Haber / Yorum / Bildiri

Emperyalizmin Ortadoğu’da „yeni“ plânları

Savaş, baskı ve istikrarsızlık: Emperyalizmin Ortadoğu’da “değişmeyen” hükmetme yöntemi

REEL sosyalizm döneminde emperyalizmin ve özellikle ABD emperyalizmi Yakın ve Ortadoğu’yu kendi can damarı, kaçınılmaz yaşamsal alanı olarak ilan ederdi. Sovyetler Birliği’nin ve diğer sosyalist ülkelerin bu bölgeye yaklaşmasından korkar ve bunu yeni bir dünya savaşının nedeni olarak görürdü. Çünkü bu bölge dünyanın en zengin enerji kaynaklarına, petrol ve gaz yataklarına sahiptir. Petrol ise kapitalist ekonominin kalp atışını sağlayan “kan”dır. ABD emperyalizmi bu “kan”a tek başına sahip olmak, petrol ve gaz yataklarına tek başına hükmetmek istiyordu ve hâlâ istiyor. Bunun için o zaman Körfez’deki Arap emir ve krallılarını, İran Şahını antikomünizmle kendi tahakkümü altına almıştı. Bugün bunu başka yöntemlerle yapıyor. 

Ama Yakın ve Ortadoğu halkları, diktatör de olsa bazı yöneticileri o zaman ülkelerinin emperyalizm tarafından amansız sömürüsüne, uygulanan baskılara tepki gösteriyorlar, ABD’nin yaydığı antikomünizme aldırış etmeden uluslararası alanda kendilerine destek arıyorlardı. Bunlar arasında Mısır lideri Cemal Abdel Nasır gibi ilerici şahsiyetler olduğu gibi, Hafız Esad, Saddam Hüseyin, Muammer Gaddafi gibi tartışmalı olan kişilikler de vardı. Bunlar Sovyetler Birliği ve diğer sosyalist ülkelerle iyi ilişkiler kuruyor, Bağlantısız Devletler Hareketi’nde önemli roller alıyorlardı. Sovyetler Birliği ve diğer sosyalist ülkeler de Arap halklarının emperyalist soygun ve talana karşı başkaldırılarını, kendi yeraltı ve yerüstü zenginliklerine sahip çıkmalarını destekliyordu. Bu destek onlara güç veriyordu.

Arap halklarının ve bu bazı Baasçı-ulusalcı liderlerin özellikle Sovyetlerle kurduğu ilişkiler ABD’nin gözüne diken gibi batıyordu. Bu liderler güçlü idi ve bunları değiştirmek veya devirmek ise mümkün değildi. Ama ABD için Sovyetler Birliği’nin bu bölgede etkinliğinin artmaması ve bu ülkelerin bölgede güçlü konumlara gelmemesi gerekiyordu. Reel sosyalizm döneminde ABD’nin Ortadoğu politikası Sovyetlerin bu bölgede etkisini kırmaya yönelikti. O hep bunun için ne yapması gerektiğini düşündü. Bunun için ABD’nin elinde iki araç vardı: Birincisi İsrail’i sürekli bu ülkelerin başına bela etmek, ikincisi bu ülkeler arasında sorun çıkarıp birbiriyle sürekli savaşmalarını sağlamak. Bunlara sonradan bir de üçüncü olarak molla rejiminden sonra İran’la mücadele eklendi. Böylece ABD de bu ülkeleri sürekli zayıflatacak ve bölgenin petrolünü elinin altında tutacaktı. Bu strateji bugüne kadar değişik şekillerde sürdürüldü.

ABD’nin Ortadoğu stratejisinde İsrail’in yeri

Başta ABD ve İngiliz emperyalizmi Hitler faşizminin Yahudi halkına verdiği acıların yarattığı duygusal ortamdan da yararlanarak hemen II. Dünya savaşından sonra 14 Mayıs 1948’de Arap ve birçok Müslüman aleminin karşı olmasına rağmen Filistin topraklarında İsrail devletini kurdurttu. Bundan böyle İsrail devletinin işlevi Ortadoğu’da Araplara karşı, genellikle emperyalizmin, ama özellikle de ABD emperyalizminin çıkarlarının savunucusu olmasıydı. İsrail artık ABD’nin ve Batı emperyalizminin koruması altındadır ve emperyalizmin çıkarları gereği Araplarla çatışacaktır. Başta Mısır, Suriye, Ürdün, Lübnan, Irak, Suudi Arabistan olmak üzere Arap devletleri İsrail’in kuruluşuna karşı çıkıp, kurulduğu gün İsrail’e savaş ilan ettiler. Bundan böyle İsrail’le komşuları Arap devletleriyle çatışmasız bir yıl geçmemiştir. 1967’deki Altı Gün Savaşı’nda Sovyet dostu olan Nasır Mısır’ına ve Esad Suriye’sine büyük kayıplar verdirmiştir. Bundan böyle İsrail Arap devletlerini yola getirmekte Ortadoğu’da kesin olarak ABD’nin bir vurucu gücü haline gelmiştir. Bugün İsrail bölgede atom silahı olan en güçlü orduya sahiptir. Ona ABD ve Avrupa en modern silahları vermekte, her türlü askeri yardımı yapmaktadır. Akdeniz’de dolaşan Batının filoları bir yerde İsrail’in emrinde ve onu korumak içindir. Arap devletleri İsrail’le boğuşmaktan güçsüz düşmüşler, bölünmüşler ve birlikte İsrail ve ABD’ye karşı koyamayacak hale gelmişlerdir. Bu koşullarda ABD de Ortadoğu’da istediği gibi at oynatabilmekte, petrol kaynaklarını da istediği gibi işletilmesini ve petrol taşıma yollarına hükmetmesini sağlayabilmektedir. Ortadoğu’da güçler dengesi ABD ve İsrail yönünde sürekli değişmektedir.

ABD de hem bölgesel hem uluslararası politikada sürekli İsrail’i savunmakta, Araplara İsrail’i tanımalarını dayatmakta, Ortadoğu’daki angajmanlarında İsrail’in varlığının korunmasını, ona yönelen tehditlere karşılık verilmesini esas almaktadır. Özellikle son Suriye savaşı da dahil Ortadoğu’da planlanan her olayda ve savaşta İsrail’in konumunun sağlamlaşması ve elinin rahatlatılması hedef alınmaktadır. İsrail’in rahatlamasını sağlamanın yolu da Arap halklarını veya Müslüman halkları birbiriyle savaştırmaktır. Günümüzde Suriye’de yapıldığı gibi Ortadoğu’da Arap veya Müslüman halklar birbiriyle savaştıkları sürece İsrail rahatlamakta ve güçlenmektedir. Buna rağmen İsrail rahat değildir. İsrail işgal ettiği toraklarını geri vermeden ve Filistin sorununa demokratik bir çözüm sunup Arap halklarıyla bir barış sağlamadan ne kadar güçlü kılınsa da zayıf bir yanı, yumuşak bir karnı olacaktır. Her halk gibi Arap halkları topraklarından vazgeçmeyecek ve Filistin halkının “intifada”sı bitmeyecek, sönmeyecektir.

Ortadoğu’da halkları vuruşturmak bir ABD stratejisi

Ortadoğu’ya hükmedebilmek için ABD sürekli bölgedeki Arap ve Müslüman halkları birbiriyle vuruşturmuştur. Onlar arasındaki mezhep ve etnik ayrılıkları, sınır anlaşmazlıklarını bir savaş hali doğuncaya kadar sürekli kaşımıştır. Böylece bölgede sürekli bir istikrarsızlık ve karışıklık yaratılmıştır. Sonunda halklar birbiriyle savaşmak zorunda kalmıştır.

Ortadoğu’da Körfez bölgesinde ilk büyük savaş 1980 yılında Humeyni İran’ı ile Saddam Irak’ı arasında başlamış ve 1988 senesine kadar sürmüştür. Bu dönemde ABD Irak’a açık, İran’a da gizlice bol bol silah satmış, petrolü istediği gibi elde etmiş, bölgede egemenliğini kolayca sürdürmüştür. İran’daki Arap azınlığının ve Irak’taki Şii çoğunluğunun talepleri ve bölgede hegemonya kurma nedeniyle çıkan harp sonunda büyük kayıplar veren, ülkeleri harap ve viran olan İran ve Irak, “kazanan” da ABD olmuştur. İsrail de Irak’ın bir enerji santralini bombalayarak uluslararası alanda gücünü göstermiştir.

İkinci Körfez Savaşı iki Arap ülkesi, Irak’la Kuveyt arasında patlak verdi. Savaş’a görünürde Kuveyt’in kotası üstünde petrol çıkararak petrol fiyatlarının düşmesi ve böylece Saddam’ın petrol gelirlerinin azalması, Kuveyt petrollerine göz dikmesi sebep olduğu söylense de, esas neden reel sosyalizm sonrası ABD’nin Ortadoğu’da egemenliğinin artık tartışma götürmez olduğunu ilan etmek için savaşa duyduğu ihtiyaçtı. ABD’nin göz yumması üzerine 2 Ağustos 1990’da Saddam Kuveyt’i işgal etti. 16 Ocak 1991’de de ABD önderliğindeki koalisyon güçleri Kuveyt’i Saddam işgalinden kurtarmak üzere harekete geçti. 27 Şubat’ta Kuveyt kurtarıldı ve 28 Şubat’ta da savaş sona erdi. Bu savaşla ABD fiilen bitmiş olan Sovyetler Birliği’nin Ortadoğu’daki etkisinin de bittiğini, kendisinin de dünyada olduğu gibi bölgede de tek güç olduğunu tüm Ortadoğu ve dünya halklarına göstermiş oldu. ABD’nin bölgedeki mutlak egemenliği artık tartışmasız kabul edilir olmuştu. Ama bu esnada Saddam da İsrail’e fırlattığı füzelerle pes etmediğini, varlığının hâlâ sürdüğünü ortaya koymuş oldu. Savaş daha bitmemişti. Saddam’ın elinin kolunun budanması gerekiyordu.

Savaştan sonra Saddam’ın hareket alanı sınırlandırıldı. Ülkenin güneyinde Şiilere, kuzeyinde Kürtlere müdahalesi ve saldırısını önlenmek için Saddam’a yasak kondu. Özellikle 36. paralelin üstündeki bölge için Saddam’a uçuş yasağı getirildi. Kürtler için güvenlikli bölge olan bu Saddam’a yasak bölgeyi kontrol ve Saddam’ın uçaklarının saldırılarını ve uçuşlarını önlemek için de İncirlik ve Pirinçlik’te Amerika, İngiliz, Fransız ve Türk uçak ve personelinden oluşan “Çekiç  Güç” adıyla bir hava birliği kuruldu. Irak’ta Kürtler Saddam’ın saldırılarından kurtulmuş oldu. Uçuşa yasak bölgeyle Irak Kürtlerinin özgürce gelişme ve bugün Irak’taki kendi yönetimlerini kurma olanağı sağlandı. O zaman Çekiç Güce karşı Türkiye’de özellikle ordu ve ulusalcı çevrelerden çok tepki geldi, ama Cumhurbaşkanı Özal için Saddam’ın saldırılarına karşı Kürtleri korumak daha önemliydi. Hatta o dönem Özal’ın Irak Kürtleriyle daha yakın ilişkiler kurma ve Kürt sorununu müzakerelerle çözme yaklaşımı bu güçler tarafından engellenmiştir.     

ABD “yeni” Ortadoğu projesi

1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılışıyla başlayan reel sosyalizmin çöküşüyle birlikte emperyalistler 10 sene boyunca reel sosyalist ülkeleri “barışçıl” bir biçimde birbirleriyle “dalaşmadan” talan ve yağma ettiler. 2000’li yılların başına gelindiğinde emperyalist ülkeler arasında “yeniden” rekabet başladı, yığınları manipüle etmek için yeni bir düşman yaratmak gerekti. Bu da Afganistan’da Sovyetlere karşı kullandığı, ama sonra kendisine karşı gelmeye başlayan 1998’den beri Afganistan’da yönetimini ele geçiren İslamcı Cihadist Taliban ve El-Kaideci güçler idi. Bu güçler emperyalizme cihat ilan ediyor ve dünyada İslam’ı egemen kılmak istiyordu. Bunlar İslam dışındaki tüm kültür ve yaşam tarzına saldırıyorlardı. İlk yaptıkları işlerden biri Afganistan’daki Budistlerin en kutsal heykellerini yıkıp mahvetmek oldu. Huntington gelmekte olan bu savaşı “Medeniyetler Çatışması” olarak niteliyordu.

Bu El-Kaideci Cihadistler daha sonra 11 Eylül 2001’de New York’ta Dünya Ticaret Merkezi olan İkiz Kulelere saldırarak ABD’ye, tüm batıya karşı savaş ilan ettiler. ABD ve diğer Batı Ülkeleri de onları uluslararası terörist ilan ettiler ve onlara karşı savaş açtılar. Bu savaş kararı BM’den de çıktı. O günden beri “dünya”, emperyalizm kendi yarattığı terörizme karşı savaşmaktadır. Eskiden düşman sosyalizm iken şimdi uluslararası terörizm, özellikle İslami Cihadist terörizmi oldu. Hemen belirtmek gerekir ki, bu Cihadist terörizm insanlık için, demokrasi ve özgürlükler için, kazanılmış kadın ve insan hakları için büyük bir tehlikedir, ama unutmamak gerekir ki, bu terörizmi yaratan ve kullanan emperyalizmdir, ABD emperyalizmidir.

11 Eylül 2001 İkiz Kulelere saldırı ile ABD ve dünya sallandı. O zamana kadar dokunulamaz, vurulamaz, yaralanamaz olarak bilinen dünya devi ABD’nin vurulabileceği ortaya çıktı. O zamanki ABD Bakanı Bush dünya devletlerini terörizmi destekleyen ve terörizme karşı olanlar diye ikiye ayırdı. Terörizme karşı olan devletler mutlak surette ABD’nin yanında yer almalı ve terörizme karşı savaşmalıydı. Terörizmi destekleyen devletler ise nükleer silah gibi yığınsal imha silahlarına sahip olmaya çalışan, bölgelerinde istikrasızlıklar yaratan, ABD’nin politikasına karşı gelen diktatörlerce yönetilen ülkelerdi ve bunlar asla tolere edilmemeliydi. Bu ülkelerin başında İran, Irak, Kuzey Kore, Libya, Suriye, Sudan gibi ülkeler geliyordu. ABD Başkanı Bush bu ülkeleri “haydut” devletler olarak tanımladı ve bunlara savaş ilan etti. Yugoslavya’daki savaş sırasında, 2000’li yılların başında Avrupa NATO Kuvvetleri Başkomutanı olan Westley Clark 2007 senesinde verdiği bir konferansta İkiz Kulelere yapılan saldırılardan sonra ABD Savunma Bakanlığı’nda hazırlanan bir belgeden alıntı yaparak şunları söyledi: “Biz (yani ABD) 7 devlete saldıracağız ve 5 sene içinde bunların hükümetlerini devireceğiz. Irak’la başlayacağız ve sonra Suriye, Lübnan, Libya, Somali, Sudan ve İran’la devam edeceğiz, beş sene içinde 7 ülke.” Doğru lafa ne denir! Bugün bu ülkelerin halini görüyoruz. Hepsi kaos içinde.

Bush dönemindeki bu proje Türkiye’de ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi olarak da bilinen ve tartışılan bir projeydi. Tartışmalarda ABD’nin esas hedefinin İran’dan sonra Türkiye olduğu, Ortadoğu’yu dizayn etme amacıyla Türkiye’yi parçalayacağı, Ortadoğu’da bir Kürt devleti kurduracağı tezleri ileri sürüldü, bir Kürt düşmanlığı yaratılmaya çalışıldı. Bunlar gerici, faşist ve kendisine ulusalcı diyen sözde aydın çevrelerdi. Kürt varlığını inkar eden bu güçler bu tutumlarıyla emperyalizmin Ortadoğu’daki yayılmacı politikalarına hizmet ettiklerini görmek istemiyorlardı ve emperyalizmin Ortadoğu’da oyunlarını bozacak gücün Türk ve Kürt halklarının birliği olduğunu anlamak istemiyorlardı. Erdoğan o zaman ABD’nin bu Büyük Ortadoğu Projesinde Eşbaşkan’dı. O zaman Erdoğan’a emperyalizmin uşağı diye saldıran bu güçler bugün Erdoğan’ı Kürtlere saldırdığı için “antiemperyalist” diye göklere çıkarmaktadırlar. Oysa Erdoğan o zaman da şimdi de emperyalizmin taşeronluğunu ve uşaklığını yapmaktadır. Kürt düşmanlığının sonu emperyalizm uşaklığıdır.

Irak’a saldırı, Ortadoğu’da kaosun başlangıcı

ABD’de Bush yönetimi sözünü tuttu ve önce Irak’a saldırdı. Tarihe 3. Körfez Savaşı diye de geçen bu Irak Savaşı ABD ve İngiltere’nin önderliğinde bu savaşa rıza gösteren devletlerin katılımıyla oluşan bır koalisyonun Saddam’a karşı giriştiği bir savaştı. Koalisyonda bazı Arap devletleri de olsa bu savaş özü itibarıyla ABD’nin Irak’a karşı Saddam’ı devirmek ve Irak halkını Saddam diktatörlüğünden “kurtarmak”, Irak’a demokrasi ve özgürlük “getirmek” adına yaptığı bir savaştı. Böylece Ortadoğu diktatörlerden temizlenmeye başlanmış olacaktı. Sovyetler Birliği’nin çoktan sona ermesine rağmen Saddam yer yer Ortadoğu’da Amerikan politikalarına çomak sokuyordu. Venezuela, İran ve diğer bazı petrol üreten ülkeler gibi Saddam’da petrol satışını ABD-doları üzerinden yapmamakta kararlılık gösteriyordu. Bu ise ABD’ye cepheden bir saldırıydı. Petrolün dolar üzerinden satışına karşı çıkmak, dünya üzerindeki ABD hegemonyasını tartışılır hale getirmek demekti. Buna ise ABD’nin tahammülü yoktu. ABD, kendi politikasına karşı gelen Kuzey Kore’ye nükleer silahı olduğu için saldıramıyordu ama savunmasız Arap ülkelerine saldırıyı rahatlıkla göze alabiliyordu.

O zamanki ABD Başkanı George W. Bush Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi’nden Irak’a saldırı için bir karar çıkartmaya çalıştı. Bunun için Saddam’ın İsrail ve ABD’yi tehdit eden nükleer, biyolojik kimyasal içerikli yığınsal imha silahlarına sahip olduğunu iddia etti. Birleşmiş Milletler de sözde bu silahların üretildiği tesislerin resimlerini gösterdi. Ama Güvenlik Konseyi’ni ikna edemedi. BM’den Irak’a saldırı için karar çıkmadı. Bunun üzerine ABD bu savaşı, savaşa istekli olan devletlerle birlikte yapacağını açıkladı. Böylece BM ABD tarafından hiçe sayılmış, uluslararası hukuku çiğnenmiş, güçlünün hukuku geçerli sayılır olmuştur. Artık uluslararası alanda “orman kununu” geçerliydi.

ABD kendini destekleyen devletlerle birlikte 20 Mart 2003 güneyden, Basra üzerinden Irak’a girdi ve savaş bilfiil başladı. ABD ve müttefiklerin birlikleri hızla ilerlediler, 1 Mayıs 2003’de Bağdat’a girdiler Saddam’ı devirdiler, sözde “Irak’ı özgürleştirdiler” ve savaşı bitirdiler. Ama aylarca her taraf aranmasına rağmen ne bir nükleer, biyolojik ve kimyasal silaha, ne de bu yığınsal imha silahları üreten fabrikalara, tesislere rastlandı. Hepsinin Irak’a saldırmak için uydurulmuş kuyruksuz yalanlar olduğu ortaya çıktı. Hitler’de Polonya’ya benzer bir yalanla saldırarak II. Dünya Savaşını başlatmıştı. Ama bunların hiçbiri ABD için önemli değildi. Önemli olan ABD’nin amacına ulaşmasıydı, yani Irak’ı işgal etmiş, bir hasmını ortadan kaldırmış, bölgede bir istikrarsızlık ocağının yaratılmış olmasıydı. İsrail bir tehditten ve düşmanından, ABD’de kendisine göre hesapsız, ne yapacağı belli olmayan bir “haydut”tan kurtulmuş oluyordu.

“Irak’ı Özgürleştirme Operasyonu” adıyla Irak’a “istikrar ve demokrasi” geleceği, yaşam koşullarının iyileşeceği vaadiyle yapılan savaş sonunda Irak’ın durumu ortada. Ne demokrasi, ne özgürlük, ne insan hakları geldi. Petrol zengini bir ülkede halk yokluk ve sefaletten kırılmakta. Ülke bir türlü bugüne kadar istikrara kavuşamadı, mezhepsel çatışmalar, İŞİD saldırıları altında boğulmaktadır. ABD istemese de İran’ın etkisi Irak’ta, özellikle Şiiler arasında hızla artmaktadır.  İŞİD ise hâlâ bir tehdit olarak devam etmektedir. Ayrıca Irak savaşı, başta ABD olmak üzere dillerinden insan hakları, özgürlük ve demokrasi, uluslararası hukuk gibi kavramları düşürmeyen emperyalist ülkelerin politikasında bu kavramların o ülkelere saldırmak, işgal etmek, istikrarsızlaştırmak, sömürmek için birer gerekçe olduğunu bir kez daha ortaya çıkarmıştır. Maalesef o dönem Jürgen Habermas’a varıncaya kadar birçok burjuva aydını Birleşmiş Milletler’e rağmen ABD’nın “tek başına”, müttefikleriyle birlikte Irak’ta giriştiği savaşı savunmuş, Saddam heykellerinin devrilişinde dünyada liberal düzenin, demokrasi devriminin gerçekleşmekte olduğunu söyleyebilmişlerdir.

Ortadoğu’da gerilen Türkiye ABD ilişkileri

ABD Irak’a saldırıyı hem güneyden, ama daha çok kuzeyden Türkiye üzerinden girerek yapmak istiyordu. Bunun için iktidara yeni gelen AKP hükümeti Washington’da Bush hükümetiyle pazarlığa girişti. 100 milyar dolar verin, Türkiye’yi istediğiniz gibi kullanın ve bize Irak’ın kuzeyinde PKK’yı “temizlemek” için elimizi serbest bırakın dediler. Bush Türk heyetine Teksas’da ’at pazarlığı yapmıyoruz, sonra hem atı, hem parayı kaybedersiniz, bizimle Irak’a girecek olan birlikleriniz kendi başına hareket edemez, ancak bizim komutanlığımız altında hareket edebilir’ diye yanıt verdi. ABD’nin yapabileceği tek şeyin Güney ve Güneydoğu’daki limanları, havaalanları ve yolları modernleştirmek olabileceğini belirtti. Türk hükümeti istemeyerek de olsa bunu kabul etti ve ABD İskenderun limanına asker ve mühimmat sevkiyatına başladı. Askerler limanda bekliyorlardı, çünkü bununla ilgili tezkerenin Meclis’ten geçmesi gerekiyordu. Ama tezkere Meclis’ten geçmedi, zira ordu Amerikan komutasında olmak istemiyor, Kuzey Irak’ta, Kürdistan’da serbest olmak, hem PKK’yı, hem Irak’ta oluşan Kürt statüsünü yok etmek istiyordu. ABD’nin ise buna müsaade etmeyeceği ortaya çıktı. Böylesine bir Kürt karşıtlığı şizofrenik bir durumdu. Ayrıca Mecliste milletvekillerinin çoğu komşu bir İslam ülkesine savaş için oy vermekten çekindi. Bu duruma çok kızan ABD askerlerini İskenderun’dan çekti, Basra’ya götürdü ve Türkiye’nin bu yaptığını asla unutmadı. Sonunda Süleymaniye’de ABD’den habersiz Kürtlere karşı eylem yapmak isteyen Türk askerlerini yakalayıp başlarına çuval geçirip hapsetti. Başkan Bush Türkiye’nin itiraz ve notalarına hiç aldırış etmedi, ABD ile oynamanın bedelinin ağır olacağını gösterdi. Bu olay Kürt düşmanlığının ülkeyi hangi zor durumlara getirebileceğinin bir ispatıydı. ABD ile ilişkiler ancak Erdoğan’ın başbakan olmasından sonra ABD’nin her dediğini iki etmeyerek itirazsız kabul ederek yavaş yavaş düzelmeye başladı.

ABD Türkiye’nin laik İslam anlayışının Suudi-Vahabi İslamı’yla “yumuşatılarak” Arap dünyasına örnek olabilecek “ılımlı” bir İslam yaratılmasını istiyordu. Bu görevi de Erdoğan’a verdi. Türkiye’de halk ise böyle bir göreve karşıydı. Erdoğan ise hemen bu göreve dört elle sarıldı ve Türkiye’yi Vahabileştirmeye başladı. Suudiler de dahil Suriye’den Libya’ya, Katar’dan Sudan’a, İran’dan Mısır’a kadar tüm Arap ülkeleriyle ilişkileri sıklaştırmaya başladı. “Kardeşim Esad”, “One minute”, Filistinliler’e, Hamas ve Hizbullah’a destek bu dönemde doğdu ve yaşandı. Olan sonunda yine Türkiye’ye oldu: Toplum Vahabileşti, gericileşti, hoşgörülü Anadolu kültürü yok olmaya başladı, Türkiye genel olarak zayıfladı. Erdoğan tüm Arap ülkeleriyle iyi ilişkiler kuruyor, ama İslam içinde İhvan, Müslüman Kardeşler hareketinden yana tutum alıyordu. Bu hareketin önderi ve halifesi olmak istiyordu. Bu İhvan hareketi Arap Baharı sonunda onun hem Arap Alemi’nden, hem Batıdan soyutlanmasına neden oldu. 

Arap Baharı

Tunus’ta ekonomik sıkıntı içinde boğulan bir gencin kendini yakmasıyla 18 Aralık 2010’da başlayan halk ayaklanması kısa zamanda hemen hemen tüm Arap ülkelerini sardı. Bu yıllardan beri diktatörler altında yaşayan, ekonomik sıkıntı içinde bunalan Arap halklarının baskıya karşı bir tepkisi, isyanı, demokrasi ve özgürlüğe bir özlemiydi. ABD halkın bu isyanını kendi emellerini gerçekleştirmek, diktatörleri devirmek için bir fırsat bildi ve gelişmelere hemen müdahale etti. Önce Tunus Başkanı Bin Ali gitti, ardından Mısır Başkanı Mübarek, Libya Başkanı Kaddafi, Yemen Başkanı Salih gittiler. Diğer Arap ülkelerinde de büyük gösteriler oldu, iktidarlar yıkılmasa da sarsıldı. 2007’de Clark’ın listesindeki Arap devletlerinin çoğunda iktidarlar, diktatörler devrildi.

ABD yine bu kez de bu ülkelere demokrasi götürme iddiasında bulunmuş, ama Arap Baharının Suudi Arabistan’a girmesini önleyerek hedefinin demokrasi olmadığını bir kez daha ortaya koymuştur. Ayrıca diktatörlerin devrildiği ülkelerden yalnız Tunus zor şer bir burjuva demokrasisine geçebilmiş, diğerlerinin çoğu bir iç savaş kıskacında boğulur hale gelmiştir. Mısır’da bir seçim oldu, yapılan seçimleri İhvan kazandı ama demokrasi gelmedi. Cumhurbaşkanı seçilen Mursi’nin Yahudi düşmanlığı, Cihadist-İslamist tutumu, kadın ve azınlık haklarına karşı tavrı, yeni bir islami diktatörlük kurma çabaları ise ABD’nin ve Batının çıkarlarına karşıydı. Bunun üzerine ABD daha fazla güçlenmeden Mursi’ye karşı orduyu harekete geçirdi. Ordu bir darbe yaparak Mursi’yi devirdi ve Mısır’da iktidara el koydu. Erdoğan Mısır’da yapılan darbe üzerinden ABD ve Batıya, sizin demokrasi anlayışınız askeri darbe mi diyerek yüklenmeye ve Mursi’yi savunmaya kalktı. Ama soyutlandı. Zira Batı için demokrasi kendi çıkarlarının, sömürünün korunması ve Batı karşıtı İslamcı-Cihadist bir politikanın, diktatörlüğün önlenmesidir. Kendisi de İslamist bir diktatör olan Erdoğan’ın bunu anlaması işine gelmiyordu, zira kendisi de sandığın, halkın iradesini kendi iktidarını güçlendiriyor sayıyordu. İşte burjuva demokrasisi böyle bir şeydir.

Suriye’de iç savaş bir dönüm noktası

Fazla zaman geçmeden Arap Baharı Mart 2011’de Suriye’ye dayandı. Esad’a karşı gösteriler başladı. Esad bunları ezici bir biçimde ezdi. Ordu içinde çözülmeler, halk arasında huzursuzluk başladı. Bu ABD’ye Suriye’ye müdahale fırsatı veriyordu. Esad’ı devirmek ABD’nin listesindeydi. Esad’ı devirmekle hem İsrail “çetin” bir hasmından kurtulacak, hem ABD Katar ve Irak petrol ve gazını rahatça Suriye’den Akdeniz’e indirme olanağını sağlayacaktı. Zira Esad böyle bir ABD gaz boru hattına müsaade etmemişti. Suriye’ye saldırmak gerekiyordu, ama nasıl? ABD bu müdahaleyi Türkiye’ye daha doğrusu Erdoğan’a havale etti ve ona dünyadaki Cihadistler’i toplayıp Esad’a saldırmasına müsaade etti. ABD’nin bilgi ve onayı dahilinde bu Cihadistler’in eğitimini Türkiye, masraflarını da Suudi Arabistan ve Katar karşılıyordu.

Erdoğan bir yandan Cihadistler’i topladı, diğer yandan Suriye’deki muhalifleri örgütleyip, eğitip Esad’a karşı seferber etmeye çalıştı. Ama daha başından bunda muvaffak olamadı. Mualefet arasında görüş ayrılıkları çok büyüktü. En başta Kürtler en büyük ve güçlü muhalefet olarak Esad’dan sonra Kürtlerin durumunun ne olacağını soruyordu. Ne Arap Suriyeli muhalifler ne de Erdoğan Kürtlere bir politik statü tanınmasına karşıydı. Salih Müslim 3-4 kez Türkiye’ye geldi gitti, ama tüm görüşmelerden bir sonuç çıkmadı. Kürtler de biz kendi halkımızın çıkarlarını nasıl geçmişte Esad’a karşı koruduysak, şimdi de aynı şekilde hem Esad’a hem başka güçlere karşı koruyacağız dediler. Statü isteyen Kürtler Erdoğan için Esad’dan daha tehlikeliydi. Böylece Erdoğan’ın karşısına yeni bir cephe çıkmıştı: Kürt cephesi. Bir yanda Esad, diğer yanda Kürtler. Topladığı Cihatçıları hem Esad hem Kürtler’in üstüne sürecekti.

Erdoğan Cihatçıları önce Esad’a karşı sürdü. Cihatçılar kısa zamanda sahada büyük başarılar elde ettiler, toprak kazandılar, Şam’ın kapısına dayandılar, Suriye’nin büyük kısmını kontrol eder hale geldiler. Bunu gören Erdoğan Şam’da Emevi Camiinde Cuma namazı bile kılmaya hazırlandı. Ama olmadı. Zira Esad Şam’da direniyordu. Yardımına Lübnan’dan Hizbullah ve İran’dan Devrim Muhafızları koşmuştu. Savaş uzadı. Bunun üzerine her cihatçı grup önce kendi işgal ettiği topraklar üzerinde kendi örgütlülüğünü yaratmaya, dükalığını kurmaya başladı. El-Kaide Avrupa’nın dibinde yeniden dirilmişti. Bu cihatçılar içerisinde özellikle bir tanesi hızla büyüyüp güçlenmeye başladı. Bu örgüt kendisini halife ilan eden Al-Bağdadi yönetimindeki İrak-Şam-İslam-Devleti İŞİD idi. İŞİD Suriye’deki gücünü Irak’a doğru yönlendirdi, Sykes-Picot-Anlaşmasını çöpe atarak sınırı geçti, Musul’u zaptetti, Erbil ve Bağdat kapılarına dayandı. Petrolleri işletiyor, satıyor, fethettiği yerlerde toplumu İslami şeriat kurallarına göre yönetiyor, bir devlet gibi işliyordu. İŞİD’i tüm bu faaliyetlerinde destekleyen Erdoğan Türkiye’siydi. Çünkü Erdoğan bunları Kürtlere karşı kullanmayı planladığı için onlarla ilişkiyi ve onlara desteği kesmiyordu. Kör bir Kürt düşmanlığı insanı nerelere götürebiliyordu. Erdoğan İŞİD’i Kobane’nin üstüne sürerken “Kobane ha düştü, ha düşecek” sözleri bir yüz karası olarak tarihe geçmiştir. Ama Erdoğan’ın dediği olmadı. Kobane düşmedi, İŞİD’i Rakka’da ininde boğan Kürtler oldu, QSD ve YPG oldu. Kürtleri tüm dünya insanlığı İŞİD belasından kurtaran halk olarak görüp kutluyor.

Suriye’de savaşın yönü değişiyor

İŞİD’in ortaya çıkmasıyla savaşın esas yönü de değişmeye başladı. Cihadistler ister istemez Esad’ın saldırıları karşısında ona karşı savaşıyorlar, ama artık esas olarak Batıya, Amerika ve Avrupalılara karşı, Hıristiyanlığa karşı savaşı başa alıyorlardı. Önce Suriye’de ele geçirdikleri Amerikalı ve Avrupalı gazetecileri, yardım kuruluşlarında çalışanları barbarca öldürmeye başladılar. Palmira antik kentini yıkıp harap ettiler. Sonra katliamlarını Avrupa’ ya yaydılar. Hemen hemen her Avrupa başşehrinde yüzlerce insanın öldüğü katliamlar yaptılar. İŞİD’le mücadele insanlık için kaçınılmaz bir görev oldu.

Artık Esad’ı devirmek ikinci plana düşmüştü. Esas düşman Esad değil İŞİD idi. Hatta İŞİD’e karşı mücadelede Esad’ın bile stabilize edilmesini gerektiriyordu. Cihatçıların eline geçen bir Suriye insanlık için bir Esad Suriye’sinden daha büyük bir tehlike olacaktı. İkinci bir Afganistan’a müsaade edilemezdi. Köşeye sıkışmış olan Esad da ABD ile anlaşmaya çalışıyordu. ABD için Esad’ı terörist yapan elindeki kimyasal ve biyolojik kitlesel imha silahlarıydı ve bu silahlarla İsrail’e karşı oluşturduğu tehditti. Esad ABD’ye bu silahları üretmekten vazgeçmeye ve elindeki silahları ve bu silahların üretildiği tesisleri de BM kontrolünde imha edilmesine hazır olduğunu açıkladı. Esad verdiği sözü tuttu ve bu silahlar BM tarafından imha edildi. Artık Esad ABD ve İsrail için büyük ölçüde bir tehdit olmaktan çıkmıştı. Esad da İŞİD’e karşı savaşmaya hazırdı. Esad’ın Şam’da hüküm sürmesinin ABD ve İsrail için bir mahsuru yoktu. Şimdi esas sorun İŞİD’e karşı savaştı. Ama bu savaş nasıl verilecekti? İŞİD’le ve Suriye’deki Cihadistler’le içiçe olan Türkiye bu savaşı verecek güç değildi. ABD ve Batıya göre İŞİD’e karşı mücadeleye Rusya mutlak dahil edilmeli ve İran’la birlikte çalışılmalı ve Kürtlerle anlaşılmalıydı.

Uluslararası alanda Suriye konusunda böylesine keskin bir strateji değişikliği yapılırken Erdoğan hala İŞİD’le bağlar kuruyor, onları Kürtlere karşı savaşta destekliyordu. Türkiye her gün uluslararası alanda İslami teröristleri destekleyen bir ülke konumuna gelmişti. Her gün uluslararası alanda daha çok soyutlanıyor ve itham ediliyordu.

Rusya ve İran savaşa müdahil

Batı açıkça Rusya’yı Suriye’de İŞİD’e karşı savaşta yardıma çağırdı. Rusya’da Esad’la yeni işbirliği anlaşmaları imzaladı. Tartus ve Latakiya’da deniz ve hava üsleri kurdu ve İŞİD’e karşı uçuşlara baladı. Rusya da böylece Akdeniz’ e iyice yerleşmiş oldu. Rusya’nın havadan müdahalesiyle İŞİD ve diğer cihadist gruplar Suriye’nin batısında, Suriye’nin doğusunda da ABD’nin ve müttefiklerinin havadan, SDG ve YPG’nin karadan saldırılarıyla İŞİD’i yenmeye ve geriletmeye başladılar. Bunu gören Erdoğan da harekete geçti. İŞİD’in Türkiye’de de saldırı düzenlemesi ve yüzlerce insanın öldürülmesinden sonra Suriye’nin kuzeyine, Carablus ve El-Bab’a girdi, bu bölgeyi sözde İŞİD’den “temizledi”. Erdoğan daha sonra bu Cihadistler’in yardımıyla Afrin’ı ve Tel-Abyad ile Serakaniye arasını da zaptetti ve Suriye’nin Kuzeyine yerleşti. Ama Suriye’de İŞİD bitiren Erdoğan değil Kürtler olmuştur.

Rusların müdahil olup Esad’ı koruması altına alması ve Suriye’nin batısında Esad’ın konumunun sağlamlaşması, Suriye’nin doğusunda ABD^nin “desteği” ile Kürtlerin bir statü elde etmesı ve Suriye’nin kuzeyine Türklerin yerleşmesiyle Suriye fiilen 3’e bölünmüş oldu. Bu durumun ne kadar devam edeceği belli değildir, ama bu büyük ölçüde Suriye halklarının ortak mücadelesinin oluşmasına ve demokratik bir Suriye’nin yaratılmasına bağlıdır. Şu anda bu 3’e bölünmüşlük durumu ABD’nin, Rusya’nın ve Türkiye’nin işine gelmektedir. Rusya Suriye’ye ve Akdeniz’ tam yerleşmekte, Türkiye Kürtlerin zararına Suriye’den bir parça koparmakta, Cihadistler’i buralara yerleştirmekte, ABD ise hem İsrail’i Esad tehdidinden kurtarmakta, hem de İran’dan Hizbullah’a, Hamas’a gelebilecek silah yolunu kesmiş olmaktadır. ABD Suriye’ye müdahale ile hedefine ulaşmış bulunmaktadır. Kaos ve istikrarsızlık ortamında parçalanmış bir Suriye İsrail için toprak bütünlüğü olan bir Suriye’den daha iyidir.

Burada diğer bir sorun da ABD’nin İŞİD’le mücadele için neden hala bir rakip olarak gördüğü Rusya’nın Akdeniz’e kesin yerleşmesini göze almış olmasıdır. ABD bunu göze aldı, zira Suriye’ye yerleşmiş bir Rusya’nın  İŞİD’e karşı savaşın dışında ABD’ye sağladığı yararlar vardır. Birincisi Suriye’ye yerleşen ve Türkiye tarafından da desteklenen Cihadistler karşılarında hep Rusları bulacaklardır. Hem onların hareketleri, hem de Türkiye’nin onlarla ilişkileri Rusya tarafından sınırlandırılmış ve kontrol altında tutulmuş olacaktır. Terörizm büyük ölçüde engellenmiş Türkiye de yola getirilmiş duruma gelecektir. İkincisi Rusya’nın Suriye’de olmasıyla Suriye büyük ölçüde İsrail için tehdit olmaktan çıkacak, hatta ileride Suriye’nin İsrail’le anlaşmasının önü bile açılabilecektir. Rusya’nın Suriye’de olması İsrail için iyi bir korumadır. Üçüncüsü Rusya’nın Suriye’de olması İran ve Hizbullah’ın İsrail’e karşı tutumlarında bir frendir. Bugün Suriye’de Esad’ın yanında savaşan büyük bir İran birliği ve Lübnan’daki Hizbullah bölükleri vardır. Bunlar kolay kolay Suriye’yi terketmeyeceklerdir. Suriye’de kaldıkları sürece de İsrail için bir tehlikedir. Rusya bu tehlikeyi engelleyen bir faktör olacaktır. ABD ve İsrail için Rusya’nın Suriye’de olmasının getireceği yararlar vereceği zararlardan daha büyüktür.

Ayrıca İŞİD’e karşı savaş yalnız Rusya ile değil İran’la da zımnen bir işbirliğini gerektirdi. Çünkü Irak’taki İŞİD varlığı İran’sız yok edilemiyecekti. İŞİD’e karşı savaşta İran birlikleri yalnız Suriye’de değil Irak’ta da gerekliydi. Irak’ta Amerikalılar’la beraber Musul’u ve Irak’ın diğer bölgelerini İŞİD’en kurtaran Haşdi-Şabi birlikleri genellikle İran’da eğitilen, silah ve parasının büyük kısmının İran tarafından karşılanan birliklerdir. Amerika İŞİD’den kurtulmak için Irak’da fiilen İran’la işbirliği yapmıştır. Böylece İran’ın bölgede etkinlik ve itibar kazanmasına ABD’nin dolaysız katkısı olmuştur. Bunu sağlayan İŞİD’e karşı olan zorunlu ortak mücadele idi. Ama İran yapmaya çalıştığı nükleer silahla, bölgede yaratmaya çalıştığı nüfuzuyla, Hürmüz Boğazına, Basra körfezindeki petrol transport yollarına hükmetmesiyle, zengin gaz ve petrol yataklarıyla tam ABD’nin tarif ettiği bir “haydut” devlettir. Fakat İran bugün ABD’nin kolayca yutamayacağı bir konuma sahiptir. Clark’ın listesinde olmasına rağmen ABD bugüne kadar mollaları devirmek için harekete geçmemiştir, ama Süleymani konusunda olduğu gibi arasıra denemelerde bulunmaktadır.

İran: Ortadoğu’nun “emperyal” gücü

1979 yılında Şahın devrilmesi ve mollaların iktidara gelmesiyle İran politikasında köklü bir değişiklik oldu. Şah döneminde ABD ve İsrail’e dost olan İran Mollalar’ın iktidarıyla birlikte hem ABD’ye hem İsrail’e karşı düşmanca bir politika izlemeye başladı. ABD ve İsrail’i Ortadoğu’da Müslümanların başbelası ilan etti. İran’a göre onların Ortadoğu’dan kovulması ve atılması gerekiyordu. Bunun için de İsrail’e ve ABD’ye karşı kesin tavır aldı. Onlarla diplomatik ilşkileri kesti ve İsrail’in Filistin topraklarındaki varlık hakkını reddetti, İsrail’in kurulduğu toprakları işgal edilmiş topraklar, hükümetini de Siyonist rejim olarak ilan etti. İran’a göre İsrail bir kanser urudur, kesilip atılması, yok edilmesi, onun yerine bir Filistin devletinin kurulması gerekmektedir. ABD ise İran’ın baş düşmanıdır, İsrail küçük ABD ise en büyük şeytandır, Ortadoğu’dan gitmesi için mücadele edilmelidir. Bu hedeflerine ulaşmak için İran zengin petrol ve gaz yataklarından elde ettiği gelirleri özellikle Ortadoğu’daki Şiiler arasında örgütlenmeye ve atom bombası yapmak için harcamaya başladı. İran eski Cumhurbaşkanı Rafsancani, bir atom bombasının İsrail’i yok etmek için yeterli olacağını söylüyordu. İran her yıl düzenlediği Kudüs Günü ile İsrail’e karşı bu tehditlerini yenilemektedir.

İran atom bombası için gerekli olan saf uranyum üretimine başlayınca İsrail, ABD ve tüm Batı ayağa kalktı. İran’ın nükleer silah üretme programı derhal durdurulmalıydı. Aksi halde İsrail’in varlığı ve güvenliği tehlikedeydi. ABD hemen İran’a yaptırım uygulamaya başladı. İran ekonomik olarak zor duruma düştü. Almanya, Fransa ve İngiltere’nin araya girmesiyle İran nükleer silah yapmaktan vazgeçti, yalnız bilimsel çerçevede uranyum zenginleştirmesi yapabilecekti ve bütün uranyum yoğunlaştırma tesislerini uluslararası kontrole açacaktı. İran bunları kabul etti ve bir anlaşma sağlandı. İsrail’de rahatladı. Ama Trump başa gelince bu anlaşmadan ABD’nin ayrıldığını ve İran’la daha sert bir anlaşma yapılması gerektiğini açıkladı. Buna uymayanlar hakkında yaptırım uygulayacağını açıkladı. İran ekonomik olarak yeniden zor bir duruma girdi. Trump’un böylesi bir kararında İran’ın son zamanlarda bölgedeki hegenomik girişimleri de rol oynadı.  

Molla rejimiyle birlikte İran Ortadoğu’da etkin bir rol oynamaya başlamıştı. Önce Anti-Amerikan ve anti-İsrail tutumuyla genel olarak Müslümanlar üzerinde nüfuz sağlamaya çalıştı. Etkili de oldu. Özellikle İsrail’e karşı Lübnan’da savaşan Hizbullah’a, Filistin’de Hamas ve İslami Cihad örgütüne silah ve maddi yardımda bulunmakta, Suriye’ye sürekli arka çıkmaktadır. Saddam devrildikten sonra hemen Irak’taki Şiilerin yanında yer aldı ve onların koruyucusu konumuna geldi. Irak’taki gelişmeleri belirleyen Saddam’ı deviren ABD değil Kum şehrinde oturan Şii aleminin lideri Ayetollah idi. İran Arap Baharıyla birlikte Arap ülkelerindeki kaostan yararlanarak oralardaki Şiiler arasında hızla örgütlenme yoluna gitti. Yemen’deki Şii Husiler’i Suudi Arabistan’a karşı desteklemeye başladı. Yemen’deki kardeş kavgasının arkasında İran ve Suudi Arabistan’ın bölgedeki hegemonik çıkarları bulunmaktadır. Bu arada İran Suudi Arabistan ve Körfez emirliklerindeki Şiiler arasında da örgütlenmeye hız verdi. İŞİD’in ortaya çıkmasıyla İran’ın Suriye ve Irak’taki Şii hükümetlere verdiği açık destek uluslararası alanda da kabul görmeye başladı. Taliban, El-Kaide ve İŞİD’e karşı savaşta İran bir “müttefik” konumuna geldi. İran’ın Irak’tan, Lübnan’dan, Suriye’den Yemen ve Cezayir’e kadar bu askeri operasyonlarını yöneten ve sevk eden Devrim Muhafızları-Kudüs Gücü Komutanı Süleymani idi. Süleymani de ABD’nin gözüne diken gibi batanlardan biriydi. Trump’a göre İran’ın bölgedeki hegemonik girişimleri sonlandırılmalıydı.

Çin’e yönelmeden önce İran’ın “ehlileştiirilmesi”

9 Temmuz 2017’de Musul’un, 21 Ekim 2017’de İŞİD’in kalesi ve başşehri Rakka’nın düşmesiyle Ortadoğu’da İŞİD artık kesinkes yenilmiş oldu, sonu gözüktü. Böylece ABD için İran’la olan zımni ittifak da bitmişti. Artık onun bölgedeki girişimlerine katlanmanın da bir zorunluğu kalmamıştı. ABD’nin bilgisi dışında İran’ın bölgede ne zaman nerede ne yapacağı belli olmayan bir güç olmaktan çıkması gerekiyordu. Irak, Yemen, Suriye’ye müdahaleleri ABD’nin planlarına uygun değildi. İran’ın yalnız dizginlenmesi değil, ABD’nin stratejisine karşı koyan, İsrail’i tehdit eden bir konumdan çıkması, Şah dönemi gibi olmasa da, ABD ile uyum sağlayan bir konuma gelmesi gerekiyordu. Bunun için ABD önce İran’a sınırlarını göstermek istedi. İlk olarak 8 Mayıs 2018’de Atom anlaşmasının günümüze uygun olmadığını, yenilenmesi gerektiğini belirterek anlaşmayı geçersiz kıldı ve İran’a yeniden yaptırımlar uygulamaya başladı. İran Avrupalılardan bir medet umdu, ama Trump ağır basınca Avrupalılar da geri adım atmak zorunda kaldılar. İran’ın sonunda Trump’ın koşullarını kabul etmeye eli-kolu mahkûm olduğu gözükmektedir. Maalesef uluslararası alanda Trump’a dur diyecek demokratik bir güç henüz doğmuş değil. Reel sosyalizm döneminde ABD böyle bir baskıya bırak cüret etmeyi, aklından bile geçiremezdi. Yeni anlaşmayla ABD İran’ın yalnız nükleer silah yapmayı durdurmasını istemiyor, yaptırımların kalkmasıyla petrol ve gaz satışından elde ettiği gelirleri kontrol edilmesini de istiyor. Zira İran geçmişte bu paraları ülkede kendi halkının refahının yükseltilmesi inin kullanacağı yerde, bölgede hegemonya kurmak, Şiilerin savaşlarını ve örgütlenmesini desteklemek ve İsrail’e karşı savaşan Cihadist gruplara yardım etmek için kullanmıştır. ABD bir kez daha buna müsaade edilmesini istemiyor ve İran halkını petrol gelirlerinin ülkede kullanılması için açıkça eyleme teşvik ediyor ve yapılan eylemleri destekliyor.

Trump’ın ikinci adımı 3 Ocak 2020’de Kudüs Gücü Komutanı Süleymani’nin Irak’da, Bağdat’da bir İHA’dan atılan füzeyle vurularak öldürülmesi oldu. Bu sıradan bir olay değildi. Zira bu olay İran’a, bundan böyle Ortadoğu’daki tüm hegemonik askeri faaliyetlerini durdurulması için yapılan bir ihtardı. Artık bu Trump’ın İran’la bir savaş olmasa da, İran’ı yola getirmek için belli bir düzeyde çatışmaları göze aldığını gösteriyordu. Tüm bunların nasıl bir sonuç vereceğini zaman gösterecek. Ama son aylarda ABD yaptırımları etkisini göstermeye, halk sokaklara dökülmeye başlamıştır. Trump’ın amacı bu önlemlerle İran içinde bu istikrarsızlığı derinleştirmek, sonunda Mollalar’ı teslim almaktır. İran’ı Rusya ve Çin’den uzak tutmaktır. Çin ve Rusya ile beraber olan bir İran ABD için büyük tehlikedir.

ABD için baş tehdit Çin!

ABD İran da dahil Ortadoğu’yu bu kaos ve istikrarsızlık ortamı içinde tutmak istiyor. Çünkü bu buradaki halkları yönetmenin ve ABD yörüngesinde tutmanın en kolay yoludur. ABD önümüzdeki dönem Çin’le boğuşacaktır. Çin sürekli büyüyen ekonomisi, gelişen teknolojisi ve güçlenen silahlı güçleriyle ABD’yi korkutmakta, dünyaya meydan okumaktadır. Trump’ın aldığı tüm gümrük önlemlerine rağmen Çin ekonomisi geçtiğimiz yıl %6 büyümüştür. ABD’nin büyümesi %1,9, Almanya’nın ise %0,6’dır. Bu gidişle Çin yakında AB ve ABD’yi geçecektir. Çin’in bu büyüme temposunu tutturabilmesi için büyük bir enerji ve hammaddeye ihtiyacı vardır. ABD Çin’in bu gidişatının nasıl durdurulacağının hesaplarını yapmaktadır.

Bunun için Çin’in dünyada her alanda izole edilmesi gerekmektedir. Özellikle Çin’in dünyadaki ham madde kaynaklarına, özellikle de petrole ulaşması engellenmelidir. En zengin petrol yatakları Ortadoğu’dadır. Bu nedenle başta İran olmak üzere Ortadoğu ülkelerinin Çin’le ilişkileri kısıtlanmalı ve tümden kesilmelidir. Bunun bir yolu da Ortadoğu’da ABD kontrolünde bir kaos ortamının olmasıdır. Bu halklara başını kaldırıp ticaret yapacak bir olanak tanınmamalıdır. Bu ülkelerin tüm girdi ve çıktılarını ABD kontrol etmelidir. ABD Irak’ta, Suriye’de ve diğer Arap ülkelerinde bunu yapıyor. Bu ülkeler tüm para transfer işlemlerini ABD bankaları üzerinden yapmak zorundalar. ABD hala dünyadaki gücünü dünya halklarını kendisine itaat etmesi, kul-köle olması için kullanmaktadır.

İran’ın ABD’ye daha ne kadar direneceği bilinemiyor. Irak parlamentosu son Süleymani olayından sonra tüm Amerikan askerlerinin Irak’ı terketmesi kararını aldı. Ama Trump Parlamento gibi burjuva demokrasisinin en kutsal bir kurumunun kararını yalnız dinlemeyeceğini söylemekle kalmadı, Irak’a daha asker göndereceğini açıkladı. İşte Batının demokrasi anlayışına bir örnek daha. Trump İran’ı tehdit ederken tüm kültür varlıklarını mahvedeceğini söyledi. Bun söyleyen kişinin Afganistan’da buda heykellerini yıkan El-Kaideden, Palmira antik kentini yıkan İŞİD’den ne farkı kaldı? Görülen o ki, ABD elimdeki dünya hegemonyasını Çin’e kaptırmamak için dünyayı yakmaya bile hazır.

ABD karşısında halklar çaresiz değildir

ABD’nin, emperyalizmin kendi kaderi için Ortadoğu halklarının kaderiyle oynaması, bu halkların kaderi değildir. ABD’nin Ortadoğu’da böylesine at oynatabilmesinin bir nedeni bu bölgede elinin altında Türkiye gibi bir NATO ülkesinin bulunması, bir diğer nedeni de Kürt sorununun hala çözülmemiş olmasıdır. Türkiye bazen Rusya ile “flört” etse de tüm bunlar ABD planları dahilindedir ve Ortadoğu’daki kaosa hizmet etmektedir. Yine Ortadoğu’da Kürt sorununun çözümünde veya çözümsüzlüğünde başaktör Türkiye’dir. Türk egemen güçleri esas görevlerinin, nerede bir Kürt hareketi yükselirse orada onun tepesine binmek olduğunu görmektedir. Kürt düşmanlığı Türk egemen güçlerinin varlık nedenidir, esas politikasıdır. Türkiye’de bu Türk egemen güçlerinin, en başta Erdoğan’ın iktidarına son vermeden Ortadoğu’da demokratik bir dönüşüm sağlamak, emperyalizmin oyunlarını bozmak çok zordur. Bunun için Türkiye demokrasi güçlerine büyük sorumluluk düşmektedir. Erdoğan’ı devirecek demokratik bir ittifak cephesi kurmak için ülkede şartlar hızla olgunlaşmaktadır.

Ülkemizde 23 Haziran 2019 yerel seçimlerinde Türk, Kürt ve Erdoğan karşıtı güçlerin sandıkta oluşturdukları ittifak yavaş da olsa tutmaya başlamıştır. CHP, Kılıçdaroğlu otoriter Erdoğan rejimine karşı HDP’den İYİ Parti’ye, Davutoğlu ve Babacan-Gül’ün kuracağı partiye kadar geniş bir ittıfak düşündüğünü söyledi. Bu anlayış son zamanlarda gençler ve kadınlar arasında kök salmaya başladı. Jülide Kural’ın Selahattin Demirtaş’ın DEVRAN eserinden yararlanarak yaptığı tiyatro gösterisine katılan ve yanyana oturan 5 kadının: Selvi Kılıçdaroğlu, Dilek İmamoğlu, Başak Demirtaş, Canan Kaftancıoğlu ve Pervin Buldan’ın sunduğu tablo böyle bir demokratik ittifakın sanki müjdecisiydi. Erdoğan, Soylu, Bahçeli gibi kaşarlanmış gerici ve faşistler bu “buluşmayı” bir darbe hazırlığı olarak addettiler ve hemen saldırıya geçtiler. Ama nafile! Bir kez halkın gönlüne demokrasi ittifakı düştü mü, onu kimse oradan söküp çıkaramaz. Şimdi biz devrimci güçlere büyük görev düşmektedir. Doğmakta olan demokratik ittifağın içeriği demokrasi ve özgürlüklerle doldurulmalıdır. Şimdiden kolları sıvamalıyız, halkımıza ülkemizin Türk ve Kürt ve diğer Türkiye halkların eşit, özgür, özerk, barış içinde birlikte yaşayabilecekleri bir demokrasiye ihtiyacı olduğunu anlatmalıyız. 5 kadının verdiği örnekte olduğu gibi Türk, Kürt, kadın, erkek, genç, yaşlı, CHP’li, HDP’li, İYİ Parti’li, Erdoğan karşıtı AKP’li ve muhalifleri demeden karışık, gruplar, komiteler kuralım, halkımıza gidelim, Erdoğan’ın gitmesi gerektiğini birlikte anlatalım. Ortadoğu’da halkların özgürlüğe kavuşmasının, emperyalizmle boğuşmada birleşememesinin önünde en büyük engelin Erdoğan iktidarı olduğunu halkımızın bilincine kazıyalım. Özellikle isçi semtlerine, köylere gidelim. İşçi sınıfı ve köylülükle buluşalım. Yığınları kazandıkça zafere giden yol daha da kısalacak, ABD’nin Ortadoğu stratejileri bozulacak, halklar özgürleşecek, barış ve demokrasi içinde yeni bir hayat başlayacaktır.

Bir yanıt yazın