Komünistlerin Yeni Şiarı „8 Saatlik Ücretle, 6 Saatlik İş Günü“ Olmalıdır (1. Bölüm)
Suphi İLERİ
Dört saatlik işgünü bugünden mümkündür.
İş Saatleri Kısaltılsın, Ücretler Yükseltilsin!
İnsanı bedenen ve ruhen tüketen, sosyal hayatı yok eden uzun çalışma saatleri bugün dünya işçi sınıfının yaşadığı en büyük problemlerden biri olarak karşımızda duruyor. 8 saatlik işgünü kâğıt üzerinde durmaya devam ettiği ülkeler de dahil olmak üzere, işçilerin günlük çalışma saati fiiliyatta 12-14 saate çıkıyor.
2011 verilerine göre, ortalama haftalık çalışma saatlerinin uzunluğu bakımından Türkiye 35 OECD ülkesi arasında birinci sırada yer alıyor. İşyerlerinin büyük bir bölümünde çalışma saatlerinin fiilen günde 12-14 saate uzaması ve enselerinde sıcaklığını sürekli olarak hissettikleri işsizlik tehdidi, örgütsüz işçileri çaresizlik duygusuyla bu duruma boyun eğmek zorunda bırakıyor. Açgözlü kapitalistler, part-time olarak işe aldıkları işçileri bile günde 6-8 saat çalıştırıyorlar. Hafta tatili, bayram tatili gibi olgularsa çoktan tarihe karıştı. Kuşkusuz bu sadece Türkiye işçi sınıfının yaşadığı bir sorun değil. Neoliberal politikaların amansızca hayata geçirildiği son otuz yıldır, sendikal örgütlülüğü tarumar olan işçi sınıfı tüm dünyada burjuvazinin ağır saldırıları altında inliyor ve iş saatlerinin uzatılması bu saldırıların ilk sıralarında yer alıyor. 2019 yılına gelindiğinde Türkiye’de işveren sınıfı inadına 8 saatlik iş günü mücadelesinin zafer günü 1 Mayıs’larda resmi tatile rağmen işçileri mesaiye zorluyor.
İşgününün kısaltılması, burjuvazi ile işçi sınıfı arasında yüzyıllardır süren mücadelenin başlıca taleplerinden biri olagelmiştir. Kapitalizmden önce emekçilerin günlük çalışma süresi günün aydınlık saatleri, mevsim ve iklim koşulları gibi doğal sınırlarca belirlenip 8 saati geçmezken, yıllık ortalama bunun çok daha altında olup çalışma temposu bugünle kıyas kabul etmez ölçüde daha düşüktü. Fakat burjuvazinin azgın kâr hırsıyla karakterize olan kapitalizm bu doğal durumu korkunç bir işgücü yıkımı eşliğinde acımasızca değiştirmiştir.
18.Yüzyılın son çeyreğinde makineleşme ve modern sanayinin doğmasıyla birlikte, burjuvazi çalışma temposunu alabildiğine arttırırken iş gününü de sınır tanımadan uzatmıştır. Bu durum, Marx’ın deyimiyle, ahlâkın ve doğanın, yaşın ve cinsiyetin, gecenin ve gündüzün bütün sınırlarını yıkmıştır.
Makineleşme işgününün kısalması olanağını da beraberinde getirmesine rağmen, pratikte bunun tam tersi olmuştur. Zira patronlar, yeni makinelerin maliyetini mümkün olduğunca kısa sürede çıkarmak ve uyguladıkları yeniliğin avantajlarını en kısa sürede devşirmek, bunun için de makineleri mümkün olduğunca uzun süre çalışır durumda tutmak istiyorlardı. Bu ise işgününün kısalmasına tam ters yönde bir eğilim anlamına geliyordu ve işçilerin günlük çalışma süresi birden 16 saate fırlamıştı. 16 saate çıkan işgünüyle işçi sınıfını fiziksel imhaya sürükleyen burjuvazinin bu azgınlığı, ilerleyen yıllarda gelişen sınıf mücadelesiyle belli ölçülerde sınırlanabilmiş ve işgünü 12 saate kadar indirilmiştir. Burjuvazi uzun yıllar boyunca insani olmaktan çok uzak olan bu sürede ayak diremiş, fakat işçi sınıfının kararlı mücadeleleri sonucunda çalışma süresini daha da indirmek zorunda kalmıştır.
8 saatlik işgünü, bilindiği gibi, işçi sınıfının 1 Mayıs’ı ve 8 Mart’ı da doğuran en önemli mücadele taleplerinden biri olmuştur. 1800’lerin son çeyreğinden itibaren giderek güç kazanan bu talep sosyalist hareketin de en temel taleplerinden biriydi. Ve nihayetinde, gerek güçlenen sosyalist hareketin gerekse Ekim Devriminin (devrimin 1 nolu kararnamesi 8 saatlik iş gününü de kapsıyordu) yarattığı basınçla, 20. yüzyılın ilk çeyreğinin ardından pek çok kapitalist ülkede işgünü 8 saatle sınırlanmak zorunda kalınmıştı. Ne var ki Sovyetler Birliği’nin çöküş sürecine girmesi sosyalist harekette büyük bir kan kaybına ve sendikal hareketin hızla gerilemesine yol açtı. Bunun sonucunda ise iyice dizginsiz bir hal alan neoliberal saldırılarla 8 saatlik işgünü işçi sınıfının geniş kesimleri açısından fiilen ortadan kalktı.
19.ve 20. yüzyıla damgasını vuran iş günün kısaltılması talebi
19.ve 20. yüzyıla damgasını vuran iş günün kısaltılması talebi, son otuz yıldır dünya genelinde ve Türkiye’de sendikal hareketin alabildiğine gerilemesi nedeniyle neredeyse işçilerin mücadele konusu olmaktan çıkmıştır. “Mücadele”yi ufak ücret artışlarına indirgeyen sendika bürokrasileri, işçi sınıfının bugün içinde bulunduğu durumun doğrudan sorumluları arasında yer almaktadır. Bugün gelinen noktada, yüz milyonlarca işçi işsizken, yüz milyonlarcası 8 saati fersah fersah aşan sürelerde çalışmaya mahkûm edilmiş durumda. Bir tarafta günde 12 saat, haftada 6, bazen 7 gün çalışan, diğer tarafta işsizlik girdabında yaşam savaşı veren milyonlarca işçi.
Akıl almaz bir hızla gelişen teknolojik ilerleme sayesinde emeğin verimliliği yüz yıl öncesiyle kıyaslanmayacak ölçüde artmışken, işçi sınıfının ağır bedeller ödeyerek elde ettiği 8 saatlik işgünü, yüzmilyonlarca işçi için hayal olmuş, vahşi kapitalizm döneminin korkunç uzunluktaki çalışma saatlerine geri dönülmüş durumdadır. Bu gelişme sayesinde, işyerlerinin fiziksel ve geçici koşullarından bağımsız; evde, taşıt araçlarında sorunsuz çalışma mümkün hale gelmiştir. Bu durum, sosyal politika önlemlerine odaklanmaktan, istihdam politikası girişimlerine odaklı, rekabet merkezli politikaların yanı sıra ’’sınırsız çalışmayı’’da beraberinde getiriyor. Sınırsız çalışma, işçi, emekçi için iş ve sosyal yaşamın yer değiştirmesi anlamına gelmektedir.
Gelecek hakkında asla emin olamayacağı esnek bir işgücü piyasasında olan işçinin, çalışmasının sonuçlarının iyi olduğundan emin olamaması, işsiz kalma korkusuyla, kendini göstermek için otomatik olarak çok çalışır. Belirsizlik, kendisinden beklenenin yüksek olması, artanrekabetçi bir ortam yaratır, işsizliğiyle iş piyasasının dışında üretici ve tüketici olamayacağı için, iş piyasasında kalmayı tercih eder. Bu durum; ölüm ve cehenneme gitme korkusuyla, cennete gitmek için sürekli Tanrı’nın istediği gibi yaşamaya çalışan bir dindarın yaşamına benzer. İşçiler de, rutin çalışma yerine, esnek ve onu koruyan koşulların ortadan kalktığı, daha fazla sömürü, daha az sosyal yaşam anlamına gelen piyasada; ne kadar iyi olduklarını bilmeden, övgü almadan, güçlü durmaya çalışarak habire çalışırlar.
Günümüz dünyasında yeni teknoloji, 4.0 teknolojisi
Teknolojik-bilimsel gelişmeler hem istihdam etmede hem de ücretlerde dehşet verici sonuçlarla kapitalist ekonomiyi yeniden biçimlendirmektedir. Teknolojideki eğilimleri yakından bilen ve en az robot ve yazılım bilgisine sahip olan akademik ve teknolojik entelektüeller kapitalist toplumun geleceğini araştırmaya çalışırken, bu soru Marksistler için de son derece önemlidir. Tarihsel materyalizme göre insanın bir sosyal varlık olarak ortaya çıkması üretim ve üretici güçlerin gelişimiyle olmuştur: İnsanın toprağı ekmesi ve hayvancılık yapmaya başlamasıyla, kayda değer bir artı değerle; özel toprak mülkiyeti ve kölelikle ilk kez toplumsal sınıflar ortaya çıktı. Avrupa’da köleliği, binlerce yıl süren ılımlı bir kölelik biçimi olan feodalizm izledi. Şimdi, yaklaşık 500 yaşında olan kapitalizm, sonunda burjuvazinin yükselişine yol açan metalurji, madencilik ve diğer teknik gelişmelere dayanarak feodalizmden doğdu.
Kapitalizm bugün dijital çağın kesişiminde. İnsanlık tarihinin en devrimci teknolojisi, çarpıcı bir biçimde gelişiyor. Ancak bu gelişim, özel mülkiyet tarafından belirlenen gündemlerle gerçekleşiyor ve kaçınılmaz olarak ekonomik ve sosyal krizlere doğru yol alıyor. Bu çelişki, sadece Marksist açıdan değil, gerçekçi gözlemlere dayanarak, biraz objektif bakan bir gözlemci için de son derece açık bir durumdur.
Fakat, temel sorunu veya çözüm olarak, çağdaş gelişmeleri anlamak ve tarihsel bir perspektiften bakmak için, 1847’de yazılmış Komünist Manifesto’ya geri dönmek gerekiyor. Marks burada, binlerce yıl boyunca üretici güçler adım adım değiştikçe kapitalizmin doğası gereği yavaş yavaş gelişen tüm toplum sistemlerinden nasıl farklılaştığını açıklayarak, üretimdeki kapitalizmin kontrol edilemez ve patlayıcı gelişiminin aksine, bu yavaş gelişmeye karşı çıktı:
„Üretim araçlarında, dolayısıyla üretim ilişkilerinde ve dolayısıyla tüm toplumsal ilişkilerde sürekli devrim yapmaksızın burjuvazi var olamaz. Buna karşılık, eski üretim tarzının değişmeksizin korunması da tüm eski sanayi sınıflarının ilk varoluş koşuluydu. Üretimde sürekli dönüşüm, tüm toplumsal kesimlerin aralıksız sarsıntıya uğratılması, sonsuz güvensizlik ve hareket, burjuva döneminin tüm ötekilerden ayırt edici niteliğidir…. Sürekli genişleyen sürüm ihtiyacını karşılamak için burjuvazi, yer yuvarlağının bütününe el atmakta. Her yerde yerleşmesi, her yerde yapılaşması, her yerde bağlantılar kurması gerekiyor.… Burjuva üretim ve değişim koşulları, burjuva mülkiyet ilişkileri, öylesine büyük üretim ve değişim araçlarını oluşturma büyüsünü başarmış o burjuva toplumu, yer altından kendi çağırdığı güçlere artık hükmedemez olan cinci hocalara dönmüş durumda…“
Günümüz dünyasında yeni teknoloji, 4.0 teknolojisi gibi gelişmeler giderek işsizliği artırıyor. Bu gelişmelerin öncülerinden gelen açıklamalarda maalesef iç karartıcı. Önümüzdeki süreçte işsizliğin daha da artacağını haber veriyorlar. Yapay Zeka, robotlar ve otomasyon üretimin içinde rol aldıkça insan elinin yerini makinelerin aldığı bir dünyaya doğru gittiğimizi ve bir avuç yüksek kalifiye insan dışında insan emeğinin üretimde yer alamayacağını söylüyorlar.
Aslında teknolojinin geldiği seviyede insan emeğinin ürünü, otomasyonla başlayan üretimde verimlilik ve artı değerdeki artış insan emeğinin ürünüdür. İnsan tarih boyunca emeği ile var oldu. Gelecek de insanın emeği ile var olacaktır. Yeni Dünya yine insanın omuzları üzerinde yükselecektir. Bugünkü dünyada üstünlüğü ele geçirmiş olanlar şimdilik kuralları kendileri koyuyorlar. Insanın ve emeğin payını yok sayıyorlar. İnsanlık ve emekçiler onlardan sınıfının haklarını, insanca yaşamın gereklerini vermelerini beklemiyor, bu hakları kendilerinin almaları gerektiğini biliyor. Üretim araçlarına sahip olmaktan dolayı küresel sermayenin sahipleri ve CİO’ları devasa üretim ve artı değer artışına hâlâ el koyuyorlar, gasp ediyorlar. Dünya’da kendilerinden başkasına ihtiyaç yokmuşçasına doğayı ve insanı katlediyorlar. Emekçilerde ise „hak verilmez alınır“ sesleri cılız da olsa yükselmeye başlamaktadır.
1930’lu yıllarda Keynes, teknolojiyle verimlilik artışının mesaileri düşüreceğini öngörmüştü
Marx Das Kapital’de, emekçiler tarafından sürekli üretilen artı değerin kapitalistler tarafından gasp edilmesini bu üretim tarzının itici motivasyonu ve hedefi, „mutlak yasası“ olduğunu belirtir. Artı değer kapitalizmde işgünüyle ilgilidir. Kapitalizmde iş günü zorunlu çalışma zamanı ve fazladan çalışma zamanı olarak ayrılır. Zorunlu çalışma zamanında, mesela 4 saatte, işçiler ücrelerine tekabül eden kendi emek gücünün değerini yaratır. İşgününün diğer saatlerinde, mesela 4 veya 6 saat daha fazladan parasız olarak çalışır ve kapitalistler bu zamanda üretilen mala karşılıksız artı değer olarak el koyar. Bu nedenle kapitalistler artı değeri büyütmek için işçileri, kendi emek güçleri için zorunlu olan çalışma saatinin çok çok üstünde mesela 10-12 saat çalıştırırlar. Sanayileşmenin ilk yıllarında iş günü 15-16 saatti. Marx bu şekilde iş gününün uzatılmasıyla elde edilen artı değeri „mutlak artı değer“ olarak tanımlar. Böyle bir iş günü ise işçiler için ölümcül çalışma koşulları demektir. İşçiler zamanla örgütlenip verdikleri mücadelelerle iş gününü sınırlandırdılar. İş gününün sınırlandırılması demek artı değerin küçülmesi demektir, zira artı değerin yaratıldığı fazladan iş saatleri azalmıştır. Kapitalistler genellikle yasalarla sınırlanan 8, 10 veya 12 saatlik iş gününde fazladan çalışma saatlerini arttırmak için tek çare olarak emeğin değerinin, karşılığının üretildiği zorunlu çalışma saatlerini düşürme, azaltma yoluna giderler. Üretici güçlerin, bilim ve tekniğin gelişmesi sayesinde artan iş üretkenliği ve entansif çalışma koşullarında emeğin kendi değerini üretmesi için zorunlu zaman, mesela 4 saatten 2 saate, hatta günümüzde bir saat ve altına düşmüştür. Marx bu şekilde sağlanan artı değere „rölatif artı değer“ der. Kapitalistin hedefi karşılıksız el koyduğu fazladan çalışma saatini, artı değeri büyütmektir, bunun için sürekli iş üretkenliğini, üretimi, dolayısıyla artı değeri, kârını arttırmaktır. O artan üretim ve iş üretkenliği karşısında bir an bile, işçileri düşünüp, çalışma saatlerini düşürmeyi, işsiz olanları işe almayı aklının ucundan bile geçirmez, tam aksine hâlâ mesailerle iş gününü uzatmaya çalışır. Çalışanlar işsiz kalmış, aç kalmış, onun umurunda değildir, hümanizm ondan fersah fersah uzaktır. İş gününün kısaltılması, çalışma saatlerinin azaltılması ancak çetin sınıf mücadeleleriyle elde edilebilir. Marx Birinci Enternasyonal’in Kuruluş Çağrısında, emekçi çocuklarının kanını emen İngiliz kapitalistlerine karşı İngiliz işçi sınıfının 30 yıl mücadelesi sonunda elde ettiği 10 saatlik yasal iş günü için şöyle der:
„Çalışma saatlerinin yasal olarak sınırlandırılmasına ilişkin bu mücadele daha da amansızca şiddetlendi, çünkü açgözlülüğü ürkütmesi dışında, bu mücadele, aslında, orta sınıfın ekonomi politiğini oluşturan arz ve talep yasalarının gözü kör egemenliği ile, işçi sınıfının ekonomi politiğini oluşturan toplumsal öngörünün denetlediği toplumsal üretim arasındaki büyük çekişmeyi etkiliyordu. Böylece, On-Saat Yasası, yalnızca büyük bir pratik başarı olmakla kalmıyordu; bu bir ilkenin zaferiydi; orta sınıfın ekonomi politiği, işçi sınıfının ekonomi politiğine ilk kez böylesine apaçık yenik düşüyordu.“ Marx için çalışma saatlerinin düşürülmesi mücadelesi işçi sınıfının burjuvaziyi alenen yenme mücadelesidır.
Artı değerin „rölatif“ arttırılmasıyla ortaya çıkan üretim ve artan emek üretkenliği koşullarında Marx’tan sonra bir çok burjuva aydınları tarafından iş saatlerinin azaltılacağı hayallerini yaratmıştır. Bunlardan biri de Keynes’tir. 1930’da, ekonomist John Maynard Keynes teknolojik değişimin ve verimlilik artışının, en sonunda bizi haftada 15 saatlik bir çalışma tablosuna ulaştıracağını öngördü. Fakat son birkaç on yıldaki önemli verimlilik kazancına rağmen, haftada hala ortalama 40 saat çalışıyoruz. Yetmiyor fazla mesailer yapıyoruz.
Keynes’in mantığına göre “az iş, çok üretim” ile (“daha verimli olmak” olarak da bilinir), tüm ihtiyaçlarımız daha az çalışma ile karşılanabilir ve bize daha fazla boş zaman kalabilirdi. Fakat Keynes’in zamanından bu yana araştırma ve veriler ortaya koyuyor ki şirketler, verimliliğin yararlarını kendilerine sakladılar.
Yaşadığı zaman zarfında Keynes, otomatik fabrikaların, seri üretimin ve daha büyük ölçüde elektriğin, buharın ve kömürün kullanımının artışına şahitlik etti ve 1919’dan 1925’e kadar Amerika Birleşik Devletleri’nde fabrika üretimlerinin %40 oranında arttığını yazdı. Bu üretkenlik artışı, yüksek yaşam standartlarına imkân sağladı ve iş dünyasını kökten değiştirdi. Gelecek teknolojilerin bir kez daha aynı şeyi yapabileceğini tahmin etmek Keynes için pek de zor değildi. Ama bunun için sınıf mücadelesi ve kapitalizmin yenilmesi gerektiğinden bahsetmiyordu.
2014’ten İtibaren Dünyanın Yeni Zenginleri de Keynes Gibi Kehanetlerde Bulundular.
Kapitalizmin alabildiğine keskinleşen çelişkilerini çıplak bir şekilde dışa vuran bu tablo, sınıf mücadelesinin daha da yükselerek sistemi tehdit eder boyutlara ulaşmasından endişe eden kapitalistleri de zaman zaman bazı gerçekleri itiraf etmeye itiyor. Gelir dağılımdaki eşitsizliği sosyal-demokratik önlemlerle aşmayı vaaz eden burjuva ideologların sayısı az olmadığı gibi, iş saatlerinin kısaltılması gerektiğine vurgu yapan burjuvalar da son dönemlerde çeşitli açıklamalarla öne çıkmaya başlamışlardır. Google CEO’su Larry Page’in ve dünyanın ikinci en zengin kapitalisti olan Carlos Slim’in 2014 yılında yaptıkları açıklamaları da bu bağlamda değerlendirmek gerekiyor.
Meksikalı milyarder Carlos Slim, insanların çalışma ve ev yaşamları arasında bir dengeye kavuşmasının çözümünün haftada üç gün çalışmaktan geçtiğini söylüyor. İşçilerin günde 11 saatten 3 gün çalışmasının (dolayısıyla haftalık çalışma süresinin 33 saate indirilmesinin), geri kalan dört günde ise eğlenceli aktivitelerle kendilerini yenilemelerinin çok önemli olduğunu söylüyor.
Benzer şekilde Larry Page de, mevcut kaynakların, insanların gerçekten mutlu olmak için ihtiyaç duyduğu şeyleri –ev, güvence, çocukları için daha iyi olanaklar vb.– karşılamak için yeterli olduğunu ve bunun için gereken çalışma süresinin de şu andakinden çok daha kısa olduğunu itiraf ediyor. Page, bu sorunun tek çözümünün iş haftasının kısaltılması olduğunu söylüyor. Ama iş icraata gelince sınıf olarak kapitalistler çalışma saatlerinin uzatılmasından yana çıkarlar. Marx’ında belirttiği gibi işgününün kısaltılması burjuvazinin, yani „orta sınıfın ekonomi politiği, işçi sınıfının ekonomi politiğine… apaçık yenik“ düşmesiyle mümkündür.
Bir Verimlilik Patlaması
Bir çalışmaya göre, 1970’den bu yana, “ofis tabanlı sektörlerde” verimlilik, neredeyse sadece bilgi işlem gücü sayesinde %84 oranında arttı. Diğer bir değişle, 1970’de bir ofis çalışanın 5 saatini aldığı bir işi, bugün bir ofis çalışanı 1 saatte yapabilmekte. 1970’de bir günlük tam mesai, şu an 1,5 saatte tamamlanabiliyor.
Dijital devrim, her bir işçinin yapabileceği iş miktarını önemli ölçüde arttırdı. Ama işçisiz olmuyor. Vasıflı veya vasıfsız emek varlığını sürdürüyor.Hemde daha verimli olarak sürdürüyor.Üretim araçlarını geliştiren nitelikli emek ise şirketlerin karlarını katlamaya devam ediyor.
Tarım dâhil, yeni teknolojiden en çok yararlanan endüstriler, sadece 1993’ten 2004’e kadarki teknoloji patlamasının en yüksek olduğu dönemde verimlilikte %46 art iş kaydetti. Tarım teknolojisindeki devrim bu “verimlilik patlamasının” temel nedeniydi.
Şu an, Keynes’in hayal ettiğinin iki katı üretkeniz.
Durağan Çalışma Saatleri
Fakat bu önemli verimlilik kazanımları çalışma saatlerini daha aza indirmiyor. Bunun nedeni ise kısmen politik, kısmen de ekonomiktir.
Verimlilik kazanımları, çalışma saatlerini azaltmak yerine, daha büyük verimlilik kazanımına dair talepleri doğurdu. Mesela Malcolm Turnbull ve Bill Shorten ‘Çok verimlilik, daha fazla işe ve daha fazla maaşa sebep olur.’ konusunda hemfikirdi. Diğer taraftan Keynes, daha az işin, daha az çalışma saatinin tam tersine daha yüksek maaşın olduğu bir ekonomi öngörmüştü.
Ekonomik boyutta, verimlilik kazanımları çoğu şirketin üst düzeyleri tarafından hâlâ gasp edilmektedir. İşçi maaşlarındaki ücret artışı yatay seyrederken, CEO maaşları yıllar içerisinde müthiş artmış; onlarında son dönemde kazanç artışları duraksadı. Ekonomik Politika Enstitüsü’nün bir raporu, 1978’den bu yana CEO maaşlarının, normal maaşların yalnızca %10.2 artışı ile karşılaştırıldığında %937 arttığını ortaya çıkardı. Diğer bir deyişle, üretkenliğin yararları direkt şirketlerin üst tabakasına hizmet etmiş.
Birçok endüstri şirketi verimlilikteki iyileşmeleri, yaptıkları iş miktarını arttırarak daha çok büyümek, daha çok kazanmak için kullandılar.
Komünistler de dahil 1990’lar ve 2000’lerin başındaki verimlilik patlamasından kaynaklanan çalışma saatlerindeki düşüş fırsatını da kaçırdılar.
Önümüzde, yapay zeka ve robotlar gibi gerçekliklerin belirmesinden ve insanların geleceğin teknolojisine dair çizilen ütopyaları yeniden dillendirmeye başlamasından dolayı bizler, geçmişteki ekonomi gerçekleriyle başa çıkmalıyız.
Teknoloji, bizi özgürleşmenin çok ötesinde, aynı çalışma saatlerine mahkûm etmek ve sadece finans sahiplerine ve toplumun üst kesimine hizmet için kullanılıyor.
Düzgün bir şekilde tasarlanması gereken yeni teknoloji, bize bugüne kadar sunduğundan daha fazla boş vakit sunmalı. Fakat bunu yapmak için, verimlilikteki artış direkt olarak maaş zammına ve çalışma saatlerine bağlanmalı. Verimlilikteki artış aynı maaş seviyesinde çalışma saatlerinin azalmasıyla karşılanmalı. Bunda başarısız olunursa, bir avuç kişi, giderek daha zor şartlar altında çalışan diğer pek çok kişinin sırtından geçinmeye devam edecektir.
Dünyada yenilikçi teknolojinin en önemli öncülerinden (Güney Afrika asıllı Amerikalı mühendis, mucit, yatırımcı ve girişimci) Elon Musk: “önümüzdeki süreçte işçinin yerini robotların alacağı bir Dünya’da Dünya nüfusunun büyük bir çoğunluğu işsiz kalacak.” açıklamasında bulundu.
Bunun anlamı işçi sınıfına artık size ihtiyacımız kalmadı, yaşam treninden inin, dünyanın sahibi bizler, şirketlerimiz ve içinizden bir kaç süper nitelikli proleterle yolumuza devam edeceğiz demektir. Ama bunlar Lenin’in tekelci kapitalizmde gelişen üretici güçlerin, maddi koşulların nesnel olarak sosyalist devrimi hazırladığını unutuyorlar. Onlar şu anda sübjektif faktörün hazır olmamasından, zayıf olmasından böyle konuşabiliyorlar.
İşsizlik;
Barınaksızlık, sağlıksızlık, eğitimsizlik, açlık, yaşamla bağlarımızın kopması demektir.
Varlık içinde yokluk ve ölüme terk edilmek demektir.
İnsanlık Dünya emekçileri, işçi sınıfı buna boyun eğmeyecektir. Onların öncü gücü Dünya Komünistleri bir yol bulacaktır.
Kapitalist Sistemin Sınırları
Ancak kapitalizmin ideologları teknolojinin nimetlerinden yararlanırken ücretler konusuna bilinçli olarak girmiyor ve kısalması önerilen iş haftasının ücretlere nasıl etki edeceği sorununu açıkta bırakıyorlar. İşçi sınıfı iş saatlerinin kısaltılması için mücadele eder, fakat bu mücadelenin olmazsa olmaz bir talebi daha vardır: Ücretlerin işçilerin insanca yaşayacağı düzeye yükseltilmesi! Çünkü bu olmadığı takdirde işçilerin geçinebilmek için ek iş yapmak zorunda kalacakları açıktır. Kapitalistler, “az çalışıyorsan az kazanmayı göze alacaksın” diyerek çalışma saatlerine paralel olarak ücretlerin de düşürülmesinin zorunlu olduğunu kanıtlamaya çalışıyorlar. Oysa kapitalist sistemin sınırları içinde, işçinin istediği şey, yine kendisinin ürettiği fakat patronun gasp ettiği değerin daha büyük bir kesimidir, o kadar!
Bugün başta Fransa olmak üzere çeşitli Avrupa ülkelerinde yasal haftalık çalışma süresi 35-40 saat arasındadır. Ne var ki bu durum işçi sınıfının yaralarına merhem olmamaktadır. Patronlar hükümetlere bu sürenin uzatılması yönünde sürekli baskı yapmaktadırlar. İşçilerin çalışma saatleri ve iş yoğunlukları artmakta; bir işçi iki ya da üç işçinin yaptığı işi ücreti artmaksızın yapmak zorunda bırakılmaktadır.
İşçi sınıfına yönelik saldırının bir ayağını da, ekonomik kriz bahanesiyle işten atmaların artması, esnek çalışma ya da part-time (yarı-zamanlı) çalışmanın yaygınlaşması oluşturmaktadır. İş saatlerine paralel olarak ücretleri de düşürülen işçiler geçinebilmek için birden fazla iş yapmak ya da fazla mesailere katlanmak zorunda kalmaktadırlar.