun devrimci rolünün anlaşılması ve her şeyden önce gücünü hayata geçirme yetisi, ciddiye alınacak her türlü toplumsal değişim ve devrimci girişim için mutlak ön koşuldur. Bu önkoşul olmadan kendilerini “devrimci” olarak sunanlar, renkli burjuva basının puntolarında “ilginç” bir hareket olarak sunulmaktan mutlu olabilirler ama tam da bu onların Marx ve Lenin’in işçi sınıfının dünyayı değiştirebilecekleri temelini inkar ettikleri içindir.

Tüm toplumsal sorunlar, temel karşıtları işçi sınıfı ve tekelci sermaye ile olan sınıf mücadelesiyle ilişkili olarak değerlendirilmesi gerektiği anlayışında somutlanır. Her zaman fenomen ve kavramlar sınıfsal içeriğine göre değerlendirilir.

Günümüzün karmaşık sosyal yaşamında, burjuva ideolojisinin yarattığı kafa karışıklığının ve aldatmacasının en önemli kaynaklarından biri, “sınıfsız”, ”sınıflar üstü”kavramlarının ve fikirlerinin hokkabaz ustalığıyla yayılmasıdır. Bunlar genellikle öylesine ustalıkla, rüşvetle uygulanır ki etkileri büyüktür. Bir fabrikada yönetici sınıfa yakın dolgun maaşla, rüşvetlerle çalışan biri kendisini fabrikanın ’’sahibi’’ gibi görebilir. Bunlardan Türkiye’de de çok vardır. Son yıllardasosyal politikalardan bahsedip işçilerin birikmiş değerlerini sermayeye peşkeş çekip, itirazlar karşısında ’’bunlar sermayeye düşman’’ diye ilan etmek ya da toplumsal muhalefeti, Kürt Halkına karşı verilen savaşa karşı eşit, adil, özerk bir toplumu ifade edenleri ’’terörist, bölücü’’ ilan etmek ya da ülkenin çıkarları diye komşulara savaş açmak, itiraz edenleri ’’vatan haini, terörist’’ olarak yaftalamak sayılabilir. Ama gerçekte onlara göre ’’toplumsal barış’’ sermaye düzenidir ve bu düzene saldırmak, muhalefet etmek mevcut sınıfın egemenliğine saldırmak demektir.

Resmi ideoloji sürekli, Marksistleri, kavramların sınıfsal içeriklerini gösterdikleri için tek yanlı olmakla suçlarlar. Tersine, kendisini “nesnel, eşitlikçi, ” göstermesiyle kulağa hoş gelebilirler ama yasalarına rağmen katledilen kadınlarla, Kürt Halkı olarak yok sayılmasıyla, asgari ücretin yaşamla ölüm arasında bir yerde durmasıyla ve 301 maden işçisine karşı feryatlarını yükselen işçileri tekmeleyen iktidarla, geceleri aç yatılan evlerle ortada duran ’’gerçeklikler’’ ve bütün bu çelişkileri gizlemeye çalışanlara karşı haykıran, savunan yine Marksistlerdir. Evet, bu nedenle Marksistler tek ”yanlıdırlar”. Fakat iktidarlar felsefi düzeye aktararak ’’nesnellik, objektiflik’’ de katabilir ama onlar özünde pasif, kaderci, katılımcı olmayan, hesap sormayan, sorgulamayan, doğruya ve yanlışa karşı tarafsız kitleler yaratmaya çalışırlar.

Buna karşılık, Marksist felsefenin, Marksizm-Leninizmin çok farklı bir bakış açısı vardır. Maksist felsefe gerçekliğin, nesnel gerçeğin tanınması, üstesinden gelinmesi gereken şeydir, bilimdir. O,uzlaşmaya varma etkisine sahip olan her türlü bilimsizliğe, tahrifata ve hatta soyutlamaya karşı durmayı içerir. Marksizm felsefesi eleştirel ve etkindir ve bu nedenle “ortada bir yerde” durmayı reddeder, çünkü ortada olmak yanlıştır. Toplumsal konularda, yanlış ‘nesnelcilik’ insanların mevcut düzenin kurbanı olmasına yol açarken, ayrılma, hem gerçeği tanımanın hem de insanları ona hakim kılmanın şartıdır. Eğer devlet Kürtleri katlediyorsa, ortada bir yerde durmak yanlıştır, bu tam da devletin istediği bir şeydir.

Düşüncenin kullanımına ilişkin bu tür sorunlar, yalnızca felsefeyle ilgilenen insanlar için değil, aynı zamanda günlük tartışmalar ve toplumsal sorunların çözümü için de önemlidir. Sınıfsal bakıştan uzak ’demokrasi ve özgürlük’ kavramlarını ele alırsak; buradaki manipülasyonu görmek zordur. Bu, kapitalist dünyanın ’özgürlük’ deryası, sosyalist dünyanın ise özgürlükten yoksun, özgürlüğe karşı bir dünya olduğu, yöneticilerinin de birer diktatör olduğu sonucu çıkarılır. Oysa demokrasi bir devlette ancak bir sınıfın demokrasisidir, ”diktatörlüğü”dür. Bütün devlet aparatı diğer bir sınıfı ezmek için kullanılır.

Oysa sosyalizmde var olan özgürlük kapitalist dünyada yoktur, çünkü üretim araçlarının mülkiyeti emekçilere aittir ve devlet onların devletidir, onların çıkar ve kazanımlarını korumakla yükümlüdür. Emekçi halkın üretimini ve kendi toplumunu hızlı ve doğru bir şekilde güvence altına alma ve geliştirme becerisini talep eden bir demokrasi söz konusudur.Elbette demokrasinin sorunsuz hayata geçmesi mümkün değildir. Ama emekçi halkın gelişmesinin, verimli olmasının ve özgürlüğünü zenginleştirmenin tek yolu budur. Ve bu çaba için, kapitalist sınıf mülkiyetinin ve tahakkümünün “güçlerin serbest oyunu” arkasına saklanıldığı yol temizlenmeli, geri püskürtülmeli ve parçalanmalıdır. Halkın özgürlüğü, sermayenin özgürlüğünü yenmeli ve kendi zaferini pekiştirmelidir. 

Elbette bir makinenin yapısının kapitalist mi yoksa sosyalist mi olduğu ya da matematiksel bir teorinin proleter mi yoksa burjuva mı olduğu hakkında konuşmak saçma olur. Bu tür bir sapkınlığı deneyenler sadece kendilerini komik duruma düşürürler. Ancak bu bağlamda tartışmaya devam ettiğimizde toplumsal koşullarla ilgili olan her şey aynı zamanda sınıf mücadelesinde bir role sahiptir ve o zaman sınıfsal açıdan değerlendirmeye tabi tutulmalıdır. Özgürlük, demokrasi, şiddet, güç gibi kavramlarla karşılaşıldığında, içeriklerini öne çıkarmak için her zaman açmak gerekir – kimin için ve ne için? kime ve neye karşı? hangi sınıf için ve hangisine karşı? Havada özgürce dolaşan ve başı dönüyormuş gibi davranan özgürlük, demokrasi gibi kavramlar yoktur. Örneğin Kürt Özgürlük Hareketinin sınıfsal özünü anlamayan ve onu sınıf savaşından uzak tutan Türkiye solunun açmazı da burjuva devletin ’’özgürlük’’ anlayışından kopamamasındandır. Soru yanlış sorulduğunda doğru cevabı almak mümkün değildir. Kürtlerin savaşı kime ve ne için diye sormak sınıfsal özünü kavramaya yardımcı olacaktır. Kürtlerin özgürlüğü bu devletin ’’özgürlük’’ ve ’’demokrasi’’ anlayışının iflası, işçiler, emekçiler, tüm halklarla birlikte Türkiye’de demokrasiyi kazanmak ve giderek kapitalist devletin sona giden yolunu örmek demektir. Kadınların savaşı kime ve ne için? Kadınların ’’özgürlüğü’’bu eril faşist devletin zayıflatılması, kadınların can güvenliğinin sağlanması, tam özgürlüğe giden yolun aralanması demektir. Çevrecilerin doğayı savunma, koruma savaşı da demokratik ve sınıfsaldır. Doğayı talan eden bu faşist devlet ve hempalarının gün yüzüne çıkarılması, doğanın ’’özgürleşmesi’’dir. Bu örnekleri tüm toplumsal sorunlarla çoğaltmak mümkündür. Eğitim, kime ve ne için? Hangi sınıfa hizmet için? 

Bununla birlikte, soyut bir ‘ileri demokrasi’ söyleminin sömürüsünün bilince çıkması yakın bir tarihe ait değil. Zira bir mektubunda Engels, Bebel’e toplumsal devrim sırasında “krizin olduğu gün ve ertesi ” “gerici olan her şeyin demokratik bir şekilde davranacağını” ve kendisini “saf demokrasi” olarak lanse edeceğini yazıyordu. Bugün de öyle değil mi? Erdoğan saf demokrasi naraları atarak binlerce Kürdü, devrimciyi, aydını hapislere doldurmuyor mu? Ancak zamanımızda, toplumsal mücadelenin sınıfsal içeriğini uçucu hale getirmek için yeni yöntemler de icat ediliyor. “Bilimsel teknik devrim” dediğimiz üretici güçlerin şiddetli gelişiminin etkisi altında, toplumun gelişme koşullarının ve perspektiflerinin tamamen değiştiğini iddia etmek de moda oldu. Örneğin Fransız komünistlerin savaşmak zorunda kaldığı Roger Garaudy’i içine düştüğü revizyonizme göre geleceğin yolları otomasyonla döşenmiştir ve bilim insanlarını “bugün dünyanın dönüşümü için belirleyici gücün taşıyıcıları” olarak ilan edebiliyor.

Bir yanıt yazın