Haber / Yorum / Bildiri

GÖÇMEN TÜRKLER VE KÜRTLER

Sercan ATIŞKAN

Ming Hanedanlığı, Osmanlı İmparatorluğu, Rus İmparatorluğu ve Japonya gibi doğulu güçler, Batı Avrupa’daki savaşın yıktığı, paramparça ettiği küçük devletler kümelerine göre dünya gücü olarak daha güvenilir görünmelerine rağmen, Avrupa ile karşılaştırıldığında ne kadar etkileyici ve örgütlenmiş olurlarsa olsunlar, resmi tek din inancını dayatan ve sadece dinsel değil, askeri alanda ve ekonomide de çok güçlü merkeze sahip olmanın sonuçlarını ağır yaşadılar. Avrupa’da üstün bir gücün olmaması, çeşitli krallıklar ve şehir devletleri arasındaki rekabet askeri alanda yenilikçiliği teşvik ederken, girişimci bir ortamda gerçekleşen teknolojik ve ticari gelişmeleri de artırdı. Değişime, gelişmeye karşı daha az direnç gösteren Avrupa toplumları, zaman içinde dünyanın diğer tüm bölgelerinin önüne geçtiler, sürekli, kendi kendini pekiştiren, ekonomik büyüme ve artan askeri verimlilik sarmalıyla geliştiler. Osmanlı İmparatorluğu ise Fransız Devrimi’nden etkilenen ve ulusal uyanışın erken başladığı Balkan ülkelerinin bağımsızlıklarını elde etmesiyle başlayan süreç, onu çok halklı, çok kültürlü, çok dinli Anadolu topraklarını Lozan’a sürükledi. Homojen bir toplum yaratmak üzere dil ya da etnik kökene değil, din birliği temelinde İngilizlerin önerisiyle Anadolu’da yaşayan Ortodoks Halklarla, Balkanlarda yaşayan Müslüman Halklar değiştirildi. Lozan görüşmelerini sürdüren Rıza Nur anılarında İngilizlerin böyle bir öneri sunmalarını sevinçle karşıladıklarını, kendilerinin asla böyle bir öneri sunamayacaklarını belirtmektedir.

30 Ocak 1923 tarihinde imzalanan, gönüllülük esasına göre değil, zorunlu tutulan Türk-Rum mübadelesi sözleşmesi her iki halk arasında da ekonomik, sosyal, kültürel travmalara yol açmış; 2 milyona yakın insan doğup büyüdükleri toprakları terk etmek zorunda kalmışlardır. Anadolu, Rumların vatanıydı ve göçtükleri Yunanistan’da tutunamamış, başka ülkelere göç etmişler ya da Anadolu’yu yanlarında götürerek ‘’Yeni İzmir’’ gibi yerleşim yerlerinde kendi kültürlerini yaratmışlardı. Büyük kesimi kentli; esnaf, tüccar olan sermaye sahibi Anadolulu Rumlar’ın yerini köylü, çiftçiler alacaktı. Devlet onları boşalan Rumların evlerine, yurtlarına yerleştirirken, kalanları da ülkenin değişik yerlerine yerleştirdi. Rumlar, sermayeleri, uluslararası ticari deneyimleriyle Yunan ekonomisine büyük katkı sağlarken, giden zanaatkarların, sermayenin eksikliği, kökleri İttihat Terakki’den gelen iktidarları 6-7 Eylül katliamları yaptırmaya kadar vardıracaktı.

Cumhuriyet’i kuranlar “geçmişte ne olduysa oldu, Lozan’dan sonra yeni bir sayfa açıyoruz” dediler. Tarih kitapları bu siyaset ile yazıldı. Balkan Savaşları’nın üzerinde fazla durulmadı. Ermeni meselesinin üzerinde de durulmadı. Göç ettirilen Rumlar ya da katledilerek ya da Müslümanlaşarak asimilasyonu kabullenen Pontuslular da tarih kitaplarında yer almadı. Asimilasyonu reddeden Sakarya’da direnen, katledilen Çerkesler‘den de bahsedilmedi. Asimilasyona boyun eğmeyen, baş kaldıran, her başkaldırılarda katledilen, sürülen, dağa çıkmaya mahkum edilen Kürtlerden de bahsedilmedi tarih kitaplarında..

Yeni bir hayat?

1989’da Türkiye Balkanlardan ikinci bir göç dalgasına maruz kaldı. Gelen göçmenler çoğunlukla İstanbul ve Bursa’da akrabalarının yanına yerleştiler. Akrabası olmayanların bazıları Doğu ve Güneydoğu illerine yerleştirildi. Kalacak yeri olmayanlara devlet yatak ve yiyecek sağlıyordu. Fakat Bulgaristan Türkleri iş bulamıyordu. Bulgaristan Türklerinin zihninde idealize edilmiş bir Türkiye vardı ve ne yazık ki gerçek Türkiye idealden oldukça uzaktı… Yaklaşık 130 bin Bulgaristan Türkü, yani 89 göçmenlerinin yaklaşık üçte biri, bir sene içinde Bulgaristan’a geri döndü. Köylerine döndüklerinde farklı bir Bulgaristan’la karşılaştılar.

Kürt Mülteciler, Göçmen Türkler

Yüz binden fazla Iraklı Kürt, 1988 yazında Türkiye sınırına dayandı. Kimyasal bombaların, zehirli gazların bölgeye yaydığı ölümden kaçıyorlardı.

Saddam rejimi, Kürtler’in bulunduğu sivil yerleşim merkezlerine karşı kimyasal bombalarla saldırıya geçmişti. Çocuk, kadın, genç, yaşlı ayrımı gözetilmeden bütün Kürtler yok edilmek isteniyordu. Bu bir soykırımdı. Iraklı Kürtler’in büyük çoğunluğu kadın ve çocuktu. Türkiye’den sığınma hakkı istediler. Birkaç gün sınırda bekletildikten sonra, kamuoyunun baskısı ve Özal’ın etkisiyle Türkiye’ye kabul edildiler. Başbakan Özal’ın gelenlerin soydaşları olduklarını belirttiği bölge halkı, Iraklı Kürtler’i evlerine aldı. Ekmeklerini onlarla bölüştüler. Acılarını paylaştılar. Fakat iktidar, halkın bu gönüllü yardımına kuşkuyla baktı. Mültecileri enterne edip tel örgülerle çevrili kamplara yerleştirdi.

Beslenme, barınma ve sağlık ihtiyaçları en alt düzeyde karşılandı. Gezi, yerleşme ve çalışma özgürlüklerinden yoksun bırakıldılar. Çocuklara eğitim ve öğretim imkanları sağlanmadı. Kendi çabalarıyla yapmak istedikleri öğretime ise idare engel oldu. Geleceklerini belirsiz ve psikolojik bunalım içinde bıraktı.

Türkiye’nin de onayladığı uluslararası sözleşmelere göre mülteci oldukları halde hükümet onlara mültecilik sıfatı tanımıyor. Mültecilik sıfatı tanınmayınca da dış yardımlardan yararlanamıyorlar. Çünkü dış yardımlar ancak mültecilik sıfatı tanınanlara verilebiliyor.2860 sayılı Yardım Toplama Kanunu, yardım toplanmasını idarenin iznine bağlamıştı. Hükümet ve emrindeki idare, kurulan yardım komitelerine izin vermediği için yurt içinde yapılmak istenen yardımlar da engellenmiş oldu.

1989 yazında, Bulgaristan’dan gelen bir göç dalgasıyla hareketlenen Türkiye’nin bunlara davranışı ise tamamen başkaydı.

Gelenler, kimyasal bombaların, zehirli gazların yarattığı dehşet ortamından kurtulmak için kaçmıyorlardı. Ellerinde pasaportları, alabildikleri kadar eşyaları ve ceplerinde bir miktar paralarıyla birer turist gibi geldiler. Bir çoğunun otomobili de vardı.

Geldikleri ülkede önemli maddi sorunlarının olmaması gerekirdi. Bulgaristan işgücü açığı olan ve yabancı işçi istihdam eden bir ülkedir. Gelenlerin hepsinin çalıştıkları bir işi vardı. Pasaportla serbest olarak gelen, dönme olanakları bulunan ve haklarında takibat yapıldığı konusunda bir delil olmayan Bulgaristan Türkleri iltica talebinde de bulunmamışlardır. Fakat hukuki statüleri ne olursa olsun, Bulgaristanlı Türkler, hükümet ve siyasi partiler tarafından olağanüstü bir ilgiyle karşılandılar. Cumhurbaşkanından bütün parti liderlerine kadar herkes sınıra koştu. TRT ve basın olayın üzerinde gereğinden  fazla durdu. Bankalar, büyük gazeteler ve birçok kurum yardım kampanyaları açtılar.

Bulgaristan Göçmenleri Kürt mülteciler gibi Yardım Toplama Kanunu  engeliyle karşılaşmadılar.

Hükümet ve yardım kurumları gereken her türlü yardımı yapmakta gecikmediler. “Bursa’da binden fazla işçinin son aylarda bu şehre gelen göçmenlere istihdam yaratmak için işten çıkarılması. Kaba bir hesapla, göçmenlere ev ve istihdam sağlamanın faturasının 2 trilyon lirayı aşacağı…” haberleri basında yer aldı. Yetkililer göç olayının nedeni olarak Bulgaristan’da uygulanan asimilasyon politikasını gösterdiler. Bulgaristan bu suçlamayı reddetti. Yalnız düşündürücü olan şu: Asimilasyon politikasının yıllar önce uygulandığı söyleniyor. Ama o dönemlerde fazla bir ses çıkmadı. Sosyalist ülkelerde demokratikleşme denen karşı devrimin başladığı bir dönemde olaylar patlak verdi.

Gelenler, sosyalizm kuruculuğunda, sosyalist demokrasiye geçiş için Bulgaristan’daki halklara destek olamazlar mıydı? Bulgaristan Türkleri sorunlarını, şimdiye kadar beraber yaşadıkları Bulgaristan’daki halklarla işbirliği yaparak çözemezler miydi? Ülkelerinden ayrılmakla hem geride kalanlar için hem de geldikleri ülke için yeni sorunlar yarattıklarının farkında değiller mi?

Halkımız bir olup bittiyle karşı karşıyadır. Beklenmeyen bir misafir de olsa, imkânlar ölçüsünde misafiri ağırlamak kaçınılmaz hale gelmiştir. Fakat bunu yaparken iki konuya dikkat edilmelidir.

Kürt mültecilerle, göçmen Türkler’e karşı hükümet, bürokrasi ve basının tavrı farklıydı.

Kürtler’in Türkiye’de kalmaları bir zorunluluktan doğuyor. Irak’ta demokratik bir iktidarın işbaşına geldiği gün vatanlarına döneceklerdir. Şimdilik sorunun çözümü için vakit geçirilmeden Kürt mültecilere mültecilik sıfatının tanınması gerekir.

Göçmenler ayrıcalıklı bir konuma getirilmemeli ve vatandaşların işi ve geliri için bir tehdit unsuru olmamalıdır.

Türkiye’nin politikası Dış Türkler ve Kürt sorunu altında şekilleniyor.

Televizyonu açın, basına bakın. Hükümetlerin dış ilişkilerini yönlendiren unsurları araştırın. Bunu açıkça göreceksiniz. Irak, İran ve Suriye ile ilişkilerin ağırlık noktasını hep Ortadoğu’daki Kürt sorunu teşkil eder. Kürtlere karşı alınacak ortak önlemler, ortak kurumları bile yaratır. Önceliği Kürt sorunu alınca, bu devletlerle olan ilişkilerde Türkiye halklarının öncelikleri pek gözetilemez ve çoğunlukla halklarımızın çıkarlarıyla ters düşen politikalar saptanır.

Kıbrıs ve Batı Trakya Türkleriyle ilgili sorunlar, Batı ile olan ilişkilerimizi hep olumsuz yönde etkilemiş, bugünkü ekonomik sıkıntılarımızın temel nedenlerinden biri olmuştur.

Dış Türkler Bulgaristan ve sosyalist ülkelerle ilişkilerimizi germiştir.

Bu yetmiyormuş gibi bazı çevreler İran’daki, Azeriler’i, Sovyetler Birliği’ndeki Türkleri, birlikte yaşadıkları halklara karşı kışkırtmanın ve Türkiye’yi bir maceraya sürüklemenin hesabı içindedirler. Aynı çevreler, Kerkük Türkleri’ni, zengin petrol kaynaklarının ele geçirilmesinde bir araç olarak görüyorlar.

Topluma şöyle bir anlayış egemen kılınmak isteniyor:

– “Türkiye Türkler‘indir. O halde Türkiye Türk soylu olan herkesin vatanıdır. Türk soylu olan kişi nerede olursa olsun Türkiye’ye gelip yerleşmek hakkına sahiptir. Türk soylu olmayan kim olursa olsun yabancıdır.”

– Bu anlayışın temelinde ırk unsuru vardır. Öngördükleri devlet de ırkçı bir devlettir. Türkiye Cumhuriyeti ırk esasına dayalı bir devlet olabilir mi? Türkiye’de en büyük etnik grup (!) Türk olmakla beraber başka etnik gruplar da vardır.

– Bu ülkenin sahipleri, bu ülkenin vatandaşlarıdır. Çünkü bunlar bu vatan için savaştılar. Yıllardır aynı acıları birlikte paylaşıyor, aynı güçlüklere birlikte göğüs geriyorlar. Ülkede bulunan tüm zenginlikleri, tüm değerleri ortak emekleriyle bunlar yarattılar.

– Türkiye’nin dışında yaşayan hiç kimsenin, hangi soydan gelirse gelsin, vatan üzerinde bir hakkı yoktur. Bu benim vatanımdır diyemez. O, bir yabancıdır.

Göçmenlerin de acı tatlı hatıralarını paylaştıkları birer vatanı ve beraber yaşadıkları halklar var.

Şimdi bu noktada Bursaspor-Diyarbakırspor maçı esnasında ve sonrasında Bursa’da Diyarbakırlılara ve Diyarbakırspor taraftarlarına “Kürt” diye “PKK”li diye yapılanları bir kez daha hatırlayalım.

Kürtler üzerinden yeni bir siyasal okumaya cidden ihtiyaç olduğu kanısındayım.

Kürt siyaseti; Türkiye siyasetinin sadece seçim barajıyla değil, etnik önyargılarla da tıkanık damarlarına ve engelleyici temsiliyet rezaletine kanımca epeydir yeni kulvarlar açıyor. Türkiye siyasetine bypass yapıyor. Adeta “siyaset böyle de yapılır” demeye getiriyor. Üstelik saflarından aday gösterdiği ve temsil gücü hayli yüksek şahsiyetleri etnik kimliğinizden arınıp “Kürtleşin” ve Kürt meselesinden başka bir “iş”le uğraşmayın da demiyor. Bu muhteşem bir olgunluk…

Kürtler Sormaz mı?

Peki, bunca örnekten sonra başka ayrıntıya girmeden hemen sormak Kürtler açısından “hak” değil mi? Hem bu soru yalnızca yaygın medyanın etkisinde kalıp her fırsatta “bölücülük, ayrı devlet” paranoyası altında uykusuz geceler geçiren sokaktaki vatandaşa da değil yalnızca. Sol jargondan beslenip, eski anlı şanlı solculuğundan dem vurup, ama kendi “Kemalizm”inden asla vazgeçmeyip toz kondurmayan Kürt siyasetinde “neden sınıf perspektifi” eksik diye ısrar eden ve bu işin bir Kürt “Milli Mesele”si olduğunu unutan “milli solculara” da sözümdür. Tabi sözüm bihakkın sosyalist ideolojinin hakkını teslim edenleri ayrı tutmak kaydıyladır.

“Milli” paranoyalar kalbe zarar. Milli hassasiyetlerden kurtulunmadığı müddetçe daha çok paranoyak uykusuz geceler geçirir ve kabuslarla boğuşursunuz. Hem önünüzde iyi enternasyonal Kürdi örnekler de hazır varken…

Şimdi size farklı bir anlatı sunacağım.

Yıllar sonra ben, annemin Bulgaristan vatandaşlığı sayesinde çift vatandaşlığa sahip oldum, evet şanslı çocuklardan bir tanesiydim. Ancak benim için vatandaş olmak, bir ülkeyi vatanı bellemek ve birileri adına onu ölürcesine savunmak gün geçtikçe sorunlu bir hale gelmeye başladı. Artık körü-körüne kendi kökenlerime bağlı olmak zorunda olmadığımı hissetmeye, sorgulamaya başladım. Üniversiteye başladığımda ise “göçmen” olmanın “yerli” olmaktan ne kadar farksız olduğunu gördüm.

Yıllardır biz göçmen çocuklarına dayatılan milliyetçilik kavramından bahsedeceğim. Hayatımın 17 yılını Gazi Mahallesi’ne 1 km uzaklıkta geçirdim. Yaşanan tüm kötü olaylara rağmen; otobüste yanarak hayatını kaybeden genç kız, Gazi Mahallesi’nde çıkan çatışmalarda ölen insanlar vardı ancak ben hala ayaktaydım. Onlar, yani Kürtler ve diğer kökenli insanlar göçmenler için “yerli”ydi ve göçmenler yerlileri çok sevmezdi. -di’li geçmiş zamanı bir kenara bırakayım mı, işin en kötü kısmı bu tutumun hala çok fazla değişmiş olmaması.

Biz Göçmenler yerlilerden daha yerli olduk.

Asıl yabancı bizlerdik. Soyumuz Türk olsa da yabancı olan bizlerdik. Bu toprakların asıl sahiplerinden biri olan Kürtler bizden daha yerli değil miydi? Tıpkı Amerika Kıtasını keşfeden yabancıların yerli Kızılderilileri yabancılaştırıp Kıtanın sahipliğine soyunması gibi bir şey.

Yaşadığımız topraklarda (Yunanistan ve Bulgaristan ve hatta diğer Balkan ülkelerinde) uzun yıllar boyunca sürgün hayatı yaşamış, her seferinde kaçmaya çalışmış bizler, yerlilerden daha yerli olduğumuzu düşünmeye başladık. Aslında karmaşa da burada başlıyordu, biz göçmendik, vatanımıza dönmeye çalışıyorduk ancak onlar hep buradaydı. Onlar darbeyi de gördü, asılan çocukları da. Onlar Gazi Mahallesi olaylarını da yaşadı, Madımak’ı da. Bizi bu ülkede yaşamaya, hayatta kalmaya, inadına güzel günler görmeye çalışan bu toplumdan ayıran o elitist bakış açısı neydi? Aydın mıydık? Aslında çok değildik. Aydın olsaydık ‘bir insanı sevmekle başlayacağını her şeyin’ çok iyi bilirdik ve çocuklarımıza “Kürtlerle evlenmeyin, göçmen göçmenle evlenir” demezdik. Böyle bir görüşte olan aydın olur mu?

Aydın Değildik işte, biz, göçmen çocukları yıllar boyunca bilmeden bir milliyetçiliğin içinde yoğrulduk. Kimilerimiz ‘Durum’un farkına varıp dur diyebildi düşüncelerine, kimileri ise keskin bir AKP-MHP-CHP milliyetçiliği taşımaktan, vd. ulusalcı kıvamından vazgeçemedi.

Haydi açık konuşalım, modern bir hayat yaşamaya çalışırken bir yandan da kendimizi milliyetçiliğin içinde bulduk. Milliyetçiye dönüştük. Ulusalcı bakış açısı ile dini bir yönetim arasında gidip geldik. Zamanla o pek fazla sevmediğiniz Kürtler, Lazlar, Çerkesler‘le akraba olduk, torunlarımızı sevdik ancak, onlar yokken içimizdeki milliyetçiliği yine gün yüzüne çıkarmaktan çekinmedik.

Peki çok fazla değiştik mi? Hayır. Değişemedik. Geldiğimiz topraklara kaçmayı planlayıp durduk, yine de “yerli”yi sevemedik.

Bizimkilere bir  kaç sorum olacak: Bizim davamız neydi? Türkiye’ye gelip Türklüğü iliklerimize kadar yaşamak mıydı, yoksa ilk fırsatta ikinci maaşımızı Avrupa Birliği üyesi Balkan ülkelerinden bağlayıp orada minik bir hayat kurmak mıydı? Bizim milliyetçiliğimiz paranın olduğu, rahatı bulduğumuz noktada mıydı, yoksa ülküsel olarak hep içimizde mi kalacaktı?

Size bir şey söyleyeceğim: Çocuklarımızın kafalarını daha fazla karmaşıklaştırmayalım. Biz yalnızca şunu istiyoruz: “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine.”

Sona Gelirken:

Kürt meselesinden bahsederken, bırakın çözüm önerilerini, ismi konusunda dahi anlaşılamayan, halkların kimliğinin inkar edildiği bir problem alanından bahsediyoruz. Türkiye bu meseleye çoğunlukla Güneydoğu meselesi, adını verirken kimi zaman terör, kimi zaman da Kürt meselesi adını verdi. Cumhuriyet tarihi boyunca dönemsel olarak Kürt meselesi de zaman zaman alevlenip zaman zaman küllenirken gündemdeki yerini sürekli muhafaza etmiş ve ülkeyi büyük bir ipotek altına almıştır, yani Kürt meselesi, ulusal sorun Türkiye’nin temel sorunu olarak hep gündemde olmuştur.

Türkiye’nin sorunla ilgili ikna edici, tutarlı, rasyonel bir siyasetinin olmaması, problemin derinleşmesine yol açmıştır. Zaten Türkiye’nin böyle bir politikası olamaz, çünkü böyle bir politika demokrasiyi, Türkiye’nin çok uluslu yapısının kabul edilmesini gerektirir. Bazıları Kürt meselesinin çözümünde asıl sorun politik irade ve kararlılık eksikliğinde yaşanması gibi görür, oysa esas sorun Cumhuriyetin kuruluş felsefesi olan üniter devlet veya bugün Erdoğan’ın papağan gibi tekrarladığı tekçi anlayıştır.

Siyasi tarih yanında raporlar ekseninde yapılacak bir okuma, bu sorunun ne kadar çarpıtıldığını göstermektedir. Cumhuriyet’in ilk yıllarında kamuya yapılan açıklamalarda sorunun “güvenlik” boyutuyla ele alındığını, temel enstrüman olarak “asimilasyon ve iskân” siyasetinin önerildiğini göstermektedir. İlk dönem raporları bölgede yaşayan halkı “Dağ Türkü,” konuşulan dili de “Dağ Türkçesi” olarak nitelendirirken, uyguladığı ve öngördüğü sert tedbirlerle sorunun yapısal bir nitelik kazanmasına yol açmıştır.

İlk dönem raporlarında dile getirilen sert önlemler tam tersine bir sonuç vermiş ve çok sayıda isyan çıkmıştır. Bu önlemlerde Kürt varlığı, Kürt kimliği ve dili inkar ediliyordu.  1990 sonrası dönemde bastırılamayan Kürt halkının direnişi sonrasında yapılan çalışmalarda, devletin baskıcı-asimilasyoncu politikasına karşın Türk kamuoyunda genel olarak Kürt meselesinin demokratik yollardan çözülmesi gerektiği fikri öne çıkmaya başlamıştır..

Kürt meselesine karşı ise demokratikleşme ve bölgesel gelişme politikalarının kararlılıkla uygulamaya konulmasının, sorunun kalıcı biçimde aşılmasında ve iç barışın kökleştirilmesinde tek çıkış yolu olduğu dile getirilmektedir.

Cumhuriyetin kuruluşundan beri TC. Devletinin politikaları isyanları ve son olarak da PKK önderliğindeki Kürt isyanını, direnişini yaratmıştır. Bu toprakların kadim halklarına yaşam hakkını tanımazsanız, onlara seçenek bırakmamış olursunuz.Seçenek olsaydı kimse tercihini, hayatını ortaya koyarak savaşmaktan yana yapmazdı.

Demokratik adımların kime ne zararı var? Türkiye yurttaşlarına ve biz göçmen vatandaşlara ne zararı var. Bizimkisi açıkça dağdan gelip bağdakini kovmak olmuyor mu?

Ne yazık ki, 2.Barış Süreci’nin ardından T.C. kuruluş yıllarından bu güne kadar gelen hastalıklı genetik kodlarına geri dönmüş, Türkiye Kürdistan’ında 50 bini aşan sivil Kürd’ü ve gerillayı öldürmüş, şehirlerini yakmış yıkmış, geriye adeta hayalet şehirler bırakmıştır.

Kürt siyasetçileri cezaevlerine tıkmış, Kürtleri “şeytanlaştırmış”. Devletin söylemlerinde barış dilinin yerini  yine savaş dili almış. Var olma savaşı veren Kürtler, onlarla dayanışma gösteren komünistler, devrimciler, demokratlar terörist yada terör örgütüyle bağlantılı olarak potansiyel suçlu yada savcılık iddianameleriyle sanık sandalyesine oturtulmaya başlanmıştır.

Biz Göçmen Türkler’in Çoğu Ne Hissediyoruz?

Göçmen Türklere göre “Biz anadan babadan tembihli, Balkanlarda ırkçılıktan canı yanan soydaş göçmenler Türk ve Müslüman olmanın imtiyazıyla Kürtleri kendi memleketlerinde yabancı, soydaşlarımızı ise Türkiye’de ev sahibi görüyoruz.”

“Biz vatansız kalma korkusuyla Edirne’de secdeye varıp toprağını öperek geldiğimiz bu vatan topraklarını da Kürtler yüzünden kaybetmekten korkuyoruz. Açıkça söylemek gerekirse soydaşlarını yerli, soydaş olmayanları yabancı olarak niteleyen ırkçı devlet politikaları da işimize geliyor. Aslında biz ne ciddi ırkçıyız, ne de ciddi  Müslüman‘ız böylesi kolayımıza geliyor. Ekmeğimizi yabancılarla paylaşmak istemiyoruz.” Ben böyle düşünmesem de aramızda yaygın anlayış bu.

Şahsi görüşüm bu olmadığı halde soydaş göçmenler arasında genel kabul gören anlayışı şöyle ifade edebilirim; “Biz soydaşız, burası bizim ana vatanımız. Başka gidilecek bir Türk vatanı yok. Türkiye Türklerin vatanı değil mi? Türk olmayanlarla neden paylaşalım? Avrupa’da bizi yabancı görüyor ve istemiyor. Onlarda milliyetçi, herkes milliyetçi. Biz Osmanlı topraklarıyken oralarda kendi vatanımız olarak yaşadık. Şimdi de Türkiye bizim ana vatanımız. Kürtler, Ermeniler, Rumlar, Lazlar hatta Araplar ne yaptılar? Türkleri hep arkadan vurdular. Şimdi onlara hak verirsek bizim toprağımızdan hak isteyecekler. Biz kendi vatanımıza döndük. Onlar da gitsinler Barzani’ye sığınsınlar. Neden onlara güveneyim. Bulgarlar bize bırakın toprağı, yaşam hakkı bile tanımadılar. Biz Bulgaristan’da komünistlerin ırkçılığından az mı çektik.”

Şahsi görüşüm:

Irkçılık komünistlerde değil, burjuvazide, Erdoğan ve Bahçeli’dedir. Son zamanlarda bu Erdoğan-Bahçeli şimdi bizi soydaş saymıyor, yabancı kabul ediyor, dışlıyor.

Biz de Kürtler gibi yabancı olmaya başladık bu memlekette.

Aslında göçmen çocukları olarak kafamız karışık. Tam olarak biz nereye aitiz? 

Bulgaristan’dan Diyarbakır’a

Diyarbakır’da Bismil’de Kürtlerle kardeşçe yaşayan Bulgaristan‘dan gelen akrabalarımız  var. Orada bir belde de ev, ahır ve 30’ar dekar tarla vermiş devlet, onlar Kürtlerle beraber yaşıyorlar. Çokta iyi komşuluk yapıyorlar. Göçmenler orada belediye meclis üyeliği de yapıyorlar.

Bulgaristan göçmenleri ve yerli nüfusun bir arada yaşadığı beldeye başka il ve ilçelerden insanların iş bulmak amacıyla yerleştiğini de anlatan akrabalarımız  “Kars, Erzurum, Bingöl, Trabzon, Muş, Varto, Kulp, Çermik, Çınar, Hazro, Ergani gibi birçok il ve ilçeden beldeye yerleşenler oldu. Bulgaristan göçmenlerinin bir kısmı başka illere gitti. Ancak şu anda 15 kadar Bulgaristan göçmeni aile var. Burası küçük bir Türkiye ve biz burada yıllardır kardeşçe yaşıyoruz.” diye anlatıyorlar..

Beldede kız alıp vermelerle herkesin birbiriyle akraba haline geldiğini ve kimsenin kimseye ayrımcılık yapmadan aynı kahvehanede oturduğunu anlatan kardeş çocuklarımdan biri şöyle dedi: “Beldede kimse kimsenin nereden geldiğine bakmıyor. Düğün ve taziyelerde herkes bir aradadır. Belediyemizde 9 encümen var. Bunların arasında Muş, Erzurum, Bingöl, Bulgaristan kökenli ile yerli nüfustan kişiler var. Hizmet tabii ki çok önemli, ama en önemlisi bir yerde huzur, barış ve kardeşliğin ön plana çıktığı bir ortamı yakalamaktır.             

Bunları duyduktan sonra aslında Kürtlerle biz pek birbirimizi tanımıyoruz diye düşünüyorum.

Bütün Türkiye’ye sesleniyorum!

“İnsanca yaşamak için ırkçılığı bırakalım, her şeye rağmen Türkiye’de bütün halkalar barış içinde birlikte yaşayabiliriz” diyorum. Ben artık hangi soydan olursa olsun soylarıyla birlikte bütün Türkiye halkalarını en sıcak duygularımla selamlıyorum. Çok uluslu, çok dilli, çok dinli, çok kültürlü demokratik Türkiye’yi yaratmak bizim ellerimizdedir.

Bir yanıt yazın