Haber / Yorum / Bildiri

Korona ile bir yıl: Dünya eskisi gibi mi kalacak? (Bölüm: 1)

Mümin TOPRAK

KORONA ile birlikte yaşam bir seneyi geçti. Bir sene önce korona pandemisi patlak verdiğinde insanların en çok tartıştığı konu, koronadan sonra dünyanın nasıl bir dünya olacağı sorunuydu. İnsanlar, dünya bir başka yeni bir dünya olsun, salgın öncesi yaşadıkları dünya olmasın istiyorlardı. İnsanları böyle bir anlayış ve tutuma sürükleyen ne idi? Korona öncesi ne idi, korona sonrası ne olmalıydı? Korona öncesi dünyanın ne olduğu belli idi: Neoliberal tekelci kapitalizm. Korona sonrasında insanlar ne istediklerini tam ifade edemeseler de, bu neoliberal tekelci kapitalizmi istemediklerini açıkça ifade ediyorlardı. İnsanlar neden neoliberal kapitalizmi istemiyordu? Korona buna neden ve nasıl vesile olmuştu?

Bir yılın bilançosu

Dedik ya, bir yıldır korona ile birlikte yaşıyoruz. Bir yıl önce Mart 2020’de Dünya Sağlık Örgütü Covid-19, korona denen çok tehlikeli ölümcül bir virüsle karşı karşıya olduğumuzu ilan ettiği zaman her şey çok geçti: Virüs dünyaya yayılmış, insanlar solunum yetersizliğinden çoktan ölmeye başlamıştı. En gelişmiş kapitalist ülkelerin bile devletleri ve hükümetleri şaşkındı, çaresizdi, kötü yakalanmıştı. Bir bulaşıcı hastalığa, salgına karşı mücadelede en basit ve gerekli malzameler bulunamıyordu: Maske yok, dezenfektan yok, doktor ve hemşireler için koruyucu tulum yok, hastanelerde yeterli yoğun-bakım ünitesi yok, solunum cihazları yok. Hastalara triaj yöntemi uygulanıyordu. Hastalığı atlatabilecek göreceli gençler varolan solunum cihazlarına bağlanıyor, iyileşme umudu olmayan yaşlı hastalar kendi başına ıstıraplar içinde kıvranarak ölüme terk ediliyordu. Sanki Avrupa ve Amerika bir Üçüncü Dünya ülkesi idi. Yokluklarla boğuşuyorlardı. İnsanlar neoliberal kapitalizme lanet okumaya başlamışlardı.

Bu bir senenin bilançosu çok ağır oldu. Bugüne kadar dünyada 150 milyona yakın insan koronaya yakalandı. 3 milyon insan hayatını kaybetti. Türkiye’de toplam vaka sayısı, koronaya yakalananların sayısı 5 milyona, vefat sayısı 40 bine, ağır hasta saysı 4 bine yaklaştı. Bir ara günlük resmi vaka sayısı 50 bini, sonrada 60 bini geçti. Şu an yaşanan 3. Dalganın tüm dünyada bundan önceki dalgalara göre çok sert geçeceğe benziyor. Çünkü bu dalgada virüsün ortaya çıkan ve eskisine göre daha agresif olan mutasyonları (değişen biçimleri) etkin olmaya başladı. Vaka sayıları yeniden artışa geçti. Hükümetler ekonomik nedenlerle tam bir kapanmayı göze alamıyorlar. Bu da her gün kamu taşımacılığı ile işe gitmek ve kapalı yerlerde toplu çalışmak zorunda olan işçi ve emekçiler arasında virüsün hızlı yayılmasına neden olmaktadır. Kapitalin çıkarına işçi ve emekçinin sağlığı feda edilmektedir. Sorunun çözümü aşıdır. Devletler aşı bulunmasına rağmen yeterli aşı ısmarlamadıkları için hâlâ salgınla mücadelede yetersiz kalmaktadırlar. Şu ana kadar halkın ancak %10’u aşılanabildi. Oysa sürü bağışıklığının sağlanabilmesi için halkın %70’nin aşılanması gerekiyor. Şu an bundan fersah fersah uzaktayız. Bu ise neoliberal politikaların ikinci bir iflasıydı. Bakanlara varıncaya kadar politikacılar en başta halkın sağlığını değil maskeden, dezenfektandan, aşıdan milyon vurgunlar vurmaya kalkıyorlar ve vuruyorlar da. Bunlardan biri de azledilen Ticaret Bakanı Pekcan’dır.

Türkiye’de tam kapanma tam bir tiyatroya döndü

Türkiye’de buna bir de Erdoğan’ın kendi ilan ettiği yasakları çiğneyerek hınca hınç doldurduğu ve bununla övündüğü kongre ve toplantılar, Cuma ve tarikat reislerinin, “dost” politikacıların silme dolu cenaze namazları eklenince, Türkiye günlük resmi 60 bin vaka sayısıyla Avrupa’da birinci, dünyada ikinci sıraya yükseldi. Bilim insanlarına kadar toplumun büyük bir kesimi tam kapanma talebini yükseltti. Gelen turizm sezonunu dikkate alan Erdoğan Ramazan Bayramı sonuna kadar 17 gün sözde “tam” kapanma ilan etti. Oysa o kadar çok alan kapanmadan muaf tutuldu ki, bunun bir göz boyama, tam bir tiyatro olduğu ortaya çıktı. İşçi ve emekçilerin %60’ı kapitalist çarkın dönmesi için kapanma dışında bırakıldı. Aşı yok, test yok, çalıştırmak demek işçi ve emekçilerin virüse ve ölüme teslim edilmesi demekti. Erdoğan bunu yaptı ve kapanmak zorunda kalan diğer kesimlere, yevmiyeli çalışanlara, esnafa, gençlere, kadınlara tek bir ekonomik yardım, destek ön görmedi. Onları açlığa, işsizliğe, yokluğa terketti. Patronlara milyarlar akıtan Erdoğan protestolar sonunda emeklilere ve yoksul ailelere 1100 liralık bir yardımda bulunacağını açıklamak zorunda kaldı. Virüs artık kapital sahipleri arasında değil, Erdoğan’ın otoriter, bencil, beceriksiz politikaları yüzünden kapitalin kârını artıran, ekonominin çarklarını döndüren işçi ve emekçiler, yoksul kesimler arasında artık hızla yayılmaktadır. İnsanları öldüren virüs değil, Erdoğan’ın politikalarıdır. Bu ölümlere bir de iflas ve açlık nedeniyle intihar edenler ekleniyor. Erdoğan’ın politikası insanlara yaşamayı değil ölümü tercih ettiriyordu. İnsanların ölmesi onun umurunda değildi.

İşçiler, emekçiler kapital için ölürken, Erdoğan’ın bu pandemi döneminde patronlara aktardığı milyarlarla Türkiye’de milyarderi sayısı 23’den 27’ye yükseldi, zenginlikleri de 15 milyar dolar arttı. 10 Türk milyarderinin serveti 30 milyar tutmaktadır. Dünyada ise bu trend daha da baş döndürücüdür. Pandemi döneminde dünyadaki dolar milyarder sayısı 2 bin 95’den 2 bin 755’e yükseldi. Bunlardan en zengin 10’u 450 milyar dolar daha zenginleşti. Bunlardan biri olan Bill Gates sermayesini daha çok değerlendirmek için arsaya, toprağa yatırmaktadır. Bu Bill Gates Türkiye’den de toprak satın almaya başlamıştır. Şimdiye kadar aldığı 56 bin dönüm topraktır. Bunun 22 bin dönümü Edirne ve Kırklareli’nde, Kanal İstanbul’un çevresindedir. Artık para, sermaye “kokmaya” başlamıştır. Bu zenginlikler salgına rağmen neoliberal tekelci kapitalizm sayesinde vürüsten ölen işçşi ve emekçilerin alın teri ve kanı üstünde yükselmektedir. Virüs işçiyi öldürmekte, kapitalisti zenginleştirmektedir. Bu gidişe dur demek neoliberal kapitalizmi ortadan kaldırmakla mümkündür. Türkiye’de de ilk iş olarak Erdoğan’ın tek adam rejimine son vermeyi gerektirmektedir.

Bin nasihat bir musibet

İnsanlar dillendiremese de neoliberal politikaları sorguluyorlar. İnsanların gözüne batıyor: Bir yanda neoliberal kapitalistlerin milyar dolarları, diğer yanda ezilen ve sömürülen, sürünen ve ölen sayıları milyar olan işçi ve emekçiler. İnsanlar daha bir yıl önce sormaya başlamışlardı. Nasıl olurda teknolojik ve ekonomik gelişmeye rağmen ülke, devlet bu salgın karşısında çaresiz düşebilirdi. Kimdi bunun sorumlusu? Sorumlu devlete sağlık ve kültür, ulaşım ve iletişim, gaz ve elektrik, su ve mesken gibi hayati kamu hizmetlerinden elini çektiren, bu hizmetleri özelleştirten tekelci kapitalizmin neoliberal politikaları idi. Halk yığınlarında tekelci kapitalizme ve onun neoliberal politikalarına karşı bir feryat yükselmişti.

Covid-19’un vesile olduğu insanların neoliberal kapitalizme karşı bu uyanış ve kalkışını bazı yazarlar Allah’ın 4 büyük meleklerinden biri olan İsrafil’in kıyametin ardından ikinci kez “Sur” borusunu öttürdükten sonraki onların mahşer yerinde toplanmak üzere uyanış ve kalkışına benzettiler. Evet, bu benzetmede doğru bir yan vardı. Korona felaketi neoliberal kapitalist dünyayı İsrafil’in “Sur” borusunu ilk öttürdüğü an doğan kıyamet gibi sarstı. Niye uğradığını anlayamayan insanlar, İsrafil’in borusunun ikinci kez ötmesini beklemeden, bir baktılar ki, yıllardan beri kendilerine anlatılan, özgürlük vaat eden, neon ışıklı reklamlarla gözlerini boyayan neoliberal uygulamaların birer yalan ve aldatma olduğunun farkına vardılar. Kamu sektörünü özelleştirmenin, devleti “küçültmenin”, neoliberalizme geçmenin özgürlük değil felaket getirdiğini gördüler. Hemen bu neoliberal kapitalizmden vazgeçilsin, koronadan sonra dünya eskisi, korona öncesi gibi olmasın, yeni bir dünya olsun demeye başladılar.

Şimdiye kadar tekelci kapitalizmin neoliberal politikaların insanlık için büyük bir yıkım olduğu en az bin kez anlatılmıştır. Ama insanlar neoliberal basın ve yayının yarattığı politik ve ideolojik manipülasyon altında anlatılanlara inanmadılar. Doğanın talanına dayanan bir özgürlük ve zenginliğe aldandılar. Koronavirüs tüm bu inançları bir anda yıktı. İnsanları bir arayışın içine soktu. Artık insanlar böylesi felaketleri yaşamak istemediklerini, bunların yaşanmayacağı daha adil, daha dayanışmacı, daha devletçi yeni bir toplum istemlerini ifade etmeye başladılar. Chomsky bu gelişmeyi şu sözlerle ifade ediyordu: “Koronavirüsün iyi yanı, belki de insanları nasıl bir dünya istediğimiz konusunda düşünmeye itmesi olacak’’. Yine Harari’ye göre, böyle bir felaketin “uluslararası dayanışmanın önemini ve gereğini anlamamıza yardımcı olacağı”na neden olabilirdi. Ama bir yıl sonraki gelişmeler hiç de iç açıcı değildir. Oysa insanlar bir yıl önce neoliberal kapitapitalizme son vermekte ne kadar azimliydiler. 

Korona krizinden sonra dünyada hiçbir şey asla eskisi gibi olmayacak, ama nasıl olacak?

Korona virüsünden sonra yeni bir dünya isteyen insanların, nasıl bir dünya olsun konusunda birleştikleri tek nokta, “Hiçbir şey korona salgını öncesi gibi olmasın” idi. Korona salgını öncesinde olan neoliberal kapitalizmdi. Öyleyse korona sonrasında da tekrar neoliberalizme dönüş olmamalıydı. Çünkü koronavirüse karşı çaresizliğin nedeni bu neoliberal kapitalizmdi. Virüs neoliberalizmi temelden sarsmış ve insanlık için bir felaket olduğunu göstermişti. İnsanlığın gözünde neoliberal kapitalizm iflas etmişti. O zaman neoliberal kapitalizm yerine ne olmalı, nasıl bir toplum, nasıl bir dünya olmalıydı? Hem dünyada hem Türkiye’de bu soruya verilen cevap yelpazesi çok genişti. Pesimist ve optimist, ütopyacı ve distopyacı görüşler yanyana idi.   

Korona pandemisinden sonra nasıl bir dünya oluşabileceği konusunda beş gürüş ortaya çıkıyordu. 1. Dünya daha çok dijitalleşmiş bir dünya olacak, 2. Dünya daha çok otoriter ve diktatörlerden oluşan faşizme doğru giden bir dünya olacak, 3. Dünya komünizme doğru yol alan dayanışmacı bir dünya olacak, 4. Dünya yeniden “New Deal” ve Keynesçi politikaların uygulandığı bir dünya olacak, 5. Dünyada hiçbir şey değişmeyecek, neoliberal tekelci kapitalist politikalar hiçbir şey değişmemiş gibi uygulanmaya devam edilecek. Şimdi bunları kimlerin savunduğuna, ne söylediklerine bir bakalım.

Dünya daha çok dijitalleşecek

Korona sonrası dünyanın başka bir dünya olacağını,  koronavirüsün dünyamızın “öncesini ve sonrasını merke ettiği (belirlediği)” yeni bir durum oluşturacağını ilk söyleyenlerin başında Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreteri Guterres geliyordu. Guterres burada bir sosyal düzen değişikliğini değil, teknolojik bir değişikliği kastediyordu. O, “koronavirüsten sonra dünya öncesinden başka ve çok dijital bir dünya olacaktır” belirlemesini yaptıktan sonra şunları söylüyordu: “Biz krizle bağlantılı olarak insani ilişkilerin yığınsal biçimde dijitalleştiğini göreceğiz ve bunun kaçınılmaz etkileri olacaktır. Gelecek geçmişten daha çok dijitalleşecektir. Bu yapay zekânın gelişmesine, tüm cyberpace-girişimlerini gelişmesine önemli bir ivme verecektir.” Covid19. Pandemisi ile mücadelede geliştirilecek olan dijital toplumsal kontrol mekanizmalarının rizikolarına da değinen Guterres bu mekanizmaların “diktatörlere yardımcı olabileceği” ve onlar tarafından “suistimal” edilebileceği konusuna dikkat çekmekteydi.  Guterres, korona sonrasında da „Bizim daha entegratif ve daha sürdürülebilir ve karşı karşıya kaldığımız, salgınlarla, iklim değişikliği ile ve diğer tüm afetlerle mücadelede onların üstesinden gelebilceğimiz daha iyi konuma yükselten bir ekonomiye sahip olmamızın“ zorunluluğunu vurgulamaktaydı. Guterres’in dediği insanları “daha iyi konuma yükselten bir ekonomi” üretimi dijitalleştiren, verimi artıran tekelci kapitalizmdir. Günümüzde bu tekelci kapitalizmin politikası devleti kendi çıkarlarına göre yönlendiren neoliberalizmdir. Guterres bunu korona koşullarında bu açıklıkla söylemekten, korona sonrasında da dijitalleşmiş neoliberal kapitalizmde yaşanacağını belirtmekten imtina etmektedir. Gerçekten de korona pandemisi ile mücadelede dijitalleşme hızla gelişti, yaşamın her alanına girdi. İş ve çalışma alanı hemen hemen tamamen dijitalleşti denebilir. Home office (evden, uzaktan çalışma) hızla yayıldı, normal çalışmanın bir parçası oldu. Eğitim dijitalleşti. Çocuklar dersleri okullarda, gençler üniversitelerde değil, dijital olarak evlerden takip ediyorlar. Devlet dairelerinde işler dijital yürütülüyor. Virüsün bulaşma zincirini takip edebilmek için geliştirilen app’lerle özel yaşam büyük ölçüde kontrol altına girdi. İnsanların kiminle, nerede, ne zaman buluştukları sır olmaktan çıktı. En demokratik ülkelerde bile insanlar dijitalleşmeyle bir yandan devletin, diğer yandan patronların kontrolüne girdiler, “şeffaflaştılar.” Otoriter, diktatör bir rejimde bunun nerelere varacağını insan düşünmek bile istemiyor. Ama bunun en canlı örneğini bizler Türkiye’de yaşamaktayız. İçişleri Bakanı Soylu, milletvekilleri dâhil herkes hakkında özel yaşamla ilgili çok bilgi olduğunu, yüz taraması ve kimlik tesbitinde dünyada önde geldiklerini söyleyerek milletvekilleri dâhil vatandaşları açıkça tehdit edebilmektedir.

Bir yanıt yazın