Haber / Yorum / Bildiri

Komünistlerin Yeni Şiarı “8 Saatlik Ücretle, 6 Saatlik İş Günü” Olmalıdır (2. Bölüm)

Suphi İLERİ

Marx: “Kapitalizm, krizin kendisidir”

Marx, “Kapitalizm, krizin kendisidir” diyordu. Dolayısıyla krizden köklü kurtuluş, tek çare, sosyalizmdir. Marx, “İşgünü, emek gücünün kendisini yeniden üretmek için gerekli olan emek-zamanın ne kadar ötesine uzatılabilir?” diye sorar.

Sermaye bu soruya şöyle cevap verir: “İşgünü, 24 saatlik tam günün, emek gücünün yeniden işe koşulabilmesi için mutlak gerekli birkaç dinlenme saati çıktıktan sonraki kısmıdır.” Marx’ın deyişiyle, “Onu ilgilendiren biricik şey, bir günde harekete geçirilebilecek azami emek gücüdür. Sermaye, bunu elde etme hedefine, emek gücünün yaşam süresini kısaltarak varır.” Yani insan ömründen çalar.

Marx bu gerçekliği tarihsel bir örnek eşliğinde vurgular: “Köle sahibi, atını nasıl satın alıyorsa işçisini de aynı şekilde satın alır. Kölesini kaybederse, köle pazarında yeniden harcama yaparak yerine konması gereken bir sermayeyi kaybetmiş olur.” Fakat kölenin insanca muamele görmesinin bir tür güvencesi olabilen iktisadi kaygılar, modern çağda köle ticaretinin başlamasından sonra (vaktiyle Amerika’da görüldüğü üzere), kölenin en ölçüsüz şekilde sömürülmesinin nedenleri haline gelmiştir. “Çünkü kölenin yerini yabancı zenci kamplarından getirileceklerle doldurma olanağı bir kere doğunca, kölenin ömrünün uzunluk veya kısalığı, yaşadığı süredeki üretkenliğinden daha az önemli hale gelir.” Bu nedenle, Karayipler’de siyah derililerin insafsızca sömürülmesine dayanan tarım yüzyıllarca efsanevi zenginliklerin beşiği olurken, aynı zamanda milyonlarca Afrikalı‘nın mezarı olmuştur.

Marx, “sadece bir isim değişikliğiyle anlatılan senin hikâyendir” der ve “Köle ticaretinin yerine işçi piyasasını, Kentucky ile Virginia’nın yerine İrlanda ile İngiltere’nin, İskoçya’nın ve Galler’in tarım bölgelerini, Afrika’nın yerine Almanya’yı koyarak okuyun!” diyerek geçmişi güne bağlar.

Marx’ın İngiltere için dile getirdiği dönemlerin çalışma koşulları o denli kötüdür ki, bu duruma isyan eden fabrika doktorları uzun çalışma saatlerini karanlık çağlara dönüş” diye nitelemişlerdir. Bazı İngiliz yazarlar bir halk deyimini hatırlatarak (“all work no play”- hep çalışmak hiç oynamamak), bu çalışma koşullarının işçileri aptallaştıracağına ve yozlaştıracağına dikkat çekmişlerdir. Marx burada önemli bir noktaya işaret eder ve “sermayenin doğası, gelişmiş biçimlerinde ne ise gelişmemiş biçimlerinde de odur” der.

Normal bir işgününün yaratılması, kapitalistler sınıfı ile işçi sınıfı arasındaki uzun süreli ve az ya da çok saklı kalmış bir iç savaşın ürünüydü. Bu savaş önce modern kapitalist gelişmenin yurdu olan İngiltere’de yürütüldü, Fransa ağır aksak İngiltere’nin peşinden gitti. Bu tarihsel gerçekliği Marx çok güzel ifade eder: “İngiliz fabrika işçileri yalnızca İngiliz işçi sınıfının değil, genel olarak modern işçi sınıfının dövüşçüsüydü; sermaye teorisini düelloya davet etmek için yere ilk eldiven atanlar da, İngiliz işçi sınıfının teorisyenleri olmuştu.”

Ne var ki, sermayenin işçiyi canının istediği şekilde çalıştırdığı koşullara oranla, iş gününü sınırlandıran yasaların çıkartılması, yine de işçi sınıfı açısından tarihsel bir kazanım olmuştur. Bu, Marx’ın deyişiyle, burjuvazinin cafcaflı “devredilemez insan hakları” kataloğunun yerini, işçilerin çalışma zamanını açıkça gösteren Magna Carta’nın (Büyük Özgürlük Fermanı) alması demektir. Zira işçi ancak bu sayede, kapitalist düzene karşı mücadeleye kafa yorabileceği ve katılabileceği bir zaman elde etmiştir. Bu gerçeklik, günümüzde işçi sınıfının tarihsel kazanımlarına sermayenin yönelttiği saldırılar altında sersemleyen, uzun çalışma saatleri ve fazla mesailer nedeniyle fabrikadan mücadele alanlarına uzanamayan işçilerin sergilediği durumla bir kez daha kanıtlanmış oluyor!

Avrupa Sendikalarının İhaneti

Avrupa sendikaları, kriz dönemlerinde krizin işçi atılmasına ve işsizliğe yol açan etkisini azaltmak üzere “Az süreli çalışma” formülünü gündeme getirmişlerdi. İşsizlik ve buna çare arayan Avrupa kapitalistlerine destek olan Avrupa sendikaları, işsizliği, işçilerin haklarını budayarak bertaraf etmeyi benimsemiş oluyordu. Örneğin, Almanya’da, 1995 yılı içerisinde, iş saati birçok işyerinde 35’e düşürülmesine rağmen tek bir işçi bile işe alınmadığını, fazla mesailerle işçilerin daha fazla sömürüldüğünü, Alman sendikalarının en ilerici kesimini oluşturan IG-Metal sendikasının 18. Kurultayında yapılan açıklamalar göstermektedir. Alman sendikalarının 35 saatlik çalışma süresine karşılık, fazla mesailerin sınırlandırılması önerisi ise, Alman Endüstri ve Ticaret Odası Başkanı’nın itirazına neden olmuş. Başkan, bunun “iş için birlik” projesinin, yani Alman ekonomisinin tehlikeye atılması anlamına geleceğini dile getirerek öneriyi geri çevirmiştir.

Türkiye’de ise bu öneri bizzat patronlar tarafından açıklanmış, bu da işçilerin öneriyi tepkiyle karşılamalarına yol açmıştır. Küçük üreticilerin kafası ise, “dünya pazarlarından pay kapma” safsatasıyla halen meşgul ediliyorken, kendi yağıyla kavrulmaya çalışan işletmelerin çoğu kapanma aşamasına gelmiştir. Dolayısıyla işsizliğe karşı önlem olarak, Türkiyeli patronların da dayanak noktası, haftalık çalışma süresinin azaltılması önerisi oldu. Oysa işsizliğin asıl nedeni, “daha az işçiye, daha çok üretim yaptırmak” veya “daha kısa zamanda, daha çok üretim istemek”tir. Hatta işçi yerine robot kullanmaya heves eden işyerlerinde, “ürünlerinizi robotlara satın!” diyen işçiler, önemli bir gerçeğe parmak basıyordu.

Kapitalist krizin ana nedeni, üretilenin tüketilememesi

İşsizlik, kapitalizmin kendine has bir hastalığı olmaya devam ediyor. Kapitalist krizin ana nedeni, üretilenin tüketilememesi, işsizlik, halkın alım gücünün düşmesi ise, “az iş, az ücret” formülünün uygulandığı bir ekonomide krizin daha da derinleşmesi kaçınılmaz olacaktır. Hem de daha da derinleşerek. Kapitalizm bir açmaz içinde. Daha fazla kâr güdüsü, kapitalisti, daha az işçiye düşük ücretle çok üretim yaptırmaya yöneltiyor. Bu durum ise, aynı zamanda tüketici olan emekçinin gerçekte ihtiyacı olan malı satın alamaması ve böylece stokların birikmesi sonucunu doğuruyor.

Kısacası, üretenler, üretimi ve dağıtımı kendi ellerine almadan, üretim planını kendileri yapmadan bu çelişki sürüp gider. Ama bunun için iktidarı da ele geçirmeleri gerekir ki, bunun ardından planlı ekonomiye geçebilsin, tüketebilecek kadar üretebilsin, o zaman üretim saatini de kendi belirlesin, üretileni hakça dağıtsın.
      Krize karşı önlem olarak ileri sürülen tedbirlerin, işçi ve emekçilerin ücret ve sosyal haklarında gerileme, gasp gibi dayatmalar olarak gündeme geldiği dönemlerde, patronlar sınıfının, işçilerin hak alma eylemlerine girişmemesi için türlü manevralara girecekleri unutulmamalıdır. Özellikle seçim atmosferi içinde uzlaşma ve işbirliği dayatmaları beklenmez değildir. Türkiye’de “Aynı gemideyiz.”safsatasıyla krizin faturasının işçiye, emekçiye ödetildiği gerçeği tüm çıplaklığıyla ortadadır.

İşçiler ve emekçiler, bütün bu saldırıları geri püskürtecek güce ve olanaklara sahipler. Esnek çalışma dayatmasına ve öteki saldırılara karşı mücadele, sendikal bürokrasinin ihaneti ve “5’li inisiyatif” (Türk-İş, Hak-İş, DİSK, KESK ve Hükümet) manevraları boşa çıkarıldığı ölçüde başarılı olacaktır.

Ücretsiz izin

1990‘dan beri, yasalara aykırı olmasına rağmen, ücretsiz izin fiilen uygulamaya girmiş durumdadır. ’90–91 yıllarından itibaren, en başta metal-otomotiv sektöründe olmak üzere birçok sektörde işçiler, aylarca ücretsiz izne çıkarıldılar. İşe geri döndüklerinde ya işe geri alınmadılar ya da işe alındılar, sonra geri çıkarıldılar. Yasada ücretsiz izne bir haftaya kadar izin vardır. Ondan sonra da işçiye kıdem tazminatı alarak ayrılma hakkı tanınmıştır. Günümüzde, işçilerin örgütsüz kesimi, kıdem tazminatı alarak ayrılmayı düşünmüyor zaten, ama işverenler buna rağmen kıdem tazminatı hakkı tanıyan yasa kalksın istiyorlar.

Kıdem ve ihbar tazminatının kaldırılması

Kıdem tazminatı, ihbar tazminatı, iş güvencesinin teminatı olarak değerlendiren işverenler, hiçbir biçimde bunu vermeye yanaşmadıkları gibi, şu anda henüz üstünde tartışılan işsizlik sigortasını da kabul etmeye yanaşmıyorlar. Batıda hem kıdem tazminatı, hem de işsizlik sigortası ödendiği halde, Türkiye’de işverenler bunu “çift katlı ekmek kadayıfı”na benzetiyor, “bizim için lüks!” diyorlar, işçilerin gelirinin çok düşük olduğu, asgari ücretle çalışan 10 milyonun üstünde işçinin olduğu bir ülkede ücretleri ve işçilik masraflarını daha da kısmaya çalışıyorlar.Türkiye’yi ucuz emek cenneti olarak sömürerek Dünya ile rekabet edebileceklerini bir bir kapanma noktasına gelenlerde dahil halen savunuyorlar.

Kamuda yapılan ücret zamlarının 6 ay, bir yıl geç ödenmesi, ücretsiz izin kullandırılması, özel sektörde ise, enflasyonun çok altında TİS’lerin imzalanması, şirketlerin kârlılığını artırırken, ücretlilerde önemli kayıplara neden oluyor.

Vardiyalı çalışma

İşverenler, iş yasalarının ortadan kalkmasını isterken, “var olan çalışma kurallarını, çalışma düzenini yasalar belirlemesin, her işletmenin durumuna göre, piyasa, talep belirlesin” diyorlar. Fason çalışmanın ihtiyaçlarına ve kurallarına göre, çalışma saatlerini tümüyle serbest olarak işverenler, kendi belirledikleri sürelerde yoğunlaştırıp, gevşetmek istiyorlar.

“Piyasada mala talep azsa veya yoksa üretim yapılmayacaksa, işçiye rahatça yol vereyim, gitsin, ne yaparsa yapsın, bunu ben düşünmeyeyim” istiyorlar. Piyasada mala talep fazlaysa, işçiye vardiyalı çalışma, telafi çalışması, fazla çalışma dayatarak, talebi karşılama yoluna gitmek istiyorlar. Talep yüksekken yoğun tempo ile çalışan işçi, talebin azaldığı ya da durgun olduğu sürede, boş otursun istiyorlar. Bu boş geçen süre için hiçbir ödeme yapmak istemiyorlar. “Sadece çalıştığı süre için saat ücreti ödeyeyim, çalışmadığı süre içindeki yaşamı beni ilgilendirmesin” istiyorlar.

 Sermaye çevrelerinin propagandalarında, insanların daha çok boş zamanı olacağı, zamanlarını daha iyi değerlendirecekleri söyleniyor. Ama Türkiye insanının boş zamandan önce insan gibi yaşamaya, karnını doyurmaya, çocuklarını okutmaya, sağlık ihtiyacını gidermeye, eğitime, sosyal güvenceye ihtiyacı var. Ücretsiz bir boş zaman, mevcut koşullarda işsizlik demektir.

Teknolojiye rağmen işçiye büyükbabasının çalıştığı saat kadar çalışma dayatılıyor.

Patronlar, “fazla mesaiye kalmam, saatinde gelip saatinde çıkarım” diyen işçiyi işe almıyor ya da işten atıyorlar. İşçilerin sırtından semiren asalaklara göre bu, keyfine düşkünlük, tembellik, çalışmayı sevmemek oluyor. Teknolojideki sıçramalı ilerlemeye ve üretici güçlerdeki muazzam gelişmeye rağmen büyükbabasının ya da babasının çalıştığı saat kadar çalışmayı reddeden işçiye, akılalmaz bir şekilde uzatılan iş saatlerinin “işin kuralı” olduğunu söylüyorlar. Onlara göre siparişler arttığında işçi saat sınırlaması olmaksızın köle gibi çalışmalı, kriz kapıya dayanıp siparişler kesildiğinde ise süresiz ücretsiz izne razı olmalıdır. Burjuva hükümetler de iş saatlerinin kısaltılmasını ekonomik büyümenin önünde bir engel olarak görmekte ve bu yüzden söz konusu işleyişin devam etmesi ve hatta önünde engel varsa bunların kaldırılması için yasa üstüne yasa çıkarmaktadırlar. AKP hükümetinin övündüğü ekonomik büyüme de işte işçi sınıfının bu şekilde kölece çalıştırılarak azgınca sömürülmesi sonucu gerçekleşmektedir.

6 saatlik işgünü bugünden mümkündür.

Bundan 70-80 yıl önce, aralarında Keynes’in de bulunduğu kimi burjuva ekonomistler, yaşanan teknolojik gelişmeler sayesinde 2000’li yıllarda haftalık çalışma süresinin 15 saate, çalışma gününün 2 güne düşeceği, tatillerin en az 7 hafta olacağı türünden kehanetlerde bulunuyorlardı. Onlara göre, insanların serbest zamanı o kadar artacaktı ki ne yapacaklarını bilemeyecekler ve can sıkıntısı en önemli problemlerden biri olacaktı. Fakat gelinen noktada bıraktık haftalık 15 saati, 45 saat bile işçi için lüks sayılıyor.

Üretici güçlerin gelişmişlik düzeyinin ulaştığı nokta, bugün çok daha az emekle çok daha fazla mal ve hizmet üretmeyi mümkün kılıyor. Bunun mantıki sonucu olarak refahın ve bolluğun artması, çalışma saatlerinin azaltılması ve işsizliğin ortadan kalkması beklenirdi. Ancak akıldışı bir sistem olan kapitalizm, bu beklentinin hayata kavuşmasını engellediği gibi, burjuvazi, karşısında örgütlü bir sınıf gücü görmediği müddetçe saldırılarını tırmandırarak tam tersi yönde bir gidişi ivmelendiriyor. Gelir dağılımı düzelmek yerine bozuluyor, yoksulluk artıyor, iş saatleri kısalmak yerine uzuyor, işsizlik korkutucu boyutlara tırmanıyor vb.

Engel Kapitalizm

Çalışma saatlerinin azaltılması talebi sıradan bir ekonomik talep değildir.

Yapılan hesaplamalar, tüm işlerin tüm işgücüne eşit olarak dağıtılması durumunda 6 saatlik işgününün bugünden mümkün olduğunu gösteriyor. Üstelik kapitalist özel mülkiyet engelinin kalkması, dolayısıyla üretici güçlerin devasa bir atılımla gelişebilmesinin önünün açılması halinde bu sürenin 2 saate kadar düşeceği hesaplanıyor. Fakat kapitalizm insanın insan gibi yaşaması için gereken her şeyin olduğu gibi, iş saatlerinin üretici güçlerin olanaklı kıldığı asgari düzeye indirilmesinin önüne de devasa bir engel olarak dikiliyor. Dolayısıyla çalışma saatlerinin azaltılması talebi sıradan bir ekonomik talep değildir. Burjuvazinin saldırıları altında posası çıkan proletaryanın içinde bulunduğu insanlık dışı durum dikkate alındığında bu talebin her zamankinden daha büyük bir aciliyet taşıdığı da açıktır. Ancak sendika bürokrasisinin felç ettiği sendikal hareketin içinde bulunduğu hazin durum ortadadır. Güçlü bir taban basıncı yaratarak sendikaları buna zorlayacak olan da işçi sınıfı örgütleridir.

Ücret Artışıyla Yetinen “Ücret Sendikacılığı” Sisteme Hizmet Ediyor.

Bu doğrultuda, “Ücretler Yükseltilsin, İşgünü Kısal­tıl­sın” talebiyle sanayi havzalarında ve işçi mahallelerinde yürütülecek mücadele son derece anlamlı ve önemlidir. İş­çi­ler kendilerine, ailelerine, dostlarına zaman ayıramamaktan, robota dönmekten, yaşam arzularının kalmamasından ve çaresizlik duygusundan şikayetçiler. Aslında hangi işçi ücretinin yükseltilmesini, iş saatlerinin kısaltılmasını, haftalık işgünü sayısının azaltılmasını ve yıllık izninin artmasını istemez ki? Oysa sendika bürokratları iki yılda bir yapılan toplu sözleşmelerde birkaç kuruşluk ücret artışı talebiyle yetinip bunun ötesinde bir mücadele örgütlemiyorlar. Sınıfı yakıcı sorunlarıyla baş başa bırakan ve sendikaları çiftlikleri haline getiren bu bürokratlar, ancak sınıfın tabanından yükselecek basınç sayesinde koltuklarından def edilebilir ve sendikalar yeniden mücadeleci örgütler haline gelebilir. Burada ise en büyük görev sınıf öncülerine, komünistlere düşüyor.

Yeni Komünist Enternasyonal’e Öğreti Hatırlatması

Ne yazık ki, son yıllarda Komünist Enternasyonal toplantılarına baktığımızda 2018 yılı Rusya toplantısı şenlikten ibaret, 2019 İzmir toplantısı sonuç bildirisi hayal kırıklığı yarattı. Bildiride dünyada yükselen milliyetçilik ve diktatörlerden bahsedilerek sadece bunlara karşı mücadele öneriliyordu. Güleryüzlü kapitalizmden bir rahatsızlıkları yok gibiydi.Dünya işçilerinin birliği olan bir organizasyonun dünya işçilerine söylenecek yeni bir şeyleri yok mu?

Marxist, Leninist öğreti komünistler için temel çelişki, baş çelişki, tali çelişkileri önümüzü görmemiz, işçi sınıfının programını ortaya koymamız için yol göstericidir. Marxizm’i milad yapan temel çelişki sınıf çelişkisidir. Baş çelişki başımızdaki belalar, faşizm, her türlü diktatörlüğe ve bunun sonucu insanlığın katlini vacip gören savaşa karşı mücadeleyi öne çıkarır.Ancak bununla birlikte diğer çevre, kadın, ulus, dinsel, mezhepsel çelişkiler gibi tüm çelişkiler kapitalizmin sorunu olup sınıf mücadelesiyle ortaklaşması gereken dinamikleri içerir.

1920 TKP’nin Türkiye ve Dünya İşçilerine Çağrısı

Elbette başta Türkiye olmak üzere faşist diktatörlüklere, yabancı düşmanlığına, her türlü ırkçılığa, diktatörlüğe karşı savaş vermekte tüm Dünya İşçilerinin ve komünistlerinin en yakın hedefi olarak öne konması gereken baş çelişki olma özelliğini koruyor. Bu küçümsenemez ve atlanamaz  bir sorundur.

Türkiye’nin çok uluslu devlet olması gerekirken tek uluslu kimliğiyle çelişen ulusal sorunu başta olmak üzere, kadın cinayetleriyle sonuçlanan kadın sorunu, nükleer santral programı, altın arama doğa katliamları, insanlığın kültürel mirasına saldırılar gibi başlıca sorunlarından hareketle Dünya’nın çevre felaketleri, buzulların erimesi, Alaska’nın yağmalanması, okyanuslarda nükleer silah denemeleri, sürdürülemez endüstri kirliliği ve daha bir çok kapitalizmden, kar ve sömürü hırsından Dünyanın yağmalanmasına kadar her konuda mücadelenin işçi sınıflarının önüne konması Dünya Komünistlerine buradan çağrımızdır:

Biz 1920 TKP olarak Dünya İşçi Sınıfına ilk hedef olarak 8 saatlik ücretlerle 6 saatlik iş günü mücadelesini önüne koymalarını öneriyoruz. Bu temel çelişkinin gözden kaçırılması diktatörlerin olmadığı ileri kapitalist ülkelerde sosyalizme ihtiyaç olmadığı gibi yanlış algılara yol açar. Üretim verimliliği ve artı değer katlanarak artarken ücretlerin artması, iş sürelerinin kısalması hak değil midir? İşsizlik geliyorum derken 8 saat yerine 8 saatlik ücretle 6 saatlik iş günü ileri teknoloji nimetlerinden insanın yararlanması için dayanışmacı bir bakış açısıdır. İşçi sınıfının mücadelesi yükseldikçe üretim aletlerinin gelişme seviyesine denk gelen yeni üretim ilişkileri, nimetlerin paylaşılması böylesine hedefler uğruna savaşarak kazanılacak. İşçi sınıfının ekonomi politiği orta sınıfın, burjuvazinin ekonomi politiğini kesinkes yendiği zaman dünya herkes için yaşanılır bir hal alacaktır.

Günümüzde Troçkizm moda olmaya başladı.

Troçki’nin takipçileri; “Az gelişmiş, feodalizmin egemen olduğu Rusya’da sosyalizmi denemek yanlıştı. Erken doğumdu. Küvezden çıkıp havayla temas ettiğinde yok olacağı belliydi.Tek ülkede sosyalizmin zaferi mümkün değildi. Bütün Dünya’da sürekli devrimle zafere ulaşılacakken Lenin ve ardından Stalin kendi ülkeleri ve çevresindeki birkaç ülkede devrimi korumak adına başta İspanya olmak üzere bir çok komünist partiye ihanet ettiler.Onların mücadelesini engelleyeci uzlaşmalar yaptılar.Zaten endüstrinin gelişmesini, proletaryanın doğuşunu, gelişip serpilmesini bekleseler Karl Marx’ın tespit ettiği gibi üretim ilişkileri  (paylaşım sistemi sosyalizm ve komünizm) değişiklik talepleri kendiliğinden oluşacaktı.Bunun için nesnel koşulların oluşumu beklenmeliydi.Bu bağlamda az gelişmiş ülkelerden sosyal devrim çıkmaz.İleri sanayi devrimini yapmış ülkelerden yükselecektir sosyalizm bayrağı”.diyorlar.

Troçkistlere ve hibritlerine az gelişmiş ülkelerde legal ileri demokrasi mücadelesi veren çakma komünistlere tavsiyem “rüyaya yatsınlar, ileri teknoloji ve ardından ileri demokrasi, sonra da sosyal devrim kendiliğinden gelecektir.”

Bizi Ortodokslukla suçlayan en az Troçki kadar sapkın adı komünist ya da her neyse partilerin demagoglarına cevabımız: „Teknoloji 4.0’da olsa 5.0’da olsa, dünya işçilerine kimse sosyalizmi altın tepside sunmayacaktır!“

Bir yanıt yazın