Haber / Yorum / Bildiri

Korona virüsü salgını kapitalizmi sorgulatıyor

KORONA virüsü dünyada ve Türkiye’de hızla yayılıyor. Virüsün merkezi çıktığı Çin’den batıya, dünyanın en zengin kapitalist ülkelerine kaydı. Dünya Sağlık Örgütü virüsün merkezinin şu an Avrupa olduğunu açıkladı. Önümüzdeki aylarda merkezin ABD’ye kayacağı tahmin ediliyor. Başta İtalya olmak üzere İspanya, Fransa, Almanya krizin kıskacında bulunuyorlar. Bu ülkelerde değişik düzeyde sokağa çıkma yasağı kondu. Çünkü ölenlerin sayısı hızla artıyor; İtalya’da 6 bini geçti. İspanya’da 3000’e, Fransa’da 700’e, Almanya’da 200’e yaklaştı. Bu sayılar Çin’deki tüm ölü sayısından çok daha fazla. Çin ise virüsü kontrol altına aldı. Hatta İtalya’ya virüsle mücadelede yardımcı olmak için sağlık personeli bile gönderdi. Virüsü kontrol altına alan diğer bir ülkede Küba’dır. Küba da İtalya’ya ve Latin Amerika ülkelerine virüsle mücadele için sağlık personeli göndermektedir.

Avrupa ise hâlâ virüsle başa çıkamıyor. Virüse yakalanan ve hayatını kaybeden insanların sayısı her gün katlanarak yükseliyor. Korona krizi aynı zamanda birçok sağlık sisteminin içinde bulunduğu sefil durumu da ortaya koyuyor. Başa çıkamamalarının nedeni yalnız virüsün çok agresif olmasından değil, neoliberal kapitalist sağlık sisteminin yetersiz olmasıdır. Batıda neoliberal politikalar sonucu sağlık sistemi yıllarca süren kesintiye uğratılmış, özelleştirilmiş, azami kârı hedef alan kurumlar haline getirilmiştir. Hastanelerde gerekli personel, doktor ve bakıcı, yeterli yatak ve malzeme yoktur. İtalya’da ve diğer ülkelerdeki artan ölüm vakalarının nedeni de budur. İtalya’da sınırlı olan solunum makinelerine yaşama şansı olan genç hastalar bağlanmakta, yaşlılar bir kenarda ölüme terk edilmekteler. Onlarla ilgilenecek ne doktor ne sağlık personeli, ne de malzeme var. Hastanelerde yeterli maske dezenfektan yok. Yalnız İtalya’da değil, tüm Avrupa ülkelerinde sağlık sisteminin durumu hemen hemen aynıdır. Buna rağmen sağlık personeli büyük fedakârlıklar göstermekte, halklar da onlara alkışlarla teşekkür etmektedir. Çin ve Küba’da ise sağlık sistemi kamusaldır. Her zaman yeteri kadar doktor ve bakıcı, sağlık malzemesi bulunmaktadır. Devlet her an tam teşkilatlı binlerce kapasiteli sahra hastaneleri kurabilecek konumdadır. Şu an Avrupa ise böyle bir yetenekten mahrumdur. Bunun sorumlusu neoliberal kapitalist uygulamalardır.

Diğer doğal afetler gibi Covid-19 Korona virüsü de sınıf ve sınır, zengin ve fakir tanımıyor. Herkesi vuruyor. Ama bu virüsten en çok zarar görenler, hastalanıp ölenler yalnız yaşlılar değil, aynı zamanda toplumun en zayıf kesimleri, yoksul ve fakirleri, gelir düzeyi düşük katmanları, işçi ve emekçileridir. Zenginler ise iyi yaşam koşulları nedeniyle virüse daha az yakalanmaktalar, yakalandıkları zamanda bu paralı, özelleştirilmiş sağlık sisteminde hemen test ve tedavi olabilmektedirler. Bir diğer deyişle bu sistemde paran varsa yaşarsın, paran yoksa ölürsün. Bu da kapitalist sistemin değil, Allah’ın bir yazgısı olarak halka yutturulmaya çalışılmaktadır.

Yaşanan bu gelişmeler batı kamuoyunda birçok sorunun ortaya çıkmasına, neoliberal kapitalist düzenin sorgulamasına neden olmaktadır. Nispeten fakir olan Çin ve Küba gibi sosyalist ülkeler virüsü kontrol altına alıp üstesinden gelirken, gelişmiş kapitalist Avrupa ülkeleri virüsü neden kontrol altına alamıyor, neden üstesinden gelemiyorlar? Nasıl olurda en zengin ülkeler bir virüse yenik düşerler, çaresiz kalırlar? Bu sorulara cevap verirken, bazıları Çin ve Küba’nın merkezi, otoriter yönetimleri sayesinde bu krizi atlattıklarını, Avrupa demokrasisinde böylesi otoriter yaklaşımların olamayacağını söyleyebilmekteler, neoliberal kapitalist sisteme toz kondurmamaktadırlar. Bazıları da bu ülkelerin sosyalizmden gelen yapıları nedeniyle, kapitalizmde olduğu gibi üretimin ve yaşamın merkezinde para ve kârın değil, insanın ve insan sağlığının olduğunu, insanların her türlü sağlık hizmetini ücretsiz alabildiğini, üretim araçlarındaki, fabrika ve kamu hizmetlerindeki devlet hâkimiyetinin insanları her türlü yokluk ve yoksulluktan, işsizlikten koruduğunu belirtmektedirler. Bunlara göre kapitalist ülkelerde ise tam tersi mevcut. Toplumsal yaşam ve üretimi belirleyen tekellerin para ve azami kâr hırsı ve sömürüdür, küresel neoliberal uygulamalardır. Burada insan ikincildir. İşlevi kapitale kapital katmaktır, kapitali çoğaltmaktır. Bu işlevi bittiği anda işsizdir, sokaktadır, açtır, çaresizdir, virüslerin saldırısı altındadır.

Özellikle son yıllarda bu neoliberal politikaları uygulayan batı ülkelerinde devlet bütün olanaklarını tekellere akıtırken, halka yönelik sağlık, ulaşım, su, elektrik gibi kamu hizmetlerini özelleştirdi, sosyal hakları kısıtladı, üretimin dış ülkelere kaydırılmasına teşvik etti. Toplumda küçük bir azınlık daha da zenginleşirken, geniş emekçi yığınları daha da fakirleşti. Korona virüsü salgını tam da bu neoliberal politikaların dolu dizgin uygulandığı bir dönemde ortaya çıktı. Neoliberal yöneticiler salgına aldırış etmedi. Salgına rağmen fabrikada işçiler çalıştırılmaya devam ettirildi. İnsan ve insan sağlığı düşünülmedi. Salgın büyüyünce de birden sağlık sisteminin yetersiz kaldığı ortaya çıktı. Özelleştirmelerin, sağlık sistemi ve diğer kamu hizmetlerinin metalaştırılmasının hata olduğu görüldü. Bu nedenle Sınırsız Doktorlar örgütünden Emmanuel Baron gibi bazı neoliberal aydınlar, Korona virüsü “bizim sağlık sistemimizin ve sosyo-ekonomik modelimizin hatalarını ortaya çıkardı” saptamasını yapmaktadırlar.

Toplumda neoliberal politikalar iyice diskresite olmaya, kamuoyunda artık yetti diyenler çoğalmaya, Korona virüs krizinden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmamalı, geçmişten ve günümüzden ders çıkarılmalı görüşü yayılmaya başladı. Genel kanı, bu Korona krizinden çıkarken toplum bir dönüşüme uğramalıdır. Fransa Cumhurbaşkanı Macron bile “bir gün sonrasından bir gün öncesine dönüş yoktur… tüm sonuçlarına katlanacağız” diyerek neoliberalizm devrinin bittiğinden, yeni bir dönemin başlayacağından bahsetmeye ve kamu hizmetlerini savunmaya başladı. Şirketlerin devletleştirilmesi veya şirketlere devlet katılımı gündemde alındı. Bu yalnız Macron’da değil, buna benzer görüşler Merkel ve diğer Avrupa liderlerinde de ortaya çıkmaktadır. Günümüz toplumsal krizi neoliberal küreselleşmenin bir krizidir. Tüm ekonomik, sosyal ve doğal afetlerin sorumlusu azami kâr elde etmek için sınır tanımaz biçimde doğayı talan eden ve mahveden, insanı iliklerine kadar sömüren, ekolojik yapıyı mahveden, çevreyi kirleten, iklim değişikliğine neden olan, dünyayı yaşanmaz hale getiren küreselleşmiş neoliberal kapitalizmdir. Yoğun kapitalist endüstriyel gıda üretimi, virüslerin hayvan konakçılarda mutasyona uğraması, yayılması için fırsat sağlarken, insan popülasyonuna da enfekte etmesi için bir geçit sağlıyor. Tarım ve hayvancılığın endüstriyel modeli, her yıl yeni ve ölümcül küresel virüs tehdidinin bu noktaya nasıl geldiğini açıklıyor. Bu yüzden Korona ne ilk, ne de son olacaktır. Korona virüsü bile doğaya yapılan bu tahribatın bir sonucudur. Virüsün ABD tarafından çıkarıldığını ispatlayan komplo teorileri de, ABD emperyalizminin hala dünyaya tek başına hükmetmek için, binlerce insanın ölümü pahasına her türlü yöntemi uygulayabileceğini ispatlamaktadır. İster komplo teorilerine göre kasten, ister doğa talanının bir sonucu olarak çıksın, virüs neoliberal politikaların bir sonucudur.   

Korona virüsü neoliberal kapitalizmin krizini iyice su yüzüne çıkardı ve onu temelden salladı. “Sınırsız özgürlüğü savunan Avrupa Birliği AB’de bile her ülke sınırlarını kapatıp ulus devlete dönüverdi. Toplum, virüsle neoliberalizm arasındaki ilişkiyi kurmaya başladı. Korona virüsü krizinden çıkarken hayatını kaybedecek binlerce, belki de on binlerce insanın sorumlusunun neoliberal politikalar olduğunu görmektedir. İnsanlar şu an hayatını kaybeden insan sayısının az olması için sokağa çıkmama gibi yasaklara, temel özgürlüklerin kısıtlanmasına katlanmaktadır. Onlar bu kadar çekilen “zulüm”den sonra, krizden çıkarken tekrar neoliberal eski düzeni istememektedir. Bu olağanüstü hal koşullarını da geçici olarak görmekte, kalıcılaşmasını ise asla düşünmemektedir. Ama nasıl bir düzen istediğini de “bilmemektedir.” Eski düzen olmayacak, ama yeni düzen nasıl olacak? Bu soruya cevap ararken herkesin aklına nereye doğru gidiyoruz, bu krizden nasıl çıkarız sorusu gelmektedir. Bu sorulara herkes durduğu yere göre cevaplar vermektedir.  

Nereye gidiyoruz?

Her ne kadar Macron, Merkel gibi Avrupa liderleri birer liberal burjuva demokratı olarak gözükseler de, geçmişte uyguladıkları, iflası ortaya çıkmış neoliberal politikalar konusunda “özeleştiri” yapıyor konumuna gelseler de, onlar bu kapitalist sistemin ardıcıl savunucularıdır ve neoliberal politikalardan da vazgeçecekleri yoktur. Dün acımasızca neoliberal politikalar uyguladıkları gibi, yarın da otoriter, faşizan yöntemler uygulayabilirler. Şurası bilinmeli ki, neoliberal uygulamalardan sonra onların getirecekleri uygulamalar, düzen; daha otoriter, hürriyetleri kısıtlayacak bir düzendir. Bu Korona virüsü salgınıyla mücadelede onlar özgürlüklerin kısıtlanmasında, sokağa çıkma yasaklarının uygulanmasında ilerisi için geniş deneyler elde ettiler. Yığınların nasıl uysallaştırılacağını öğrendiler. Eğer yığınlar ilerde daha demokratik istemlerle ortaya çıkacak olurlarsa, uygulanacak otoriter yöntemler deneyleriyle birlikte hazırdır. Korona salgınından sonrada dünyada gidiş daha çok demokrasi değil, daha çok otoriter faşizan yönde olacaktır. Kaçınılmaz olarak despotik bir toplum gözükmektedir.

Onlar şimdi kamuoyunda var olan huzursuzluğu azaltmak, gerilimi düşürmek için kalktıkları neoliberalizmin “özeleştirisine” aldanılmamalıdır. Devletleştirme ve devlet katılım da aynı şeydir. Devletleştirmekten onların amaçları üretim ve hizmetleri halkın yaşam koşullarını iyileştirmek için kullanmak değil, büyük şirketleri kurtarmak, bunların krizi en az bir hasarla atlatmasını sağlamaktır. Yaza doğru salgının önü alınır ve normal yaşama doğru geçilirken, onlar yine hiçbir şey olmamış gibi davranmaya, halka kriz sürecini ne güzel yönettiklerini anlatmaya kalkacaklar, halkı yine uyutmaya çalışacaklardır. Krizin getirdiği ekonomik yükü de yine işçi ve emekçilerin sırtına bindireceklerdir. Şirketleri kurtarmak için yaptıkları paketlerin içeriği trilyon doları bulmaktadır. İşçi ve emekçiler için ise yapılmış bir tek paket yok. Onlar kolaylıkla işten atılmakta, yaşayabilmek için de sosyal yardım kasaları gösterilmektedir. Korona krizinden sonra işsizliğin artacağına, toplumun fakirleşeceğine, ama büyük tekellerin daha zenginleşeceğine şimdiden emin gözlerle bakılmaktadır. Virüs bulaşırken zengin fakir ayrımı yapmıyor, sınıfına bakmıyor. Ama iktidarlar virüsle mücadele ederken herkesin sınıfına bakıyor. İnsana sınıfına göre muamele ediyor.

İşçi ve emekçiler, ilerici ve demokratik güçler, neoliberal düzene muhalif olanlar için Korona krizinden sonra gelmesi istenen düzen, ütopik gözükse de sosyalizmdir, ama gerçekçi olan yönü sosyalizme açılan, tekellerin gücünün kırıldığı, kamu hizmetlerinde özelleştirmelerin sonlandırıldığı, topluma hizmetin esas alındığı, demokratik hak ve özgürlüklerin genişletildiği ileri demokratik bir düzendir. Bu istek gerçekçi, ama gerçekleştirilmesi kolay değildir. Çünkü yığınlar hem örgütlü değil, hem mücadeleye hazır değil, hem de onları bu talepler doğrultusunda örgütleyecek ve harekete geçirebilecek devrimci örgütleri yok. Burjuvaziye sınıf temelinde karşı koyacak örgütler olmadığı sürece, burjuvazi yığınları istediği gibi etkisi altına alabilmekte ve yönlendirebilmektedir. Günümüzde görev bu örgütlülüğü yaratmaktır. Türkiye’deki sol ve demokratik devrimci güçlerin önünde de bu görev durmaktadır.

Türkiye nereye gidiyor?

Avrupa’da durum bu, korkunç. Ama Türkiye’de durum ne? Daha da korkunç! Avrupa ülkelerine göre daha otoriter ve faşizan olan ülkemizdeki tek adam rejimi, hem virüsle mücadeleyi iyi yönetemiyor, hem de bu öldürücü virüsü “Allahın lütfu” sayıp 100 milyarlık bir paketle kendi çevresini daha da zengin etmekle meşgul.

İktidar virüsle mücadeleyi iyi yönetemiyor, bunun sorumluluğunu da utanmadan halkın üstüne yıkıyor, onun vurdumduymazlığına, bazı alışkanlıklarına, cahilliğine yüklüyor. “Herkes kendi olağanüstü halini ilan edebilir. Bunu illa devletin ilan etmesi gerekmiyor” diyerek sorumluluğu tamamen insanlara yıkmaya çalışıyor. Kendi akıl dışı uygulamalarının, krizi bilimin öngördüğü yöntemlerle yönetilmesi gerektiği konusundaki kasıtlı ihmallerinin üstünü örtmeye çalışıyorlar. Gelmekte olan salgına rağmen 20 binden fazla kişinin umreye gitmesini engellemiyorlar. Umreden dönenlerin büyük kısmı, salgının hız kazandığı ortadayken, kontrolden geçirmeden ‘canlı bomba gibi‘ halkın arasına salıyorlar. Bunlar salgına yeni bir ivme kazandırdı. Futbol maçlarından Cuma namazlarına kadar her türlü toplantıların yasaklanması konusunda geç kalındı. Hele namazlar konusundaki tutum cehaletin bilime meydan okumasıydı. Cuma namazlarında toplanan ahaliye hem toplu olmanın zararları anlatılıyor, hem de “namaz kılana bir şey olmaz” dercesine toplu namaz kıldırmaya devam ediyor. Camileri bir türlü kapatmak istemediler. Çıkıp halka açıkça bu mücadele dini inançla değil bilim ve akılla olur diyemediler. Bilim Kurulu’nun izolasyon, karantina önerileri bizzat Erdoğan tarafından reddedildi. Halkın sağlığını oy, iktidar ve kâr hırslarına feda ettiler.

Hükümet OHAL’i, onun getireceği ekonomik yükten korktuğu için ilan etmiyor. Gerçekten de etmesin. Onun OHAL’i ilan etmesi demek halka, özellikle Kürt halkına ve demokratik güçlere daha çok keyfi baskı, daha çok kayyum, daha çok zindan demektir. Hükümet OHAL’i virüsle mücadele için değil, geçmişte de yaptığı gibi Kürt ve Türk demokratik güçleriyle daha rahat mücadele etmek için kullanacaktır. OHAL’i Erdoğan’a bırakmamalıyız, gerçekten de kendimiz elimize almalıyız, Avrupa’daki gibi uygulamalıyız. Bunun için sendikalar birlikte harekete geçmeli, vatandaşın kendi OHAL’inin vatandaşa olacak ekonomik sonuçlarının minimuma indirilmesi için işverenlerle ve hükümetle görüşmelere başlamalıdır. İşsizlik Fonu hemen devreye sokulmalıdır. DİSK bu konuda öncülük yapmalıdır. Vatandaş hükümetin ve işverenin kıskacında bırakılmamalıdır.

Erdoğan virüsle mücadeleyi Sağlık Bakanı Koca’ya bıraktı. Kendisi sarayına çekildi. Bu zor işlerde hedef olmak, karizmasını çizdirmek istemedi. Sağlık Bakanı da yandaş medya yardımıyla kamuoyunda süreci çok iyi yönetiyor izlenimini yarattı. Ama yalancının mumu yatsıya kadar yanar misali, kısa zamanda hiç de öyle olmadığı, sürecin iyi yönetilmediği ortaya çıktı. Zira süreci yönetmek demek, sağlık sistemini halkın sağlığını koruyacak duruma getirmek demektir. Türkiye’deki sağlık sistemi, belki ABD’den biraz iyice, zira orada 30 milyona yakın insan sağlık hizmetlerinden mahrum, ama Avrupa’dan fersah fersah geridedir. Türkiye’de sağlık sisteminin sınıfsal karakteri, neoliberal özelliği çok belirgindir. Erdoğan döneminde bu çok daha belirginleşti. Özel hastanelerin açılışı desteklenirken devlet hastaneleri kendi başına bırakıldı. Parası olan özel hastaneye gider, istediği sağlık hizmetimi alır. Kendisine anında Covid-19 Korona testi de yaptırır, gerekirse karantinada tedaviye aldırır. Ama fakir olanlar devlet hastaneleri kapısında sürünür, tesadüfen yaşar, tesadüfen ölür, yaşamı Allah’ın takdirine kalmıştır. Bakan Korona virüsü Covid-19’la mücadelede, sağlık sistemini devlet hastaneleri kapısında sürünen 80 milyonluk nüfusun %90’ını bu virüsün pençesinden kurtarmayı asla düşünmedi. Gerçi Medipol Hastaneleri gibi özel hastane zincirine sahip bir bakandan böyle bir yaklaşım beklemek tam bir saflık olur, ama o bakanlık koltuğunda oturan birini de halk sağlığı konusunda sorguya çekmek bizimde hakkımızdır. Çok doğru olarak bazılarının yaptığı gibi bakandan hastanelerinin kapısını halka açmasını beklemek son çare, “ultima ratio” değildir, halk sağlığı için beklenen bir adımdır. O bunu yapmaz, çünkü sınıfsal konumu gereği zengini sever, fakiri sevmez. Ama bakan olarak ondan bizim vergilerimizi nereye harcadığının, virüsle mücadelede neleri yaptığının hesabını da sormamız gerekir. Halk sağlığını düşünen bir bakan dolar gelecek diye 500 bin aşı kitini ABD’ye satmaz. Halk sağlığını düşünen bir bakan elindeki bütçeyi maske, dezenfektan gibi koruyucu maddeleri ve solunum aletlerinin tedariki için ayırır, hastaneleri personel ve maddi olarak güçlendirir. Bütün Avrupa ülkeleri hizmet dışı olan doktor ve sağlık personelini göreve çağırırken, bakan güvenlik soruşturmasından geçemedi diye hala çalışan doktorları işten atmaktadır. KHK’dan atılan doktor ve sağlık personelinin ise lafını bile ettirmemektedir. Bakanın sağlık sistemini virüse karşı hazırlama diye bir derdi, bir sorunu olmamıştır. Sonuçta kendinin de bir parçası olduğu neoliberal sağlık sistemini uygulamaya devam etmiştir.

Ülkede korona virüsü yayılırken bakan acil önlemler almakta da geç kalmıştır. Lokanta ve kahvelerin, pastane, bar ve eğlence yerlerinin kapatılmasında geç kalınmıştır. Sosyal mesafelendirme ve sokağa çıkmama yönünde yasaklar sözde kalmıştır. 65 yaş üstüne uygulanan sokağa çıkma yasağının ise hiçbir etkisi olmamıştır. Genel olarak sokağa çıkmanın bir bütün olarak düzenlenmesi gerekmektedir. Bu gidişle Türkiye’nin kısa zamanda  İtalya’ya benzeyeceğinden korkulmaktadır. Çünkü İtalya da bu düzenlemeleri yapmakta çok geç kalmıştı. Sonucu ise herkesin bildiği gibi felakettir. Virüsle mücadele acilen yapılması gereken zorunlu kamu hizmetleri ve çalışma dışında tüm işletmelerde işe ara verilmesini, halkın sokağa çıkması zorunlu ihtiyaçların tedariki dışında genel olarak yeniden düzenlemesini gerektirmektedir. Avrupa sokakta kısa süreli iki kişi dışında her türlü gezintiyi, toplantıyı yasaklamıştır. Ama sağlık sistemini düzeltemeyen bu hükümetten salgının yayılmasını azaltacak sosyal faaliyetlerin düzenlenmesi de beklenmemelidir. Onlar düzenleme deyince baskıyı ve hala azda var olan hürriyetleri tamamen yasaklamayı anlarlar. Bunun için genel sokağa çıkma kısıtlamaları bu otoriter devlete bırakılmamalıdır, bu düzenleme sendikalar ve meslek kuruluşları başta olmak üzere tüm sivil toplum kuruluşların katıldığı TBMM’de kurulacak bir komisyona verilmelidir. Muhalefet ve tüm sivil toplum kuruluşları bu yetkiyi almak için sesini ve mücadelesini yükseltmelidir.

Bu virüsle mücadele demokrasiyi ve sosyal devlet anlayışını gerektirir. O da bizde hak getire. Bu anlayıştan devletin ne kadar uzak olduğu açıklanan ekonomik önlemler paketinde de görülmüştür. Tüm neoliberal rejimler gibi onlar için de söz konusu olan, önemli olan halk değildir, işçi ve emekçiler, esnaf ve zanaatkârlar değildir, büyük şirket, tekel sahipleri kapitalistlerdir. Özellikle Erdoğan için kendi çevresindeki inşaat şirketleridir.

Zenginler için ekonomik paket

Günlük yaşamı felce uğratan Korona virüsü Türkiye’de de ekonomiyi de sarstı. Karantina ve sokağa çıkma yasakları, sosyal mesafelendirme önlemleri üretimi etkiledi. Küçük firmalar işyerlerini kapatırken, büyük firmalar kısa çalışmaya veya üretime ara vermeye başladılar. Birçok yerde üretim durdu. Ekonomik bir krizle karşı karşıya kaldı. Özellikle işyerlerini kapatan esnaf zor duruma düştü. Hükümetin acilen firmaların iflas etmesini, ekonominin bir resesyona girmesini önlemek için tedbirler almasını zorunlu kıldı. Durumu görüşmek için geniş katılımlı bir toplantı yapılması gerekiyordu.

Geçtiğimiz günlerde bu toplantı Erdoğan başkanlığında yapıldı. Kapital ve iktidar kesiminden toplantıya katılım genişti, ama işçi ve emekçi kesimlerden, muhalefetten bir tek katılım yoktu. Şekil, biçim, dış görünüş toplantının içeriğini de belirliyordu. Katılanlar kapitalist ve iktidar temsilcileri olduğuna göre alınan kararlar da onların çıkarlarını öngören kararlar olacaktı. Öyle de oldu. 4 saat süren toplantıdan sonra açıklanan önlemlerin hepsi sermayeyi, büyük şirketleri kurtarma ve kollama yönündeydi. İşçiler ve emekçiler, esnaf ve zanaatkârlar için alınan, onların ekonomik durumunu rahatlatacak tek bir önlem yoktu. Bu da onların temsilcilerinin toplantıya neden çağrılmadığının ispatı idi. Tekel ve iktidar temsilcileri halktan topladıkları vergi ve primleri kendi aralarında paylaştırırken işçiler ve esnaflar tarafından rahatsız edilmek istenmemişlerdir. Zira işçi ve esnaf temsilcileri iktidar ve işveren tarafından “kabul edilemez” taleplerini kamuya açıklamışlardı.

DİSK Başkanı Arzu Çerkezoğlu Korona virüsüyle mücadele sürecinde işçilerin işten atılmasının yasaklanmasını istiyordu. Aksi takdirde zaten %13,5 olan işsizlik oranı daha da büyüyecek ve buna ücretsiz izine çıkartılan yeni bir işsizler ordusu eklenecekti. Bu ise yüz binlerce işçinin aç sokağa atılması demektir. Oysa devlet esnaf ve küçük ölçekli işletmelerin vergi, sigorta primleri, kira gibi giderlerini ve işçilerinin ücretlerini üstlenebilir, böylece hem esnafın iflas etmesi, hem işçinin sefalete girmesi önlenmiş olabilirdi. Hatta işsizlerin ve şimdi işsiz kalacak olanların, emekli ve düşük gelirli grupların su, elektrik, gaz ödemeleri süreç boyunca tamamen ertelenebilir, temel ihtiyaç ve temizlik maddeleri karşılanabilirdi. Böylece hükümet Korona virüsüyle mücadelede en önemli etmen olan halkın beslenme ve temizliğine önem verdiğini de göstermiş olurdu. Ama hükümetin, Erdoğan’ın böyle bir derdi yoktu. Pakette emekçiler lehine tek “olumlu” karar en düşük emekli maaşının 1500 lira olarak belirlenmesi ve 65 yaş üzerindekilere bir şişe kolonya dağıtılması kararıdır. Bu ise açıkça insanlarla alay etmektir. Avrupa ülke yöneticileri halklarını rahatlatmak için neoliberal uygulamalara en azından eleştirel bir yaklaşımı sergilerken, Erdoğan doludizgin neoliberal uygulamalara devam etmekte, hatta Korona virüsünü “Allah’ın bir lütfu” görüp, bu virüsün yol açtığı salgın felaketini kendi yandaşlarını daha da zenginleştirmek için kullanmaktadır. Bundan sonra “sıkılmadan” birlik ve beraberlikten bahsetmekte, demokratik güçlere ve muhalefete de birlik ve beraberliği bozuyorlar diye saldırmaktadır. Saldırsın, kolonya dağıtılan emekli ve işçinin, kendilerine 100 milyar dağıtılan yandaş ve patronlarla asla bir birlik ve beraberliği olmayacaktır.   

Neşelenen ve neşelendiren

Erdoğan’ın 18 Mart 2020’de “Ekonomik İstikrar Kalkanı” olarak sunduğu 100 milyar liralık paket iş çevrelerini sevindirdi. Gerçi 100 milyar liralık yani 15 milyar dolarlık bir paket Avrupa’nın ve ABD’nin bir trilyon dolarlık şirketleri kurtarma paketleri yanında cüce kalmakta, ama bu Türk şirketlerini bir avanta bulmuş gibi tatmin etmektedir. Pakette büyük şirketlerin SGK ödemeleri 6 ay ertelenmekte, vergi kolaylıkları getirilmekte, bankalarına olan kredi anapara ve faiz ödemeleri ötelenmekte, zor durumda olan firmalara finans desteği sağlanmaktadır. Erdoğan bu paketi açıklarken keyiften dört köşe olan TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu gülümseyerek, neşesi yerinde sırıtıyordu. Erdoğan ona bakıp “neşen yerinde” diye “espri” yaptı. Görmeye değer bir “tablo” idi. Sanki milletin anasına küfrediyorlardı. Neşelenene değil neşelendirene bakmak gerekiyordu. İşçiye hava, emekliye kolonya patrona 100 milyar verirsen neşelenenin de kim olacağını sormaya gerek yok.

Ama Erdoğan’ın en çok neşelendirdiği şüphesiz inşaat sektöründeki yandaş müteahhitlerdi. Bu sektörde uzun zamandır konut satışları durgundu. Bu durgunluğu gidermek, konut stokunu eritmek için değeri 500 bin liranın altında olan konut satışlarında %20 koşul olan peşinat ödemesi %10’a düşürüldü. Böylece konut satışlarının artacağını bekleyen müteahhitlerin de neşeleri yerinde. Onlar için de Korona virüsü Allah’ın tam bir lütfu oldu.

Ne yapmalı ?

Erdoğan Korona salgınının açtığı krizden daha “güçlenerek” çıkmayı planlamaktadır. O bu kriz sürecinde “tökezlendiğini” reddediyor, “küresel düzende köklü değişiklikler” yaşanacağını, “yeni bir döneme” girileceğini kabul ediyor. Ama Türkiye’de bir değişiklik olmayacağını, yeni döneminde Erdoğan dönemi olacağından emin gözüküyor. Uluslararası alanda her otoriterleşmenin kendisine yarayacağından hareket ediyor. O kendi konumunu güçlendirmek için kriz sürecinin yönetilmesine yapılan eleştirileri anında boğdurmakta, muhalefeti susturmaya kalkışmaktadır. Hapishanelerdeki virüs salgını tehlikesini hiçe saymakta, çıkartacağı infaz yasasıyla canileri serbest bırakırken Demirtaş, Kavala gibi düşünce zanlılarını içerde tutmakta, Kürdistan’da belediyelere yeni kayyımlar atamakta, onları tutuklatmaktadır. ‘Birlik beraberlik” çağrıları arasında Kürtlere, demokratik güçlere meydan okumaktadır. Hapishaneleri onları içeri almak için boşalttığını da saklamamaktadır.

Ama Erdoğan bu baskıyı nereye kadar sürdürebilir? Hala ciddiyetini anlamadığı Korona salgını onu daha çok zor duruma sokacaktır. Ülkenin İtalya’nın konumuna gelmesi bir an meselesidir. Ama Türkiye İtalya’nın yaptığı gibi yaşamı ve çalışma hayatını durduracak, haftalarca sürecek bir sokağa çıkma yasağını hem ekonomik, hem sosyal olarak kaldıramaz. Avrupa Korona salgınının sonuçlarıyla mücadele için 900 milyar Euro ayırdı. Erdoğan’ın ayırdığı ise 15 milyar dolar. Bu para kasada yok, nereden bulunacağı da belli değil. Türkiye hızla İtalya koşullarına geldiği zaman halkın tepkisi de yükselecek. Erdoğan bu tepkiyi bastırmak için daha çok baskı uygulayacak, hatta orduyu halkın üstüne sürecektir. Tüm dünya otoriterleşirken Erdoğan daha da faşistleşecektir. Erdoğan’ın biz bu krizden daha güçlenerek çakacağız dediği, ülkede artan faşizm olacaktır.

Erdoğan’ın bu planlarını boşa çıkarmak ise mümkündür. Bunun için şimdiden ilerici ve demokratik güçler kollarını sıvamalıdırlar. Virüsün ülkemizde hızla yayılmasının nedeninin Erdoğan’ın uyguladığı neoliberal politikalar olduğunu halka anlatmalıyız, hem halkı, hem kendimizi örgütlemeliyiz. Virüse yakalanmak ve virüsten ölmek Allah’ın yazgısı değil, Erdoğan’ın yanlış politikaları olduğunu halka açıklamalıyız. Bu virüs Erdoğan’ın gitmesini kolaylaştıran bir neden yaratabilir. Bu fırsatı değerlendirmek bizlerin elindedir.

Bir yanıt yazın