İmamoğlu serbest bırakılana, Erdoğan istifa edene, Türkiye’ye özgürlük ve demokrasi gelene kadar eylemlere devam edilmeli!
Altay PAMİR
25 Mart’ta Saraçhane’de İBB binasının önünde son direniş mitingi yapıldı. Bir hafta, her akşam yüzbinlerce insan yalnız İmamoğlu’nun tutuklanmasını protesto etmedi. Mitingler Erdoğan’ın ekonomik, sosyal ve siyasal politikalarının neden olduğu enflasyon ve pahalılığa, sürekli kılınan tutuklamalara, keyfi yönetim ve antidemokratik uygulamalarına karşı bir direniştir. Halklarımızın özgürlük ve demokrasi özleminin bir ifadesidir. Yığınlar yüksek sesle Erdoğan’ın istifasını istediler, istiyorlar.
Eylemler işçi ve emekçi yığınlarla bağlanmalı, tüm Türkiye’ye yayılmalıdır
Özellikle gençler ve öğrenciler bu miting ve yürüyüşlerin motoru; polis barikatlarını yaran, polisin engellerini, devrimci direnişin örneklerini veren onlardı. Bu nedenle de polis saldırılarının ve tutuklamalarının ana hedefi oldular. Onların çoğu işçi, emekçi, köylü çocuklarıydı, boyun eğmediler ve direnişe devam dediler. Eylemlere büyük bir enerji kattılar. Toplumun üzerindeki ölü toprağının atılabileceğini gösterdiler, yığınları harekete geçirdiler. Yalnız İstanbul’da değil, Ankara, İzmir ve Anadolu’nun diğer şehirlerinde gençler en öndeydiler, katılanların yüzde 80’nini oluşturuyordu. Onlar kendi geleceklerini ve doğacak özgür ve demokratik Türkiye’nin Erdoğan’ın gitmesiyle mümkün olacağını gördüklerinden yığınsal olarak bu eylemlerde yer aldılar. Geniş yığınlarda Erdoğan’a karşı biriken “yeter artık, git, senden kurtulalım!” öfkesini dillendiren güç oldular. Şimdi onlar yalnız üniversite içinde ve çevresinde değil sokaklara çıkıyorlar, işçi ve emekçi yığınlarıyla bağlanarak bu direnişi daha da yükseltmeye azmediyorlar.
25 Mart’ta Saraçhane’de son miting yapıldı, ama bu mitinglerin sonu değildi, olmamalıdır da. CHP Başkanı Özel 29 Mart Cumartesi günü saat 12.00 de İstanbul-Maltepe’de büyük bir mitingin yapılacağını duyurdu. Saraçhane’de politik parti ve gruplar, yığın örgütleri arasında adı konmamış büyük bir ittifak oluştu. Şimdi bu ittifakı yaşatmak hem İmamoğlu’nun, tüm politik tutukluların, hem Türkiye’nin özgürlüğü için bir zorunluktur. Bu ittifak sokaklarda ve meydanlarda mücadele içinde doğmuş, Erdoğan’ın korkusu olmuştur. Erdoğan İmamoğlu’nu tutuklatırken mücadelenin böylesine yığınları ve tüm Türkiye’yi kapsayacağını, kendi sonunu getirecek bir boyut alacağını tahmin etmiyordu. Şimdi Erdoğan’dan kurtulmak için mücadeleyi daha da yükseltmenin tam zamanıdır. Eylemler işçi ve emekçi yığınlarına yayılmalı, işyerlerine, semtlere, mahallelere, Anadolu’ya yönlendirilmeli, bu eylemleri kalıcı yapacak tüm politik ve sosyal akımları kapsayan komiteler kurulmalıdır. Tüm bu eylemlerin Kürtlerle birlikte yapılmasına büyük önem verilmelidir. Sorun Türkiye’nin özgürleşmesi ve demokratikleşmesi sorunudur. Bu da Kürtlerle birlikteliği gerektirir.
Erdoğan hesabı yanlış mı yaptı, yoksa başka çaresi yok muydu?
Erdoğan 19 Mart 2025 günü sabaha karşı İmamoğlu’nun evini 100’e yakın polisle kuşattırıp, İmamoğlu’nu gözaltına aldırarak, Vatan-Emniyet’e getirtirken olayların belki bu şekilde büyüyeceğini beklemiyordu. Ama O bu adımı çok hesaplı atmış, iktidarını garanti altına almak için İmamoğlu ve çevresini bertaraf etmekten başka çare kalmadığını görmüştür. İmamoğlu’nun daha fazla konuşmasının engellenmesi gerektiğine karar vermiştir. O gün İmamoğlu ile birlikte aralarında Beylikdüzü ve Şişli belediye başkanları ve 100’e yakın belediye çalışanı gözaltına alındı. Yapılan tam bir siyasi darbeydi. 16 Milyon İstanbullunun iradesinin gaspıydı. Gözaltına alınanların geceli gündüzlü 4 gün ifadesi alındı. Hem Erdoğan hem Adalet bakanı Tunç sanki Türkiye’de bağımsız yargı varmış gibi, konu siyasi değil hukukidir demeye kalktılar ve yığınları sokağa çıkartmayın diye korkularını ifade ettiler. Ama yığınlar çoktan sokaktaydılar.
Erdoğan’ın böyle bir darbe hazırlığı içinde olduğu görülüyordu. Artık bunu geç olsa da CHP ve İmamoğlu da anlamıştı ve hazırlanıyordu. Ama toplumun büyük bir kesimi hâlâ buna inanmak istemiyordu. Zira Erdoğan’ın İstanbul Belediyesi’ne bir darbe yapmaya cesaret edemeyeceği tahmin ediliyordu. Herkes, “İstanbul Büyük Şehir Belediyesi’ne darbe yapmak Kürt belediyelerine, başkanı Ahmet Özer’in “terör iltisaklı” diye Esenyurt belediyesine, Baro’ya kadar diğer kurum ve kuruluşlara darbe yapmaya benzemez” diyordu. Oysa Erdoğan’ın bu konuda kararlı olduğu görülüyordu. Erdoğan son zamanlarda TÜSİAD’a kadar tüm muhalif güçlere gözdağı veriyor, “bana tehlikeli olacak herkesin tepesine binerim!” diyordu. 19 Mart’tan bir gün öne İmamoğlu’nun diplomasını İstanbul Üniversitesi’ne iptal ettirmiş, “darbe geliyor!” demişti. Maalesef Kürt illerine yapılan kayyımlara sessiz kalan CHP ve Türk kamuoyu, İBB’ye bir darbe gelmekte olduğunu kavrayamadı, kavrayanlar da açık cephe alamadı. Ve Erdoğan siyaiı darbesini “planladığı” gibi gerçekleştirdi.
“Yolsuzluk”tan karar, “terör” suçundan serbest
İmamoğlu ve diğer gözaltına alınanlar 4 gün sonra 22 Mart 2025’da Çağlayan Adliyesine, savcılığa sevk edildi. Savcılık soruşturması başladı ve 23 Mart 2025 sabahına kadar sürdü. Sabah hâkim önüne çıkarılan İmamoğlu tutuklanıp Silivri hapishanesine gönderildi. İmamoğlu’nun yanı sıra Şişli Belediye Başkanı Resul Şahan “kent uzlaşısı” nedeniyle “terör örgütüne yardım etme” suçundan, Beylikdüzü Belediye Başkanı Murat Çalık da “yolsuzluk” suçundan tutuklandılar. Her üç belediye başkanları görevden alındılar. Şişli Belediyesi’ne suçlama “terör” olduğu için hemen kayyım atandı. İBB ve Beylikdüzü belediyelerine seçimle tutuklanan başkanların yerine vekillerini seçme olanağı verildi.
İmamoğlu’na yöneltilen suçlama hem “kent uzlaşısı” çerçevesinde “terör örgütüne yardım etme”, hem de “yolsuzluk” yapma idi. İmamoğlu Adliye’de önce “yolsuzluk” suçlamasından nöbetçi hâkimin karşısına çıkarıldı. Hâkim bu suçlamadan onun tutuklanmasına karar verdi. “Terör” soruşturmasında ise hâkim “kuvvetli şüphe bulunmasına rağmen, diğer soruşturma kapsamında tutuklandığı” gerekçesiyle serbest bırakılmasına karar verdi. Bu açıkça “şimdilik” bu “kuvvetli şüphe” suçundan serbest bırakılması ilerde bundan tutuklanmayacağı anlamına asla gelmiyordu. Hatta bu mesnetsiz “yolsuzluk” suçlarından ilerde şayet bir beraat kararı çıkacak olursa, hemen “terör” suçunun devreye sokulacağı anlamına geliyordu. Bunlar hem Kavala, hem Demirtaş davalarında yaşandı. Bu Türk yargısının nerelere geldiğinin, Erdoğan’ın talimatıyla hareket ettiğinin bir kez daha deliliydi.
Ayrıca “terör” suçlamasından tutuklama kararı verilseydi “yasaya” göre İmamoğlu’nun yerine hemen kayyım atanması gerekiyordu. Kayyımın kamuoyunda yaratacağı tepkiden çekinildi. Zira her gece İBB’yi koruyan yüzbinler İBB’yi kayyıma teslim etmemekte kararlıydılar. Bu nedenle Erdoğan manevra yaparak “yolsuzluk”tan karar aldırtıp, kayyım için zaman kazanmayı planladı. Bu nedenle şimdilik uygulanmayan “terör” suçlaması ileride mutlak yürürlüğe konacak ve İBB’ye kayyım atanacaktır. Bir de Erdoğan Öcalan’ın açmış olduğu süreci tehlikeye düşürmemeyi ve Kürtleri CHP’ye itmemeyi de düşünmüş olabilir. Bu nedenle de Kürtlerle birlikte mücadelenin önemi bir kez daha ortaya çıkmıştır.
Gizli tanık ifadesinden suç çıkarılamaz, insanlar tutuklanamaz
İmamoğlu’nun yaptığı iddia edilen “yolsuzluk” suçu ise “kişisel verileri kaydetmek”, “rüşvet almak”, “ihaleye fesat karıştırmak”, “suç işleme amacıyla örgüt kurmak”tı. Hiçbir mesnete dayanmayan bu ağır suçlar ise savcılığın yaptığı “derin” araştırmalara değil, bir gizli tanığın ifadesinden çıkartılmaktaydı. FETÖ döneminde gizli tanıkların ne gibi tahribatlar yaptığı yaşandı. Yalnız İstanbul gibi bir şehrin Belediye Başkanı değil, hiç kimsenin gizli bir tanığın ifadesiyle sorgulanamaz, tutuklanamaz olması gerekir. Bu uygulama Türkiye’de bir kez daha hak, hukuk, adaletin bitmiş olduğunu gösterir. Erdoğan yargıyı öyle bir duruma getirdi ki, şimdiye kadar tüm karşıtlarına çekinmeden, onu kendi Sarayının bir kurumu gibi kullanırken, şimdi bunu en güçlü rakibi İmamoğlu’nu bertaraf etmek için kullanmaya kalkışmıştır. O Hitler’in yaptığı gibi, muhalafeti tamamen yok etmek, ülkeyi ölü toprakla örtmeye devam etmek istemektedir. Ama bu kez bu geri tepecek ve bu Erdoğan’ın sonunun başlangıcı olacaktır.
“Yolsuzluk” ve “suç örgütü” kurma kavramları AKP ve Erdoğan ile birlikte Türkiye’de yaygınlaştı. Programında “3Y” politikası vardır. Bu Y’den biri yolsuzluktur, yolsuzlukla mücadeledir. Bunlar kâğıt üzerinde kaldı, unutuldu. Tam tersi gerçekleştirildi. Yolsuzlukla mücadele edilmeyen dönem AKP dönemidir. Bir zamanlar Erdoğan’ın başbakanı olan Davutoğlu diz boyu artmış olan yolsuzlukla mücadele için bir “şeffaflık” yasası hazırlatır. Bunu duyan Erdoğan Davutoğlu’nu çağırır ve ona, “bu yasayı çıkartırsan hiçbir il ve ilçede AKP başkanı ve milletvekili olacak aday bulamazsın!” der ve yasayı çıkartmaz. Şimdi aynı Erdoğan’ın İBB’ye yolsuzluk soruşturması açması ne gariptir. Yolsuzluk varsa, belediye ister AKP’li ister CHP’li olsun, mutlak soruşturma açılmalıdır. Varsa hukuk işlemelidir. Maalesef Erdoğan düzeninde hak, hukuk, adalet yoktur.
Erdoğan kendini “Ebedi Başkan” ilan edebilir mi?
İmamoğlu’na açılan bu davanın siyasi ve kasıtlı olduğu, davanın hukuki bir yanı olmadığı, yapılan suçlamaların gerçekle hiçbir ilişkisi bulunmadığı kanısı kamuoyunda çok yaygındır. Onlara göre bu davanın tek bir hedefi vardır. O da Erdoğan’ın bundan sonra karşısına “tehlikeli” olabilecek her adayı bertaraf edebileceğini göstermesiydi, iktidarı asla elinden bırakmayacağı, ölünceye kadar başkan kalma hazırlığı idi. Bunun için anayasa değişikliklerinden erken seçime ve seçimde her türlü hileye kadar her yönteme başvurmak doğaldır. Gerekirse kendisini seçimsiz “Ebedi Başkan” ilan etme planı dahi vardır. Erdoğan iktidarı bırakmak istemiyor. Bıraktığı anda başına neler gelebileceğini biliyor. Özellikle CHP’nin başkanlık adayı ön seçimleri için İmamoğlu’nun yaptığı mitinglerin kalabalığı Erdoğan’ı korkuttu, kendi ekonomi politikalarına, enflasyona, pahalılığa, fakirleşmeye, işsizliğe “yeter”, “dur artık” diyen halkın kendisinden uzaklaşmakta olduğunu gördü. İktidarın elden gitmesi tehlikesi belirmişti. Onun Gezi’den beri en çok korktuğu yığın hareketleridir, yığınların sokaklara meydanlara çıkmasıdır.
İmamoğlu’nun tutuklanıp Silivri’ye gönderilmesiyle ortaya çıkan durum, yığınların Erdoğan’ın yarattığı korkuyu yendiğini, serdiği ölü toprağını üzerinden attığını ortaya koydu. Yığınlar sokakları, meydanları zaptetmeye başladılar. Erdoğan’ın istifasını istemek olağanlaştı. Bu yeni bir gelişmeydi. Erdoğan için tehlikeydi. Özellikle üniversite bitirmiş veya hâlâ üniversitede okuyan gençlerin artık Erdoğan’dan, onun tek adam düzeninden bir beklentisi, umudu yoktu, bu düzende kendilerine verebileceği bir şey kalmamıştı. Bu düzenin değişmesi için Erdoğan’ın istifasını, yeni düzeni, Erdoğan dışındaki güçlerin kurulmasını istiyorlar. Yeni düzen iş ve aşla birlikte hak, hukuk, adalet, demokrasi ve özgürlük de getirmeliydi. Bu kez bunu başarmak için sokaklara, meydanlara kararlılıkla çıkıyorlar, geri adım atmayacaklarını söylüyorlar. Zira artık bıçak kemiğe dayanmıştır. Bu Türkiye’de bir kalkışmanın önünü açabilir. Ama öğrenci ve gençlerin işçi ve emekçi yığınlarıyla bağlanması gerekmektedir. Bu nedenle yapılan yürüyüş ve mitingler İmamoğlu ile dayanışmayı çoktan aştı, sokağa çıkan gençler kurtuluşa giden yolun önünü açtı.
Erdoğan çabuk pes edecek, küçümsenecek bir güç değildir
19 Mart’tan sonra yığınlara bir özgüven geldi. Yalnız Erdoğan’a karşı başkaldırılamayacağı düşüncesi yıkılmadı, Erdoğan’ın yenilebileceği ve onun iktidarının sona erdirilebileceği, istifaya zorlanabileceği inancı da güçlendi. Yığınlarda böyle bir özgüvenin doğması çok önemlidir. Ama Erdoğan’ın hemen istifa edip gidebileceğini zannetmek ise büyük bir yanılgı olur. Önümüzde uzun soluklu çok çetin bir yol bulunmaktadır. Yaptığımız yalnız bir başlangıçtır. Ama iyi bir başlangıç oldu, yüzbinler sokaklara çıktı. Şimdi bunu yılmadan sırf inançla değil, bilinçle, sabırla, yenilgi ve zaferlerin aynı anda yaşanacağını bilerek ilerletmek gerekmektedir. Bu zordur, devrimci için zor olanı başarmak gerekir.
Erdoğan hâlâ güçlüdür. O bu gücüne dayanarak çok “rahat” hareket edebilmekte ve tehditler savurabilmektedir. İçerde, erise de, bu rahatlığı oldukça çok bir oy potansiyelinin yanısıra, büyük bir silahlı ve sıvil güce dayanmaktadır. Özellikle son yıllarda FETÖ darbesinden sonra Erdoğan, iktidar konusunu çok ciddiye aldı. Onu elinden kimsenin alamayacağı şekilde toplumsal kurum ve kuruluşları, ordudan polise, yargıdan bürokrasiye, MİT’ten Özel Harekete, devleti yeni baştan örgütledi. Bunun yanı sıra muhtardan imama, camiden tarikatlara, gönüllü gevenlikten mafyaya kadar toplum içine “kök” saldı. Resmi veya sivil tüm bu kurum ve kuruluşları kendisine bağladı. Ordu eski ordu değildir, tümüyle Erdoğan’a bağlıdır, polis eski polis değildir, Erdoğan polisidir. Bürokrasi, saraydan, bakanlıklardan, ilçelere, okullara, hastanelere kadar Erdoğan’ın bizzat seçtiği bürokrasidir. Bunlar “kapıkulu”dur. Sivil alanda ise muhtar ve imamla, cami ve tarikatlarla, mafya ve gönüllü güvenlikçilerle toplum içinde büyük bir örgütlülüğe sahiptir. Erdoğan’ın elinde böylesine “yenilmez” zannedilen büyük bir güç vardır. Ama yığınların kabaran gücü yavaş yavaş Erdoğan’ın bu güçlerini sarsmaya başlamıştır. Zira bir toplumda harekete geçmiş yığından daha güçlü ve büyük bir güç yoktur. Yığınların hareketi tüm bu kurum ve kuruluşları kötürümleştirir. Onun için önümüzde yapılacak olan sürekli, bilinçli eylemlerdir.
Erdoğan gücü halktan değil, dış odaklardan alıyor
Halk arasında bu kadar güçlü ve örgütlü gözükmesine rağmen Erdoğan, esas desteği bu “yerli” güçlerden değil, dış güçlerden almaktadır. Şüphesiz belirleyici olan iç güçlerdir, ama dış güçlerden desteği olmayan bir iç güç, ne kadar güçlü olursa olsun, harekete geçmiş yığınlara karşı direnemez, dağılır. İç güç dediysek, bunlar egemen güçlerin vurucu gücü olan güçlerdir. Esas yerli güç halktır. Bu da şu an Erdoğan’a ve onun politikasına, güçlerine karşıdır. Bu egemen iç güçler, halk yığınları karşında duramayacaklarını bildikleri için kendilerini destekleyen dış güçleri ararlar. Bir dış güç her egemen iç gücü desteklemez, kendi çıkarlarını savunan ve pürüzsüz en iyi şekilde yerine getiren iç gücü destekler. Dış güçten destek almayan bir iç güç, ne kadar güçlü olursa olsun, iktidarda kalamaz ya yıkılır, ya değiştirilir. Emperyalizm çağında iç-dış güç diyalektiğinin belirleyicisi dış güçtür.
Bugün Erdoğan’ın durumu da böyledir. Erdoğan “sağlam”, “örgütlü” bir iç güce sahiptir. Dış desteği olmasın, bu iç güç bir karton gibi çöker. Erdoğan dıştan, hem ABD’den, hem AB’den, hem Rusya’dan, hem Çin’den büyük bir destek görmektedir. Çünkü bunların Türkiye’de ve bölgede en iyi şekilde çıkarlarını koruyan ve savunan Erdoğan’dır. Eğer Erdoğan’dan daha iyi biri çıkarsa dış güçler hemen Erdoğan’ı onunla değiştirirler. Erdoğan’ın kara kaşına, kara gözüne bakmazlar. Ama “maalesef bugün böyle biri yok.” Ne İmamoğlu, ne Yavaş, ne de Özel, Erdoğan ile değiştirilecek liderlerdir. Emperyalistlere göre Erdoğan onların çıkarını bunların hepsinden daha iyi koruyacak ve savunacak kişidir. Bunun böyle olduğunu görmek için İmamoğlu gözaltına alındıktan ve tutuklandıktan sonra Waşington’dan, Brüksel’den, Paris’ten, Berlin’den gelen mesajlara bakmak yeterlidir. Hemen hemen hepsi İmamoğlu’nu tutuklanmasını ve görevden alınmasını “mutlak surette kabul edilemez” diye nitelemekte, “suçlamaların hızlı ve şeffaf aydınlatılması”nı istemekte ve bu gelişmele için “Türkiye’de demokrasi için kötü bir belirtidir” vurgulaması yapılmaktadır. (Sanki Türkiye’de demokrasi var da, kötüleşmiş). Bunların dışında bir açıklama yapmıyorlar. Esas yapılması gereken hemen İmamoğlu’nun serbest bırakılıp görevinin başına dönmesini talep etmektir. Aksi durumda ekonomik ve diğer ilişkilerin gözden geçirileceğinin belirtilmesidir. Bunu neden yapmadıkları sorulduğunda açık açık hem Orta Doğu’da hem göçmenlerin Avrupa’ya gelmesini önlemekte “Erdoğan’a ihtiyacımız var” denmektedir. Dıştan bu gücü alan Erdoğan ve onun iç güçleri başını alıp gitmekte, şiddet uygulamakta, direnişi kırmak için her türlü yönteme başvurmaktadır.
İşimiz zor, buna rağmen mücadeleye devam
Erdoğan’ın içte ve dışta durumu budur. Hâlâ güçlü konumlardadır. “Kim ne yaparsa yapsın, ölünceye kadar Ebedi Başkan’ım!” demektedir. Mücadeleye bunları bilerek, önümüzdeki zorlukları görerek çıkmak gerekir. Onun için yolumuz dikenli, taşlı ve uzundur. Ama sonunda kaybedecek olan Erdoğan, kazanacak olan halkımızdır.
Bu tespiti yaparken emperyalist güçlerin Erdoğan’ı bir gün elde tutulamayan sıcak patates gibi bırakacağını bilmek gerekir. Bu da Erdoğan’ın yığın desteğini kaybettiği, halkın ayağa kalkan güçleri desteklediği gündür. İşte o gün dış güçler Erdoğan’ın yerine geçecek birini aramaya başlayacaklardır. İşte o gün, dış güçlerin müdahalesini önlemek, ayağa kalkan yığınların örgütlü ve bilinçli gücüne bağlıdır. Şimdi bir yandan sokaklara çıkarken, diğer yandan da işçi sınıfı ve emekçilerle, sendika, baro ve odalarla, gençler ve kadınlarla, çevre ve iklim aktivistleriyle, CHP’den DEM’e kadar tüm sol, sosyalist, komünist, devrimci, demokrat güçlerle en geniş bir ittifakın oluşması için mücadele edilmelidir. Bu başarıldığı ölçüde Erdoğan’ın günleri kısalacaktır. Böyle ittifakı işyerlerinde, semtlerde, Anadolu’nun her yerinde oluşturmak sol, sosyalist, komünist, devrimci ve demokrat güçlerin önde duran acil görevidir.