Haber / Yorum / Bildiri

Burası Türkiye: Reis derse, faiz düşünce enflasyon da düşecek! Acaba öyle mi? (1. Bölüm)

Barış ALPER

YILLARDAN beri Erdoğan yüksek faize karşı savaşmaktadır. ”Faiz düşerse enflasyon da düşer” demektedir. Yüksek enflasyonun sebebi faizdir. “Faiz nedendir, enflasyon sonuçtur” diye etrafa meydan okumaktadır. Ama dünyadaki tüm iktisat fakültelerinde okutulan iktisat kitaplarında tersi yazar: Merkez bankaları faizi düşürünce enflasyon yükselişe geçer, merkez bankaları faizi artırınca enflasyon da düşüşe geçer. Ama burası Türkiye, ekonomide ve politikada objektif yasa ve kurallar işlemez. Reis vardır. Onun dediği doğa yasası ve kuralı gibidir. O da öyle işlemek zorundadır. Erdoğan, “Faiz neden, enflasyon sonuç” diyorsa, bu öyledir; faiz düşünce enflasyon da düşecektir. Buna direnen Merkez Bankası başkanı gider. Reis’in yasa ve kuralını uygulayacak yeni başkan gelir. Reis’in Türkiyesi’nde bu da bir kuraldır.

Erdoğan’a Merkez Bankası Başkanı dayanmıyor

Son dört yılda Erdoğan’a Merkez Bankası Başkanı dayanmadı. 2016’da Erdem Başcı’yı yüksek bir faiz artışına gittiği için görevden aldı. 2019’da Murat Çetinkaya’yı “faizleri düşürmüyor, söz dinlemiyor” diye yine görevden aldı. Oysa Merkez Bankası bağımsızdır, uyguladığı para politikasına hükümet müdahale edemez. Ama burası Türkiye, Reis müdahale eder. Merkez Bankası Başkanı onun dediğini yapmak, uygulamak zorundadır. Tutmazsa azledilir. Azledilen Çetinkaya’nin yerine Erdoğan’ın adamı olarak, onun her dediğini yapmaya hazır olan Murat Uysal getirildi. Murat Uysal Erdoğan faizi düşür dedikçe düşürdü. Bir yıl içinde yüzde 24 olan politik faizi yüzde 8,25’e indirdi. Ama enflasyon düş dedikçe düşmüyordu. Sürekli yükselişe geçiyordu

Enflasyonun yükselmesi demek fiyatların, pahalılığın artması, Türk parasının değer kaybetmesi ve doların değer kazanması demekti. Dolar karşısında değer kaybeden Türk parasının değer kaybını önlemek için, diğer bir deyişle, doların ateşini düşürmek için Merkez Bankası piyasaya sürekli dolar sürmek zorunda kaldı. Erdem Başcı da Murat Çetinkaya da milyarlarca dolar sattılar. Murat Uysal ise en çok dolar satan başkan oldu. Son bir senede doların yükselişini durdurmak için piyasaya sürülen dolar 120 milyarı buldu ve Merkez Bankası’nın tüm rezervleri eridi, hatta eksiye geçti. En sonunda Murat Uysal da doların yükselişini düşürmek, enflasyon artışını frenlemek için faizi yükseltmek zorunda kaldı. Korkarak yüzde 8,25’den 10,25’e yükseltti, ama dolar durdurulamadı. Merkez Bankası’nda döviz, Hazine’de Türk parası buharlaştı. İkis de tam takır oldu. Maliyeden sorumlu bakan Damat Albayrak ise “kur benim için hiç önemli değil, hiç oraya bakmıyorum” diyerek dolar karşısında hükümetin aczini orta koyuyordu. Dolar 8,50 TL’yi, Euro da 10 TL’yi geçince Erdoğan devreye girdi. Artık Murat Uysal’ın da gitmesi gerekiyordu. Bir gece operasyonuyla Merkez Bankası Başkanı Uysal’ı görevden aldı, yerine Bütçe Başdanışmanı Naci Ağbal’ı atadı. Hatırlamakta yarar var: Son yıllarda tüm Merkez Bankası Başkanları bir gece operasyonu, yani bir darbeyle görevden alındılar.

Maliye kadrosu değiştirmek çözüm mü?

Hem muhalefetin hem AKP içindeki karşıtların şimşeklerini üstüne çekmiş olan damadı Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ı kayınpeder Erdoğan daha fazla yıpratmamak için geri çekti, görevden “affetti”. Yerine, geçmişte 25 kişinin öldüğü Çorlu tren kazasının hesabını veremeyen Ulaştırma Bakanlığı yapmış olan, maliyeden ise fazla anlamayan Lütfi Elvan’ı getirdi. Böylece Erdoğan “piyasaya” kendi dediğini tutacak yeni bir kadro sürmüştü. Daha gelmeden bu kadronun da Erdoğan’a ne kadar dayanacağı tartışılmaya başlandı. Zira Erdoğan’ın ters, çarpık, ekonomi bilimine uymayan faiz politikasını ne enflasyon ne de dolar dinliyordu. Onlar Erdoğan’ın değil kendi yasallıklarına uygun olarak ilerliyorlardı.

Yeni gelen Merkez Bankası Başkanı Ağbal ilk iş olarak faizi 475 baz puan, yani yüzde 4,75 arttırarak yüzde 15’e yükseltti. Esasında bu da bir göz boyamasıydı, zira Merkez Bankası zaten “Geç Likidite Penceresi Fonlaması” adı altında bankalara yüzde 14,75 faizle kredi vererek piyasanın para ihtiyacını karşılıyordu. Bu nedenle esas faiz artışı yüzde 0,25 idi. Yine de Merkez Bankası’nın bu yükseltmeyle tek bir faiz yaratma yolunda “önemli” bir adım atmış, maliye politikalarında hem Uysal’ın hem Albayrak’ın gitmesiyle sanki yeni bir politika uygulanacağı izlenimini yaratarak Dolar 7,50 TL’ye Euro da 9 TL’ye kadar geriledi. Piyasada geçici bir rahatlama sağlandı. Gerçi bazı ekonomistler Erdoğan’ın “faiz-enflasyon” teorisinin iflas ettiğini, yanlışlığının bir kez daha ispatlandığını yazdılar. Ama Erdoğan pes etmiyordu. Çünkü Türkiye’de “faiz-enflasyon-döviz kuru” birbirini tetikleyen bir sarmaldı. Önemli olan bu sarmalın özünde yatan nedenlerin ortaya çıkarılmasıydı. Bunlar sırf Merkez Bankası’nın bağımsız para politikasıyla değil ekonomik kalkınmayla bağının kurularak açıklanmaya çalışılmalıydı. Oysa Türkiye’de hem ekonomistler hem politikacılar işin kolayına kaçmakta, Erdoğan’ın yüzeysel eleştirilerle yetinmektedirler. Bu da Erdoğan’ın işini kolaylaştırmakta, doları bulan benim diye diğerlerini konuşturmamaktadır. 

Yüzde 15 faiz uluslararası spekülatörlere yaradı

Yüksek faiz arttırımına rağmen enflasyon ayak diretiyor, fiatlar düşmüyor, pahalılık devam ediyor, dolar Erdoğan’ın her konuşmasında şöyle bir dalgalanıyor. Çünkü Erdoğan her konuşmasında faizin yüksek olduğundan, bu yüksek faizle yatırım, istihdam ve üretim yapılamıyacağından dem vurup bir an önce düşük faize geçilmesi gerektiğini vurguluyor. Gerçekte ise Erdoğan’ın derdi “yatırım, istihdam ve üretim” değildir. Onun derdi düşük faizle yandaş inşaat tekellerine yaptıkları binaların ve dairelerin satışını sağlamak ve ticareti döndürmektir. Erdoğan’ın kendisi de ekonomik büyümeyi satılan daire ve araba sayısıyla ölçmektedir. Ama günümüz koşullarında yüzde 15 faiz onlar için de kabul edilebilir gözükmektedir. Çünkü Türk ekonomisi için önemli olan ülkeye dövizin gelmesidir. Döviz olmayınca ekonominin tüm çarkları durmaktadır. Yapılan faiz artışıyla dolar ve euronun bu seviyede bir süre stabilize olacağı kanısı yaratıldı. Ancak dövizin stabilize olduğu bir koşulda dış yatırımcılar Türkiye’ye geri geleebilirdi. Zira onlar için önemli olan yatırdığı parayı fazlasıyla, yüksek bir kârla geri almaktır. Bunu yaratan her ülke, yönetimi otoriter de olsa onlar için “very good”tur.

Türkiye’de faizin yüzde 15’e yükselmesine en çok sevinen uluslararası spekülatörler ve karaborsacılar oldu. Bunlar kısa dönemde paralarını yatırıp, vurgunu vurup kaçmak istiyen kesimdir. Dolar’ın 7,50 TL civarında stabilize olduğunu gören bu spekülatörler son günlerde Türkiye’ye 2 milyar dolar civarında para getirdiler, “yatırdılar”. Borsanın yüzünü güldürdüler, Erdoğan’ı şöyle bir rahatlattılar. Geçmişte İran’ın kara parasını Halk Bank’a aklatarak, Arap ülkelerinden ve en son da Katar’dan dolar bularak, Libya’ya ve Azarbaycan’a islami cihadistleri paralı asker diye satarak bulduğu dolarların sonu geldi. Yine en sağlam dolar kaynağı olarak Batı Avrupa ve ABD kaldı. Artık belli oldu ki dolar Arap ülkelerinden çok oralardan gelecek. Doların oralardan gelebilmesi için ise yargıda, ekonomide, demokraside biraz göstermelik de olsa reformlar yapmak, Batılı yatırımcılara paralarını istedikleri zaman çıkarabilecekleri konusunda ekonomik ve hukuki garantiler vermek gerekmektedir. Erdoğan’ın son zamanlarda “iğreti” bir şekilde ağzında gevelediği reform söylemlerinin altında yatan Batılı yatırımcılara bir mesajdır. Yoksa bazı Türk burjuva aydınlarının umut ettiği gibi siyasi tutukluların serbest bırakılacağı “gerçek” bir reform değildir. Belki bu aydınların “gazını” almak için Osman Kavala gibi bir iki kişiyi serbest bırakabilirler, ama başta Demirtaş olmak üzere böyle bir reform büyük bir ihtimalle Kürt siyasi tutuklulara asla uğramayacaktır. Ama uğraması için mücadele şart, çünkü Batı Kürt konusundaki yaklaşıma da bakacaktır. Erdoğan için önemli olan zaten doların gelmesi, spekülatif yatırımcı için ise parasını fazlasızla tekrar geri almasıdır. İşte bu emme-basma tulumbasının başarıyla nasıl çalışacağı bir sorundur. Erdoğan bu sorunun çözümünü de büyük bir mucit gibi ilan etti: “devlete ve millete acı reçete ilaçları” yutturmak. Son zamanlarda Erdoğan bu acı reçetelerden sık sık bahseder oldu. Devlet, yani kendisi acı reçeteleri yutmayacağına, devletin itibarından tasarruf olmayacağına, devletin masrafları kısıtlanmayacağına göre acı reçeteyi halktan başka yutacak kimse kalmıyor.    

Halk acı reçetenin ne olduğunu iyi bilir

Halk ise acı reçetenin ne olduğunu çok iyi bilir. Bunu ilk defa yutmadı. Türkiye Batı Blokuna entegre olduğu 1950 yıllarından beri yutmaktadır. Bunların en acısı 70’li ve 90’lı yıllarda yazılan reçetelerdir. O zaman bu reçeteleri İMF yazar, onları “stand-by” anlaşmaları diye hükümetin önüne koyar, 70 Cent’e, 1 Dolar’a değil, 70 Cent’e muhtaç olan hükümetlerde kara kara düşünerek bu anlaşmaları imzalardı. Başka türlü ülkeye döviz girişi olmazdı. Bu stand-by anlaşmlarında hükümetin, benzine, mazota, elektriğe, gaza, suya, ekmeğe, soğana, patatese, domatese, her şeye zam yapacağı, vergi ve harçların yükseltileceğı, ücretlerin donduracağı ve düşürüleceği, halka kemer sıktıracağı yazardı. İMF’nin dayattığı bu önlemlere “yutulacak acı reçete” denirdi. Bu reçeteler kabul edildkten sonra ülkeye döviz, kredi akışı başlardı. Ama hükümetler kabul ettikleri bu reçeteleri uygulamakta zorlanırlardı. Bunun içinde ordu darbe yapar, iktidara el koyar, silah zoruyla bu acı reçeteler halka içirilirdi.

Günümüzde ise böyle acı bir reçetenin yazılması için İMF’ye, uygulanması için de bir askeri darbeye gerek yok. Erdoğan bunların ikisini de birden yapmaktadır. Kara para aklayarak, ülkeyi Araplara parselleyerek bulduğu dolarların akışı azalınca hemen batıya yönelmekte, İMF’nin dikte edeceği acı reçeteyi kendi yazmakta, milli ve yerli reçete diye halka yutturmaya kalkmaktadır. Baş kaldıranların üstüne polisi, jandarmayı sürmekte, kurduğu otoriter rejim darbe yerine geçmekte, gerekirse birkaç yüz kişiyi içeri atmaktadır. Hem dışta hem içte küçük burjuva muhalefeti susturmak için de yargı, demokrasi, ekonomik reformlardan bahsetmektedir.

İşte burada demokratik ve sol güçlere büyük görevler düşmektedir. Önce Erdoğan’ın bu “reform” vaadlerine kanılmamalıdır. Onun demokratik reform yapacağı yoktur. Ondan böyle bir şey beklenemez de. Onun tek yapacağı geçmişte askerin halka uyguladığı şiddeti şimdi kendi “sivil” otoriter yönetiminde polis ve jandarmaya uygulatmaktır. Buna izin verilmemelidir. Bunun yolu da emekçi halkımız arasında çalışmak ve örgütlenmektir. Onların fiat artışlarına, pahalılığa karşı tepkilerini Erdoğan’ın politikasına yöneltmektir. Bunun içinde halkımız arasında Erdoğan’ın politikalarının halk düşmanı karakteri çok iyi açıklanmalı, ülkenin nasıl kalkınacağı, halkın refaha nssıl kavuşacağı konusunda kendi politikalarımız anlatılmalıdır.

Fiatlar artmazsa enflasyon yükselmez- Merkez Bankasının para politikaları

Batıda, gelişmiş kapitalist ülkelerde enflasyon genellikle fiat istikrarı üzerinden düzenlenir. Fiatlar artıp enflasyon yükseldiği zaman piyasada dolaşan para miktarıda artar. Bu durumda fiat istikrarından sorumlu olan merkez bankası dolaşımdaki parayı azaltmak üzere harekete geçer. Bunu içinde elinde üç klasik para politikası enstrümanı vardır: 1- Faiz politikası, 2- Açık piyasa işlemleri politikası, 3- Zorunlu karşılıklar politikası. Bunlardan en etkilisi ve en çok kullanılanı faiz politikasıdır. Eğer piyasada dolaşan para artmışsa merkez bankası da bankalara verdiği kredilerin faiz oranlarını yükseltir. Bankalarda yüksek faizle merkez bankasından kredi almayı azaltır veya durdurur, çünkü onlar da merkez bankasından aldığı parayı bu kez müşterisi firma ve özel şahıslara daha yüksek oranda faizle vermek zorunda kalır. Yüksek faiz kredi maliyetini artıracağı için müşteriler de kredi almaktan, yatırım yapmaktan vazgeçerler. Bir ülkede para basan ve bankalara ihtiyaç duydukları parayı faiz karşılığında tedarik eden tek kurum, kaynak merkez bankalarıdır. Eğer piyasada para darlığı varsa o zaman da merkez bankası faizleri düşürür. Bu durumda bankalar merkez bankasından, müşteriler de baankalardan ucuza kredi alarak yatırım ve alış-verişlerini yaparlar. Rezessiyon ve depressiyon, yani kriz dönemlerinde ülke ekonomisini yeniden ayağa kaldırmak için merkez bankası faizleri hızla düşürür. Bugün hem AB bölgesinde hem ABD’de faizler hemen hemen sıfırdır. Önemli olan firmaları dolar veya euroya boğarak yatırım yapmalarını sağlamaktır. 2008 senesindeki büyük ekonomik krizden beri uygulanan bu sıfır faiz politikası korona koşullarında büyük ölçekte kullanılmakta, hatta hükümet milyarlarca dolar veya euroyu hediye etmektedir. Böylece hem firmaların iflas etmesi hem de vatandaşın yoksullaşması önlenmektedir. Esas olan ekonominin canlı tutulması ve canlandırılmasıdır. Diğer iki politikayla da piyasadaki para dolaşım miktarı ayarlanır. Açık piyasa işlemlerinde merkez bankası bir borsa gibi devlet bonosu alır ve satar. Piyasada para daralmışsa bankaların elindeki bonoları alarak piyasıya para sürer. Eğer piyasada para çoğalmışsa bankalara bono satarak piyasadan para çeker. Zorunlu karşılıklar politikasında ise bankalar yasalar gereği ellerindeki mevduatın belirli bir kısmını merkez bankasına vermek zorundadırlar. Merkez bankası da yasanın kendisine verdiği yetkiye dayanarak bu miktarın ne kadar olacağını belirler. Piyasada para çoksa mesela merkez bankası mevduatın yüde 10’unu ister. Eğer piyasa para darlığı çekiyorsa bu kez de mevduatın yüzde 5’ini ister. Böylece piyasadaki parayı ayarlamış olur.

Bir yanıt yazın