Haber / Yorum / Bildiri

Bizi öldüren deprem değil devlet!

Mümin TOPRAK

YUKARIDAKİ başlık bizim attığımız bir başlık değil, halkımıza aittir. 1999 Marmara Bölgesi’ndeki büyük depremden sonra ortaya çıkan her depremde halkımızın çığlığı olarak değişik basın ve yayın organlarında sık sık kullanılan bir manşet bu. Şimdi de 6. Şubat 2023 günü saat 04.17’de meydana gelen, Kahramanmaraş merkezli, Hatay, Malatya, Adıyaman, Şanlıurfa, Gaziantep, Osmaniye, Adana, Diyarbakır, Kilis olmak üzere 10 ili kapsayan 7,7 ve 7,6 büyüklüğündeki iki büyük deprem sonrasında yine halkımızın bir çığlığı olarak haykırıldı, zira yaşanan felaket ancak bu ve benzer başlıklarla ifade edilmektedir: Bizi öldüren deprem değil devlet!  

Öldüren devlet, çünkü vatandaşın yanında devlet yok

Bu başlığı basın-yayın organları, gazeteciler, haberciler atmıyor. Maraş’ta, Hatay’da, Adıyaman’ da ve diğer şehirlerde bugünlerde vatandaşın bağrı yanık, acısı derin, binalar karton gibi çökmüş, şehir merkezleri, köyler yerle bir olmuş, çoğunun yüzde 70’i yıkılmış, yok olmuş, hayalet şehirlere dönmüş, yandaki enkazın, betonun altından eşinin, kızının, oğlunun, kardeşlerin, çocukların iniltisi, kurtarın sesleri geliyor. Elleriyle enkazı deşiyor, ama bu eller beton kalıp ve sütunları kaldırmaya yetmiyor. Hava soğuk, buz gibi; kar, kış, tipi, don, eksi 10 derece. Ne araç, ne de gereç var. Bir zaman sonra enkazdan sesler gelmemeye başlıyor, umutlar kesiliyor. Göz göre göre enkaz altındaki insanlar hayatını kaybediyor. Yüreğine acılar inliyor, feryat ediyor: Devlet nerede, AKP nerede, Cumhurbaşkanı nerede, Erdoğan nerede? Devlet olsaydı, betonlar kaldırılsaydı, ölmezlerdi.  Bir daha oy verirsem elim kırılsın! Kocası, çocukları enkaz altında can çekişen bir kadın çığlıklarla bağrını dövüyor: “Ölüyorlar, devlet nerede, Erdoğan nerede?” Görünürde ne devlet, ne AKP, ne de Erdoğan var? Bunlar en büyük bir doğal afet olan Maraş merkezli depremde devleti yanında göremeyen vatandaşın çığlıkları.

Basın’ın, gazetecinin görevi bu çığlıkları duyurmak: Türkiye’ye, dünyaya duyurmak. Ama Erdoğan bu çığlıkların, devletin olmadığının duyulmasını istemiyor. Zira deprem sahasında arama- kurtarma çalışmalarında devletin olmaması, iktidarın, Sarayın, Erdoğan’ın başarısızlığı, arama- kurtarma çalışmalarını yönetemediği demekti. O bunların bilinmesini, duyulmasını istemedi. İki gün Erdoğan, hükümet felç olmuş gibi ne yapacağını bilemedi, deprem yerine ulaşamadı, halka yardım ulaştıramadı. Devletin görevi olmasına rağmen her depremde olduğu gibi, devlet tüm yardım, arama-kurtarma çalışmalarını bağladığı AFAD için e-devletten para yardımı isterken, halk yurdun her tarafından yardımlar yağdırmaya başladı. AFAD bu gelen yardımları bile koordine etmekten aciz, beceriksizdi. Giysileri insanlık onuruyla bağdaşmayacak biçimde Pazar yeri havasında saçıp depremzedelere vermeye çalışırken, ortalığa saçılmış çöpler ve tuvalet sorunu salgın hastalıkların çanlarını çalmaya başladı. Deprem gibi bir afette ilk iş borsayı kapatmak, bazılarının borsada vurgun vurmasını önlemektir. Kasıtlı veya kasıtsız Erdoğan bunu da yapmadı. Borsa üç gün kapanmadı. Küçük yatırımcıların milyarlar kaybetmesine, zenginlerin de milyar vurgunlar vurmasına neden oldu. Erdoğan, Saray ve hükümet deprem karşısında tam bir becerisizlik içindeydi.

Ama halkımız bir kez daha dayanışmanın örneğini verdi. Yalnız mal ve para yardımı yapmadı, koşup geldi.Depremzedeler ve ülkenin dört bir yanından koşup gelen gönüllüler çıplak elleriyle, kazma kürekle kurtarma çalışmalarına giriştiler. Halktan gelen yardım ve dayanışmalarla ısınmaya, diri kalmaya çalıştılar. Sürekli acaba devlet araç-gereç; kepçe, greyder, vinç, eskalatör gönderir mi diye yollara bakıp durdular. Uzakta görünen bir devlet yoktu. Devlet çökmüş, enkaz altında kalmıştı.

İlerleyen saatler gösterdi ki, hükümetin, Cumhuriyet tarihi boyunca diğer iktidarlar gibi, deprem gelmesine rağmen, Sarayın hiçbir hazırlığı olmadığı ortaya çıktı. Başta AFAD, Kızılay olmak üzere elinde eğitilmiş yeterli ekip, eleman, personel, planlanmış araç-gereç, tıbbi malzeme, erzak, çadır, battaniye, hijyen maddeleri, mama vb. yoktu. Bir sevk ve hareket planı, bir deprem kriz yönetim ve koordinasyon merkezi yoktu. Saray, hükümet çaresiz ve şaşkındı. Tüm kurum ve kuruluşlar hantal ve atıl; AFAD çalışanları valilerden yazılı izinler bekliyorlardı. Bu gibi büyük afet durumlarda askerin hemen devreye sokulması gerekirdi. Bir depremde ise kurtarma çalışmaları için en kıymetli zaman ilk 3-4 saattir, bilemedin ilk 24 saattir. Kurtarma çalışmaları bu zaman içinde başarılı olur. 24 saat geçtikten sonra ilerleyen her dakikada daha çok canlı değil cansız bedenlere ulaşılır. Öyle de oldu. Hükümet beceriksizliği yüzünden enkaz altından can kurtarmak için çok önemli olan ilk 24 saati heba etti. Vatandaşın çığlığı, feryadı bu nedenle, en çok ihtiyaç duyduğu, en büyük doğal afet olan deprem felaketinde, en acılı gününde devlet yanında yoktu, devlet en yakınlarını, sevdiklerini ölümden kurtarmıyordu, onların ölümünden sorumluydu.

Erdoğan’ın en iyi bildiği ve yaptığı eleştirileri boğmak ve susturmak

Vatandaş kaç gün sonra gelip boş laf eden bakanı, vekili, valiyi yuhaladı, arabasını tekmeledi. Erdoğan’ın kendisi deprem bölgesine üçüncü günde gidebildi.  Vatandaşın “gazını” almak, öfke ve feryadının önünü kesmek için, başlangıçta bazı koordinasyon bozukluklarının, eksikliklerin olduğunu, en kıymetli zamanın heba edildiğini itiraf etmek zorunda kaldı. Vatandaşın acı içinde bitikliğini onun “sabrı” olarak gören Erdoğan’a vatandaş ise tepkili ve öfkeliydi. Erdoğan utanmadan tepkili vatandaşlara enkaz altındaki ölümlerin yine “kader” olduğunu söyledi. Bu depremin bölgemizde ve dünyada şimdiye kadar benzeri olmayan büyük bir felaket olarak göstermeye çalıştı. O bununla beceriksizliğinin ve yetersizliğinin üstünü örtmek istiyordu. Etrafındaki gorilleri de gelen tepkileri bastırmaya, halkı susturmaya çalışıyorlardı. Halk da depremin büyük bir felakete yol açtığını görüyor ve yaşıyordu. Ama halka göre bu büyük felaketi, acıları getiren ve yaşatan deprem değil devletti, yok olan, çöken devletti, ortalıkta gözükmeyen Erdoğan idi.

Erdoğan bunun bilincindeydi ve onun en büyük korkusu hükümetin beceriksizliğinin, sorumluluğunun halk arasında hızla yayılmasıydı. Bunun engellemek için yine provokatörler, düşmanlar yaratmaya kalktı. Gazetecilere, sosyal medya kullanıcılarına gözdağı vermeye çalıştı ve şöyle dedi: “AFAD’ın merkezinden yapılan, yapılacak olan açıklamalar dışında provokatörlere fırsat vermemenizi özellikle istiyorum.” AFAD’ın yapacağı açıklamalar ise gerçekler değil, çarpıtmalar; yapılmayanı yapılmış gibi gösteren, diğer kurtarma gruplarıyla çekişerek, bir başarı hikayesi yaratmak için bir algı yaratmaktı, bu ise yaşananlarla taban tabana zıttı. Depremi en ağır yaşayan ilimiz Hatay’a bir AFAD ekibi gelip bir enkazın önünde yandaş medyaya “poz” verdikten sonra çekip gitmiştir. Sonuçta AFAD çalışıyor oldu. Hele de deprem bölgesine gelen yandaş ve tarikatların enkaz altından her çıkarılan insana koşup gelerek, depremzedeleri dehşete sokan, psikolojisini bozan “tekbir ve allahüekber” nidalarıydı. Kurtarma eyleminde ekipler sükûnet içinde çalışmalı, günlerce enkazda kalan insanları sakin ve psikolojilerine uygun karşılamalıdır.

Erdoğan ise deprem sahasındaki gerçeklerin duyulmasını, kendisinin eleştirilmesini istemiyor, kendisini eleştirenleri, hükümetin becerisizliklerini yayanları “provokatör” olarak itham ediyor ve “yalan haberler ve çarpıtmalarla insanımızı birbirine düşürmeye niyetlenenler”i bir deftere kaydettiklerini ve “günü geldiğinde şu anda tuttuğumuz defteri de açacağız. Savcılarımız bu tür insanlık dışı yöntemlerle sosyal kaos çıkarmaya tevessül edenleri belirliyor” diyerek ilerici güçlere gözdağı vermeye kalkıyor.

OHAL ilan edildi, Erdoğan’ı eleştirenler tutuklanıyor

İnsanlık dışı yöntem gerçekleri yaymak değil, enkaz altındaki insanların ölmesine seyirci kalmaktır. Gerçekleri söyleyenlerin, tam tersine bir can daha kurtarabilir miyiz diye çırpındıklarını, dayanışma örgütlediklerini en yakından depremzedeler yaşadı. Halk devlet nerede diye feryat ediyor. Ama Erdoğan’ın savcıları durumdan vazife çıkararak, defterin açılmasını beklemeden harekete geçtiler. Çoktan ilk tutuklamaları yaptılar. Twitter’de sosyal medyada hükümeti eleştiren, halkın tepki ve öfkesini dile getiren herkes evinden alınıp götürülmeye başlandı. Bunlar arasında gazeteciler, akademisyenler de bulunmakta, sayıları 20’nin üstünde olduğu söylenmektedir.

Erdoğan halkı susturamayacağını anlayınca Twitter ulaşımına engel getirdi. Böylece hem kendini korumayı, hem de insanların haberleşmesine mani olmayı hedefledi. Tüm bu gelişmeler Erdoğan’ın neden OHAL ilan ettiğini de açıkça ortaya koymaktadır. OHAL Erdoğan’ın açıklamaya çalıştığı gibi deprem bölgesinde halkın güvenliğini sağlamak, malını ve canını soysuz ve hırsızlardan korumak için ilan edilmedi. Tersine Erdoğan OHAL’i depremdeki kendi becerisizliklerinin ortaya çıkmasını engellemek, halkın feryatlarını bastırmak, eleştirileri boğmak, muhalefeti susturmak, kolayca tutuklamak, seçimi OHAL koşullarında yapmak veya ertelemek hesaplarıyla ilan ettiği görülmektedir. Erdoğan deprem felaketini de “Allah’ın lütfu”na çevirmek istemektedir. Ama bu kez nafile! Halk acılı, susmuyor, Erdoğan’dan hesap sormakta kararlı! 

Erdoğan’ın ve hükümetinin ikiyüzlülüğü ortaya serildi

Erdoğan şimdiye kadar yaşanan maden ocağı kazalarında, sel afetlerinde ve diğer felaketlerde “kaderdir”, bu işin “fıtratında” vardır diyerek zevahiri kurtarmayı, halka “sabır” ettirmeyi başardı. Maden ocağı kazalarında ve diğer afetlerde de hükümetin ihmalleri çoktu, ama bu ihmallerin boyutunun deprem feleketinde olmaması gerektiği konusunda halkta bir beklenti vardı. Çünkü özellikle 1999 Marmara depreminde yaşanan felaketten sonra kamuoyunda deprem konusu sık sık tartışılıyor, bilim insanları konuşuyor, Türkiye’nin bir deprem bölgesi olduğu anlatılıyor, her an İstanbul’da veya Anadolu’daki bir fay hattında bir kırılma olabileceği ve büyük bir depremin yaşanabileceği, alınacak tedbirlerin, yapılacak hazırlıkların ciddiye alınması gerektiği sürekli belirtiliyordu. Aksi takdirde sonucun 17 bin can kaybettiğimiz Marmara depreminden daha da ağır olacağı söyleniyordu, zira yer altında Doğu Anadolu fay hattında 500 yıllık, İstanbul fay hattında 200 yıllık bir enerji birikimi olduğu ve bu enerjilerin boşalma döneminin geldiği sürekli vurgulanıyordu. Bilim adamlarının, jeoloji mühendislerinın sürekli tedbir-hazırlık, tedbir hazırlık diye diye dillerinde tüy bitmişti.

Marmara depreminden sonra iktidara gelen Erdoğan ve AKP kolları sıvar gibi, depreme karşı önlemler alır gibi yaptı. Kentsel dönüşüm, toplanma ve çadır alanları yaratma, ekip oluşturma, teknik ve tıbbi malzeme, erzak hazırlama, mali kaynak yaratma konularına girişir gibi yaptı. Yeni iktidar bu işi ele aldı izlenimini yaratmaya çalıştı. Erdoğan’ın o gün bunlara ihtiyacı vardı. Çünkü Marmara depreminde o zamanki hükümeti acımasızca eleştirmişti. Şimdiki hükümet organı konumunda olan Yeni Şafak gazetesinin başlığı “Devletin Çöküşü”, Akit gazetesinin manşeti ise “Devlet enkaz altında” idi. O zaman Yeni Şafak’ta yazan şimdiki AKP Sözcüsü Ömer Çelik hükümeti sert şekilde eleştirerek şöyle diyordu:

“Türkiye yönetilemiyor. Ve yönetemeyen, yönetmesi mümkün olmayan bir mekanizmanın yönetiyormuş gibi yapması binlerce cana mal oluyor. Eğer bugün birilerin fiyakası bozulmasın diye söylenmesi gerekenlerin ‘milli birlik ve beraberlik’ nutuklarının altında ezilmesine göz yumarsak; bugün susarsak, bu çarpık mekanizma yüzünden yüzlerce insanın ebediyen susmasına ortak olmuş olacağız… Kendi sorumluluğunu örtbas etmek isteyen devlet erki hâlâ meseleyi mümkün olduğunca sümen altı etmeye harcıyor enerjisini…”  Aynı Ömer Çelik bugün de o gün söylediklerini uyguluyor. Deprem günü Adana’da konuşurken birlik ve beraberlikten bahsederek, araç ve gereçlerin hala deprem yerlerine sevk edilemediğini itiraf ediyor, bu depremin Allah’ın bir imtihanı olduğunu belirtiyor ve “Bu imtihanı inşallah birlik, dayanışma içerisinde hep beraber aşmaya çalışacağız” diyor. İktidar koltuğuna oturunca o zaman yazdıklarını çoktan unuttu Ömer Çelik. Onun bu tutumu esasında tüm burjuva politikacıları için geçerlidir, en başta da Erdoğan için. Bu bir sistem, rejim meselesidir. İster islamcısı, ister ulusalcısı tüm burjuva devletleri kapitalin hizmetindedir, halkın değil kapitalin çıkarlarını korur.

Erdoğan’ın “dün dündü, bugün bugündür” politikası artık işlemiyor

Tüm burjuva politikacıları “dün dündü, bugün bugündür” diyerek ikiyüzlü politikalarını hem haklı çıkarmak hem de üstünü örtmek isterler. Erdoğan için bu tam da deprem konusunda kendini göstermiştir. Erdoğan 14 Mart 2003 yılında başbakan olduktan 7 ay sonra Bingöl’de meydana gelen depremin sorumlusu olarak kendinden önceki iktidarı gösterdi ve onların 17 Austos 1999 Marmara depreminden hiçbir ders çıkarmadıklarını, bir hazırlık yapmadıklarını belirterek, 2003’de Bingöl’de deprem bölgesine gittiğinde gördüğü felaket ve acılar karşısında “haklı” olarak şu konuşmayı yapıyor:

BURADA “SİYASET YANKESİCİLİĞİ VE KAMU YÖNETİMİ KALPAZANLIĞI YATMAKTADIR”

“Yeraltında fay kırıklarından önce bağışlayın söylemek zorundayım, kırılan ar damarlarıdır. Malzemeden çalmanın arkasında ahlak hırsızlığı, demokrasiden çalmak, hukuk kapkaççılığı, siyaset yankesiciliği ve kamu yönetimi kalpazanlığı yatmaktadır. Bu olay, kamu otoritesinin devlet imkânlarını nasıl kullandığını bütün çıplaklığı ile ortaya koymuştur. Olay kader diye geçiştirilemez.

17 Ağustos depreminden sonra TBMM’de deprem araştırma komisyonu kuruldu. Komisyon 38 öneride bulundu. Hükümetin neler yapıp neleri yapmadığı işte ortada. Sorun, sadece inşaat malzemesi çalmaya indirgenemez. Depremlerden sonra ortaya çıkan felaketler aslında geçmişten bugüne miras kalmış bir yönetim sorununun sonucudur. İnşaatlarda zemin etüdü, malzeme ve kontrol eksikliği varsa netice bu olur.”

Bu konuşmasında Ecevit yönetimindeki Devlet Bahçeli’nin ve Mesut Yılmaz’ın da katıldığı ulusalcı-faşist-liberal hükümete yüklenirken tam da bugün kendisinin içinde bulunduğu durumu ve uyguladığı politikayı anlatmaktadır. Ne derler: İnsanı en iyi kendisi anlatır! Bugün de kırılan kimin ar damarıdır? Ahlak hırsızlığını, demokrasi ve hukuk kapkaççılığını, siyaset yankesiciliğini ve kamu yönetimi kalpazanlığını yapan kimlerdir? O zaman Ecevit Hükümeti Meclis Komisyonunun önerilerini yerine getirmedi, ama 24 yıl sonra sen ne yaptın? Deprem profösörlerinin, yer bilimcilerinin, Jeoloji Mühendisleri Odasının ve diğer ilgili mühendis ve mimar odalarının raporlarını neden hayata geçirmedin? Neden bu kurumların size ve Meclis’e verdikleri raporları sümen altı yaptınız? Bunu yalnız biz sormuyoruz, tüm Türkiye soruyor. Sorumluluk al ve cevap ver Eyy Erdoğan! Kırılan fay hattı değil, kırılan ar damarıdır! Öldüren ne deprem ne de Allah’tır. “Olay kader diye geçiştirilemez.” Depremde ölmek kimsenin alın yazısı değildir. Tam tersine, deprem doğanın bir nimetidir. Tabii ki, onunla yaşamasını bilenlere, bilimin dediğini tutanlara. Biz bunu kaç kez bu web-sayfamızda yazdık!

En iyi deprem tedbiri bilim insanlarını dinlemektir, yeni anlayış geliştirilmelidir

Hep söyleniyoruz: Bu hükümetten bir şey beklenmez, o vatandaş için bir şey yapmaz. Ama sorun büyük bir felaket olunca yine de söyleniyoruz. Söylemek de gerekiyor: Hükümet tedbir almadı, hazırlık yapmadı, yapsaydı bu kadar acı yaşanmazdı, bu kadar can kaybımız olmazdı. O zaman sormak gerekiyor: Deprem için tedbir nedir, hazırlık nasıl olmalıdır? Herkesin aklına yeterli, yani binlerce eğitilmiş personel, merkezi değil yerelde, özellikle deprem bölgelerinde yeterli araç-gereç ve erzak, tıbbi malzeme depoları, istasyonları yaratma, iyi bir koordinasyon ve idare gelmektedir. Bunların mutlak yapılması gerek, deprem tedbirlerinin olmazsa olmazıdır. Ama artık Türkiye’nin bu anlayışla yetinmemesi gerekir. Bu yaklaşım depremi doğal nimet değil doğal felaket gören anlayıştır. Hazırlığı bekleyen anlayıştır.

Bu yaklayış hızla terkedilmelidir. Depremi felaket değil nimet gören, depreme karşı vatandaşın örgütlendiği bir anlayışı artık benimsemeye başlamalıyız. Bu anlayış depreme bilimsel yaklaşımı gerektirir. Bilim der ki, dünya var oldukça deprem olacaktır. Yerküremiz dünyamızın odağında olan magmanın üzerinde yüzen, birbiriyle sürtüşen büyük kara parçalarından, plakalardan oluşmaktadır. Bu plakaların birleştikleri yere fay hattı diyoruz. Sürtünmeyle bu hatlarda devası enerji toplanır. Bu enerji fay hattının kırılmasıyla boşalır ve yeryüzünde deprem denen sarsıntılar oluşur. Yani fay hatların belli aralıklarla kırılması, depremin olması kaçınılmaz. O zaman ne yapmalı? Bilim insanlarına sorulmalı, onların düşünceleri alınmalı, dinlenmeli, ne yapılabileceği ve depremin afete dönüşmemesi için hangi önlemlerin alınması gerektiği onlara sorulmalı ve onların dedikleri harfiyen uygulanmalıdır. O zaman deprem afet değil nimet olur.

Türkiye deprem bölgesidir, şu tedbirler alınmalı, depremle yaşamaya alışılmalıdır

Bilim insanları diyor ki, Türkiye bir deprem bölgesidir. Plakaların sürtüştükleri iki fay hattı bulunmaktadır. İstanbul’a kadar gelen Kuzey Anadolu fay hattı ve Akdeniz’e giden Doğu Anadolu fay hattı. Bu fay hatlarının nereden geçtiğini ve enerjinin nerelerde toplandığını bilebiliyoruz. Gerçi depremin hangi gün ve hangi saate olacağını tam olarak söyleyemeyiz (kaldı ki bilimin son zamanlarda depremin 5-6 saat öncesine kadar bilinebilirliği konusunda çok araştırmaları var), ama yakın bir zamanda hattın nerelerde kırılabileceğini öngörebiliyoruz. Bilim insanları bu öngörüyü yaptıktan sonra işler kolaylaşmaktadır.

Bundan sonra yapılacak hazırlıklar bellidir. Öz olarak iki hazırlık vardır: Birincisi felaket hazırlığı, ikincisi hat yerleşimleri boşaltma girişimidir. Bir üçüncüsü ve en önemlisi ise depreme dayanıklı yapı ile felaketi tümden önlemektir. Türkiye maalesef bu anlayıştan çok uzaktır. İlk iki önlem alınması bile büyük bir ilerlemedir.

Birinci önlem için hemen bilim insanlarının gösterdikleri yere devletin gitmesi, bir koordinasyon merkezi kurması, yardım hazırlıklarını başlatmasıdır. Önce halk daha çocuklukta eğitilmeli ve örgütlenmeli, kurum ve kuruluşlar, AFAD, AKUT ve asker teyakkuz haline getirilmeli, araç-gereç ve erzak istasyonları kurulmalı, toplantı ve çadır yerleri, mutfak ve tuvalet sahaları belirlenmeli ve kurulmalı, aydınlanma ve ısınma tedbirleri hazırlanmalı, tüm evcil ve yabani hayvanların hareketleri incelenmeye alınmalıdır. Bunlar klasik, her halükârda yapılması gereken hazırlıklardır.

İkinci hazırlık fay hattı üzerindeki yerleşim yerlerini kaldırmak ve çevredeki şehir ve köylerin ev ve binalarını elden geçirmek, kontrol etmek olmalıdır; özellikle zemin etütleri yapılmalıdır. Dayanıklı olmayan, yumuşak zeminde ve dere yataklarında kurulan binalardaki vatandaşların hemen tahliyesi yapılmaya başlanmalıdır, onlar için konteynır evler hazırlanmalı ve oralara yerleştirilmelidir. Bu zamanla bir yarıştır. Bu yarışa çok önceden başlanması gerekir. Ama başlamak şarttır, başlamamak geçtir, her başlangıç ise erkendir.

Elazığ depreminden ders çıkarılmalıydı

2020 senesinde Elazığ’da 6,5 büyüklüğünde bir deprem oldu. Aslında bu deprem Maraş merkezli iki depremin öncüsüydü. Bu depremden sonra bilim insanları hükümeti kaç kez uyardılar, Jeoloji Mühendisleri Odası hükümete, Meclis’e rapor üstüne rapor verdiler. Olabilecek depremin yerini de söylediler. Doğu Anadolu deprem fay hattının Maraş bölgesinde büyük bir enerji birikimine neden olduğunu, her an büyük bir deprem olabileceğini söylediler. Şimdi Erdoğan’a sormak gerekmez mi? Neden bu raporları sümen altı yaptın? Neden hemen hazırlığa geçilmesi için o sık sık verdiğin talimatlardan birini deprem için vermedin?

Eğer 3 sene önce Elazığ depreminden sonra hemen bir talimat verseydin bugün yaşadığımız Maraş depremlerinin şiddetleri ne kadar büyük olursa olsun bu acıları, bu büyük kayıpları yaşamazdık. Japonya’da 9 büyüklüğündeki depremlerde bir tek kişinin burnu kanamıyor, neden? Çünkü onlar bilim insanlarını dinliyorlar ve depremle birlikte yaşamaya alışmışlar. Depremi nimet yapmışlar. Ey Erdoğan depremde 3 yıl değil 3 dakika bile büyük bir zamandır. Sen 3 dakikayı değil depremin ilk günü 24 saatini heba ettin. Sen göz göre göre milleti ölüme götürdün, cinayet işledin. Düş milletin yakasından! Biliyoruz, düşmemek için her şeyi yapacaksın. Ama halklarımızın seni göndereceği, yakasından düşüreceği günler yakındır!

Halk soruyor: Toplanan paralar nere gitti, Eyy Erdoğan?

Şimdi insan haklı olarak sorar ve der ki bu kadar önlem almak, hazırlık yapmak için mali kaynak lazım. Var mı mali kaynak? Evet deprem için mali kaynak yaratıldı. Hem de Erdoğan’ın acımasızca haklı olarak eleştirdiği kendisinden önceki Ecevit Hükümeti tarafından yaratıldı. 26 Kasım 1999’da çıkan 4481 sayılı Kanun ile halkın deprem vergisi dediği cep ve sabit telefon faturalarından, deprem sigortası, dijital, kablo ve internet hizmeti faturalarından yüzde 10 oranında “özel iletişim vergisi” kesilmeye başlandı. Bugüne kadar bu kesintilerden toplanan “deprem vergisi” 88 milyar 240 milyor liradır. Bu miktar toplanan paranın o yılki döviz kuru üzerinden hesaplandığında 34 milyar dolar yapmaktadır. Şimdi sormak gerekir: Bu para nerededir?

Bu parayı Erdoğan “yedi”, yani 5’li çete denen, devletten yol, köprü, bina ihaleleri alan inşaat şirketlerine verildi, betona gömüldü, Kürtlere karşı savaşta atılan bombalara, uçaklara ayrıldı. Erdoğan hükümetlerinin deprem için köşeye ayırdığı 5 kuruş yok. Depreme diye vatandaşın faturalarından kesilen vergiler, harçlar Erdoğan’ın elinde buhar oldu. Oysa bu paranın dörte biriyle, 10 milyar dolarla yukarda saydığımız, tahliye işlemleri dâhil hepsi yapılabilirdi, bu kadar can kaybolmazdı. Haklı olarak vatandaş Erdoğan’dan hesap soruyor. 1999 Marmara-Gölcük depreminden 3 yıl sonra meydana gelen 2003 Bingöl de kükremesini biliyorsun, önceki iktidarı suçluyorsun, “inşaatlarda zemin etüdü, malzeme ve kontrol eksikliği olursa sonuç felakettir!” diyorsun da bu saydıkların için sen ne yaptın?

Depremi ranta, çürük inşaatlara feda eden Erdoğan

Şurasını belirtmek gerekir ki, Erdoğan iktidara geldikten sonra AB’den aldığı paralarla özellikle İstanbul’da bir kentsel dönüşüm başlattı, şehir imar planında toplantı ve çadır yerleri ön görüldü. Çürük ve hasarlı, dayanıksız malzemelerden yapılan evlerin hepsinin yıkılıp yeniden, depreme dayanıklı şekilde yapılmasına karar verildi. Bu konuda yönetmelikler çıkartıldı. Ama ne oldu? Hepsi kâğıt üstünde kaldı. AB ile arayı bozduktan sonra yardım gelmez oldu, Kentsel dönüşüm yavaşladı. Uzmanlar İstanbul’da kentsel dönüşümün bu gidişle en az 50 sene süreceğini belirtiyorlar. Herkes İstanbul’a depremin 50 sene uğramaması için Allah’a yalvarıyor. Dedik ya, deprem Allah değil bilim işi. Bilim insanları İstanbul’da önümüzdeki 10 senede 7 şiddeti üstünde bir deprem olabileceğini söylemektedirler. İstanbul depremi için ise hükümetin hiçbir hazırlığı yok. Hatta imar planlarında ön görülen toplanma alanları, parklar inşaata açılmakta, 5’li inşaat çetesine rant yaratılmaktadır. İstanbul’da halkın toplanabileceği yerler bir bir yok edilmektedir. Onun için İstanbullar “bizi deprem değil rant öldürecek” demektedirler.

Erdoğan’ın önceki iktidarda eleştirdiği “inşaatlarda zemin etüdü, malzeme ve kontrol eksikliği” yani kendi döneminde depreme dayanıklı inşaat yapılıyor konusu ise Maraş merkezli depremde yerle bir oldu. 2003’den yani Erdoğan iktidara geldikten sonra depreme dayanıklı, zemin etüdlü, güvenli malzeme, kontrollü yapılan binaların büyük bir kısmı çöktü. Çökenler arasında yeni yapılan devlet binaları, yollar, hastaneler, AVM’ler var. Tehlikeli denmesine rağmen gölü kurutarak Amik Ovası’nda fay hattı üzerinde yumuşak zemine yapılan ve şimdi çöken hava limanı ve pisti var. Bunlar depreme dayanıklı diye yapılan inşaatlar. Nerede zemin etüdü, nerede güvenli malzeme, nerede inşaat kontrolü? Anlaşılan İstanbul’da son yıllarda depreme dayanıklı diye yapılan binaların “hepsi” çürük. Vatandaş endişelenmekte haklı değil mi? Bir depremde bunların da karton gibi çökmeyeceğinin garantisi ne? Hatay’ın Erzin ilçe Belediyesinin çarpık yapılaşma, imara aykırı yapılaşma konusunda taviz vermemesi nedeniyle depremden çok zarar görmedi. Demek ki deprem sadece müteahhit meselesi değil, sistem sorunu. Bu zenginleşme ağını yok etmedikçe deprem afetinden kurtulmamız mümkün değil! İstanbul’da yaşanacak bir deprem sonrası doğacak felaketi bu koşullarda insan düşünmek bile istemiyor. Ama düşünmemiz lazım. Gidecek olan bizim canlarımız. İşleri artık kendimiz ellerimize almalıyız.

Depremden korunmanın tek garantisi: Örgütlü, bilinçli, iradeli, korkmayan sivil toplum

Depremden korunmanın en önemli şartı bilim insanlarının dinlenmesidir dedik. Ama bizim ülkemizde bilim insanları dinlenmiyor, hükümet, Meclis onların verdikleri raporu dikkate almıyor, “sümen altı” ediyor. Bu ise hükümet için vatandaşın canının bir kıymeti olmadığının ifadesidir. O zaman vatandaşın kendi canına sahip çıkması, canını tehlikeye atan hükümete karşı çıkmasını öğrenmesi gerekir. Bugün Türkiye insanı bundan çok uzaktır. Nasıl olsa ölmüşüm, ha depremde ölmüşüm, ha açlıktan, farketmez diyor. İşte bunun kırılması gerekiyor. Vatandaş hem deprem, hem açlık durumunda canına sahip çıkabilmeli, canını hiçe sayan hükümete karşı gelebilmelidir. Bu da toplumun bilinçlenmesi, örgütlenmesi, vatandaşın kendi kaderini kendi eline alması ile olur. Bu ise bir sınıf mücadelesidir.

Burada en büyük görev; işçi sınıfının, onun devrimci parti ve sendikalarının, demokratik sivil toplum kuruluşlarının omuzlarındadır. Bu yapılmadan depremden korunma konusunda da büyük mesafe kat etmek mümkün değildir. Bu depremin sonuçlarını, bu depremden çıkarılacak dersleri halka çok iyi anlatmak, deprem konusunuı seçim kampanyasının bir parçası yapmak, halkı Erdoğan’a karşı örgütlemenin ve harekete geçirmenin bir unsuru haline getirmek gerekmektedir. Savaşla deprem arasındaki bağ iyi kurulmalıdır. Kürtlere karşı savaş yalnız enflasyonu körüklemiyor, depreme ayrılacak paraları da yiyip bitiriyor. Bu bağlar kurulduğu ölçüde Erdoğan’ı sandıkta veya sokakta yenmek çok daha kolay olacaktır. Deprem Erdoğan’ın yumuşak karnıdır. Erdoğan’a nereden vurulacağı çok iyi bilinmelidir.

Maraş depreminden çıkarılacak dersler

Maraş depremi gösterdi ki, Erdoğan’ın şimdi olan deprem için hiçbir hazırlığı olmamıştır, ileride olacak olan bir deprem için de hiçbir hazırlığı olmayacaktır. Erdoğan’ın vatandaşa, ülkeye hizmet diye bir anlayışı yoktur. Onun derdi ranttır, ülkeyi talan ve yağmadır, gösteriş ve algı operasyonlarıyla halkın gözünü boyayıp oyuna çökmektir. Her şeyi kendisine bağlayıp kurum ve kuruluşları kendi adamlarıyla doldurarak kurduğu hantal tek adam rejimi devletin işleyişini felç etti. Bu hantal yapı ile ne deprem krizi yönetilir ne de ciddi bir hazırlık yapılabilir. İtaat ve biat devlet işleyişine egemendir. Kurumlar kendisine bağlı kadrolarla doludur. Tüm kurumları kendisine benzetti.

“Benden değil” diye AKUT’u işlevsiz kılıp deprem ile mücadele için kurup övmekle bitiremediği AFAD Maraş depreminin yönetiminde “fos” çıktı, hiçbir işe yaramadığı görüldü. 24 bin üyesinden ancak 8 bini afet için eğitilmiş, diğerleri yandaş. Buna ilaveten 8 bin kişilik bir gönüllüler grubu var. Deprem sahasında olan tüm AFAD’lılar 16 bin kişi. Resmi çöken bina sayısı 6 bin 400. Her binaya düşen AFAD’lı sayısı iki buçuk. İki buçuk insan ne yapabilir? Sabaha karşı tam uyku zamanı gelen depremde yıkılan her bina enkazını altında en az 10 kişi kaldığından hareket edersek ki bu sayı çok daha fazla yüksektir, yıkılan 6 bin 400 binanın altında 64 bin insan bulunmaktadır. Şimdiye kadar ulaşılan binaların yüzde 10’undan 20 bin ceset çıkarılmışsa can kaybının 50 bini aşacağı 100 bine yakınlaşacağı en iyimser bir tespit olur. Bir de elde hâlâ yeterli ne araç var ne gereç.

Oysa bu gibi bir afette 10 binlerce eğitilmiş insana ihtiyaç vardır. Bu da asker ve her il ve ilçede örgütlenmiş, sürekli belli aralıklarla eğitilen binlerce insandır. Erdoğan’da böylesi bir örgüt ve eğitim anlayışı yoktur. Onun en iyi bildiği SADAT gibi kendine sadık özel birlikler yetiştirmektir. Askeri ise kendi iktidarının sarsar, darbe yapar diye çekindiği için depremin ilk günü göreve çağırmamıştır. Asker zorlama sonunda ikinci günü göreve çağrılmıştır. Zemin, malzeme, inşaat kontrolünün sıfır olduğu ortaya çıkmıştır. Zaten 2018 seçimlerinde halktan oy alabilmek için çıkarttığı imar affıyla tüm çürük yapıları legalleştirdi. İnşaat, zemin, malzeme kontrolleri havada kaldı. Ama Maraş depreminde sonuçları görüldü. Görülüyor ki, depremden korunmanın baş şartı halkın bilinçlenmesi, örgütlenmesi, deprem bölgesi olan bir ülkede yaşamanın getirdiği yükümlülükler olduğunu kavraması ve buna göre hareket etmesi gerekmektedir.

Depremle mücadelede iki yılan, iki balık, iki kaplumbağa, iki koyun unutulmasın

Depremden korunma konusunda daha atılması gerekn iki önemli adım vardır. Japon inşaat deneyini iyi öğrenmek ve hayvanların davranışlarını sürekli izlemek. Deprem muhakkak olacak. Ama depremin felakete yol açmaması ise depreme dayanıklı yapı ile mümkündür. Depreme dayanıklı inşaat konusunda Japonlar çok ilerdeler. Japon deneyinin mutlak öğrenilmesi gerekmektedir. Bunun için Japonya’ya inşaat mühendisliği için öğrenci göndermek yeterli değildir. Türkiye’de belli deney elde etmiş, konuya vakıf yetişkin mühendisler en az iki senelik staj için Japonya’ya gönderilmelidir. Bu iş hükümete bırakılmamalıdır, bir STK olarak İnşaat Mühendisleri Odası harekete geçmeli, Japon deneyinin ülkeye getirilmesine ve uygulanmasına öncülük etmelidir.

İkincisi hayvanların davranışlarının izlenmesidir. Tabii afet, özellikle deprem konusunda yılanların, balıkların, kaplumbağaların, fillerin, koyun ve keçilerin ve diğer hayvanların tehlikeyi önceden sezdikleri, davranışlarını değiştirdikleri görülmüştür. Hayvanları böyle bir altıncı hisleri olduğundan hareket edilmektedir. Bunun için Çin’de olduğu gibi gözlemler ve Avrupa’da Max-Plank Enstitüsü’nün araştırmaları bulunmaktadır.  Çin’de önce Nanning şehrinde bir deprem öncesi yılan üretim çiftliğinde yılanların çitleri aşmak, çitlerden çıkmak için tırmanmaya çalıştıkları, birbirlerine girdikleri, kafalarını betona vurdukları görülür. Bundan kısa bir zaman sonra bir deprem meydana gelir. 1975 Şubat ayında Çin’in Haicheng şehrinde yılanların kışın ortasında deliklerini terk edip karın üstünde acı içinde kıvranarak, donarak öldükleri görülür. Şehir idaresi başka gelişmeleri de dikkate alarak şehirde oturanları tahliye eder. Kısa bir zaman sonrada 7,3 büyüklüğünde deprem meydana gelir. Böylece yüz binlerce insan ölümden kurtulmuş olur. Yılanların, balıkların, kaplumbağaların dipten gelmekte olan bir yer hareketliliğine karşı çok duyarlı oldukları gözlenmiştir. Hayvanların davranışları deprem öngörüsünde çok yararlı olmaktadır.

Max-Planck Enstitüsü’nden bilim insanları İtalya’da depremlerin sık olan bir bölgede boyunlarında sensorlar olan 6 inek, 5 koyun, 2 köpekle bir deney yaparlar. Gerçekten de hayvanlar depremden önce alışılmamışın dışında tepkiler gösterirler. Bu tepkiler hayvanların deprem üstüne olan uzaklıkları ile ters orantılı olarak görülür. Merkez üssünün hayvanların bulunduğu çiftliğin tam altında olan bir depremi hayvanlar gösterdikleri tepkilerle 3 saat önce haber verebilmişlerdir. Hayvanlar deprem merkez üssüne (epizentrum) ne kadar yakınsalar o kadar belirgin tepkiler verebilmektedir. Yılan, balık, kaplumbağa, keçi, koyun, inek, köpek, kedi gibi hayvanları deprem bölgesindeki evde veya evin çevresinde bulmak ve görmek mümkündür. Türkiye’de bir yandan olası bir depreme hazırlık yapılırken ve fay hattı üstündeki ve yakınındaki yerleşim yerleri tahliye edilirken, deprem bölgelerinde deprem merkez üssünün beklendiği yerlere hayvan davranışlarını izleme istasyonları kurulmalıdır. Tüm bunların maliyeti bir deprem felaketinin yol açacağı tüm maliyetlerden daha azdır. Artık bunları hükümetten değil halktan beklemenin zamanıdır. Bu da devrimcilere halkı örgütlemek için “yeni” bir olanaktır. Bilene! Artık Türkiye bunlar üzerinde düşünen ülke olmalıdır.

Bir yanıt yazın