Haber / Yorum / Bildiri

Bir başka 8 Mart yazısı:

Özel mülkiyetsiz özgür toplum sembolü Lilith’ten özel mülkiyetli itaat ve biat, esaret toplum sembolü Havva anamıza geçişin hikayesi

Serap AKTEPE

ÂDEM babamızın Havva anamızdan önce bir eşi vardı. Adı Lilith idi. Tanrı (YEHOVA) hem Adem’i hem Lilith’i topraktan yaratmıştı ve ikisi de eşitti. Ne Adem’in Lilith’ten ne de Lilith’in Adem’den üstün bir yanı vardı. İkisi de özgür yaşıyor, biri diğerine karışmıyordu. Lilith birçok çocuk doğuruyor ama bunların hepsi Adem’den değildi. Bu ne Adem’i ne de Lilith’i rahatsız ediyordu. İkisi de eşit ve özgür olarak topraktan yaratılmıştı. Yaşadıkları toplumda ne baskı ne mülkiyet ne de sınıf vardı. Herkes özgürce yaşıyordu.

Zenginleşen Âdem baba Lilith’e hükmetmeye kalkar

Zamanla Âdem babamızın hali vakti düzelir, mal mülk sabibi olur, sürüsü, hayvanları çoğalır, zenginleşir. Elinde belli bir ekonomik ve mali güç toplanır. Kendini ve kabilesini diğerlerinden ayırmaya, onlara efendileri gibi hükmetmeye, çevresine sözünü geçirmeye başlar. Kendi emrinde insanlar çalıştırır.

Âdem karısı Lilith’e de hükmetmek, ondan da kendisine itaat etmesini, artık başka erkeklerle yatıp kalkmamasını ve yalnız kendisinden çocuk yapmasını ister. Çünkü elde ettiği zenginlik; miras kendinden olan çocuklara kalmalıdır. Bunun içinde çocukların kendinden olduğundan emin olmalıdır. Bunun yolu da Lilith’e özgür yaşamın yasaklanmasıdır. Âdem babamızda bunu yapar. Lilith’en kendisine tam itaat ve biat etmesini, kendisinden başka erkeklerle ilişki kurmamasını, yani bugün olduğu gibi, kadının, Lilith’in evden dışarı çıkmamasını ister.

Lilith buna isyan eder. “Allah -Yehova ikimizi de topraktan yarattı, biz eşit ve özgürüz” der, Âdem babayı dinlemez, istediği gibi özgür yaşama devam eder. Ama Lilith Âdem babanın mal-mülk sahibi olup zengin olmasıyla toplumsal eşitliğin Âdem babanın lehine değiştiğini farkedemez. Biolojik olarak yaradılıştan Adem’e eşittir, ama sosyal-ekonomik olarak ise artık eşit değildir, Âdem ondan daha üstün konuma gelmiştir. Buna rağmen Lilith özgürlüğünden vazgeçmez, özgür yaşamını sürdürür.

Adem’in Lilith’i Allah’a şikâyeti

Âdem baba Lilith’i bir türlü yola getiremez. Lilith yeni çocuklar doğurur, Âdem baba şaşırır, ne yapacağını bilemez. Kalkar Allah Yehova’ya gider. Lilith’in durumunu ona anlatır. Mirasının ölünce kendinden olan çocuklarına kalmasını ve onların mülkü sürdürmesi gerektiğini belirtir. Allah -Yehova Adem’e hak verir ve doğru yola gelmesi, özgür yaşamı bırakıp Adem’e itaat ve biat etmesi için meleklerini Lilith’e gönderir. Lilith kızar, Allah’ın emirlerine uymayacağını, özgür yaşamına devam edeceğini söyler. Adem’den olmayan çocuklar doğurmaya devam eder.

Âdem baba tekrar Allah Yehova’ya gider. Tekrar Lilith’in bir türlü yola gelmediğini anlatır ve bu durumu önlemesi için yalvarır. Yehova da “tamam senden olmayan çocukları öldüreceğim” der ve öldürmeye başlar.

Çocuklarının arka arkaya öldüğünü gören Lilith feryat eder, Allah Yehova’ya isyan eder ve bu kez cinlerle yatıp kalkmaya, bir anda yüzlerce çocuk doğurmaya başlar. Allah Yehova bu çocukları da öldürür ama Lilith cinlerle yatıp kalkmaya devam eder. Allah da doğan çocukları öldürmeye devam eder. Fakat Allah Yehova her gün yüzlerce çocuk öldürmekten yorulur, bıkar. Çareyi tüm çocuklarıyla beraber Lilith’i Kızıl Deniz kıyısındaki cinler bölgesi Cinin çölüne sürer. Allah da Âdem de böylece Lilith’ten kurtulur.

Allah Âdem babaya itaat ve biat edecek Havva anayı yaratır

Ama Âdem Lilith gidince eşsiz kalır. Allah Yehova’ya yalvarmaya başlar ve Allah’tan kendisine itaat ve biat edecek olan, Lilith gibi topraktan eşit yaratılmayan, kendinden başka kimseyle yatıp kalkmayan, yalnız kendisinden çocuk yapan, kendi üstünlüğünü kabul eden bir kadın vermesini ister. Onun bu isteğini kabul eden Allah da Adem’in sol kaburga kemiklerinden Havva anamızı yaratır. Artık yeni eş, “Havva anamız” Âdem babanın bir parçasıdır. Lilith gibi topraktan Adem’le eşit olarak yaratılmamıştır. Ademin bir parçasıdır, onun bir parçası olarak işlevi Âdem babaya itaat ve biat etmektir. Adem’den başkasından çocuk yapmamaktır. Artık Âdem çocukların kendisinden olduğundan emindir, mirasını da bundan böyle soyundan gelen çocukları sürdürecektir.

Lilith’in yenilip çöle sürülmesi tarihte kadının özgürlüğünü ve eşitliğini kaybetmesi demektir. Lilith kadın özgürlüğünün sembolüdür. Özgürlük özel mülkiyetsiz, sınıfsız toplumda mümkündür. Adem’in sol kaburgalarından Havva anamızın yaratılması ise kadının erkeğe eşit olmadığı, erkeğe itaat ve biat edeceği, erkek egemen esaret toplumunun doğması demektir. Baskı, esaret, biat ve itaat özel mülkiyetli sınıflı toplumun “eseridir”. Lilith “teyzemiz” ile Havva anamızın bu hikayesi, özel mülkiyetsiz özgür toplumdan özel mülkiyetli, sınıflı itaat ve biat, esaret toplumuna geçişin kadın hikayesidir. Burada Lilith özgür kadının, Havva da özgürlüğünü kaybetmiş “esirleşmiş” kadının simgesidir. Havva özel mülkiyetli toplumda Adem’in, erkeğin üstünlüğünü kabul eden esir kadın sembolüdür. Bugün kadınların yaşadıkları esaret daha o zaman erkek egemen özel mülkiyet altında Havva ile birlikte yaratılan esarettir. O zamandan beri kadınlar bu esaretten kurtulmak için erkek egemen özel mülkiyetli sınıflı topluma karşı özgürlük mücadelesi vermektedirler. Kadının kurtuluşu tüm insanlığın kurtuluşu gibi Havva’nın içinde bulunduğu özel mülkiyetli, sınıflı esaret toplumundan Lilith’in yaşadığı özel mülkiyetsiz, sınıfsız özgür topluma geçiştir. Marks ve Engels bunu “zorunluklar aleminden özgürlükler alemine sıçrama” olarak ifade ederler.

Âdem baba ve Yahudilik

Yukarıda derlenen hikâye veya efsane bir Yahudi kabilesi olan Âdem kabilesinin hikayesidir. Bu hikâye başta Tevrat, İncil ve Kuran olmak üzere kutsal kitaplarda, Antik Yakın Doğu medeniyetlerinde değişik şekillerde anlatılır; Lilith bazen Adem’in ilk eşi olarak, bazen Sümer ve Akat medeniyetlerinde Tanrı veya cin olarak, bazen de yılan veya şeytan olarak geçer. Ama hepsinde şu veya bu şekilde anlatılan efsanelerin özünde insanlığın sınıfsız, mülkiyetsiz, özgür ilkel komünal toplumdan sınıflı, özel mülkiyetli, sömürücü ve baskıcı erkek egemen esaret toplumuna geçişin acı ve sancıları vardır.

Özel mülkiyetli sınıflı topluma geçerken esaret altına alınan yalnız kadınlar değildir. Esaret altına alınanlardan bir diğeri de kabilelerdir. Âdem kendi kabilesini, Yahudileri Allah’ın en çok sevdiği, seçkin, üstün ırk gördüğü halk olarak ilan eder. Diğer kabile ve halklar küçümsenir, aşağılanır. Bugün hâlâ Yahudi halkı Allah’ın seçtiği üstün, efendi halk olarak görülür. Artık kabileler ve halklar arasındaki yağma ve talan, işgal ve zaptetme savaşları kaçınılmazdır. Toplumların sosyo-ekonomik olarak gelişmesiyle ortaya çıkan milliyetçiliğin ve ırkçılığın kökleri buralarda özel mülkiyetin, sınıflı toplumun doğuşunda yatar. Esaret altına alınan halklar bugün hâlâ ilkel komünal toplumdaki gibi özgür bir yaşam için sınıflı toplumun son aşaması kapitalist-emperyalist topluma karşı mücadele etmektedirler.

Özel mülkiyet ve çalışan, sömürülen insan

Özel mülkiyetli sınıflı toplumla birlikte esaret altına alınanların başında köle olarak çalıştırılan, sömürülen insanlar gelir. Mülkiyet toprağın işlenmesini, sürülerin bakımını gerektirir. Bu da sömürülen, çalışan insan gücünü gerekli kılar. Toplum özel mülkiyete sahip mülk sahipleriyle özel mülkiyete sahip olmayan, çalışan, emeğinden başka satacak bir şeyi olmayan insanlar olarak ikiye, iki sınıfa ayrılır. Özel mülkiyetin doğmasıyla birlikte sınıflı toplum da doğmuştur. Tarihte gördüğümüz sınıflı toplumlar, kölecilik, feodalizm ve günümüzdeki kapitalizmdir. Kapitalizm en gelişkin sınıflı toplumdur. İnsanlığın buradan geçeceği toplum sınıfsız, sömürüsüz, baskısız özgür toplum, sosyalizm, komünizmdir. Bugün bu mücadeleyi veren günümüzün çalışan, sömürülen insanı olan işçi sınıfı, emekçi yığınlardır.

Özel mülkiyet ve doğanın yağmalanması, tahribatı

Özel mülkiyetli sınıflı topluma geçişle birlikte doğaya, çevreye, iklime verilen tahribat da arttı, kapitalizmle birlikte bu tahribat zirveye ulaştı. Doğa artık kendisine hükmeden kapitalizmin kâr hırsını doyuramaz hale geldi. Sonunda bugünkü ekolojik sorunlarla karşı karşıya kalındı. Özel mülkiyetsiz, sınıfsız toplumda üretim, doğaya müdahale “bilinçsizce” olsa da ekolojikti. Doğadan alınacak her şey bir ayinle alınır ve yerine yine bir ayinle aynısı konurdu. İhtiyaç olarak kesilecek bir ağaç için ayin yapılır, kesildikten sonra yine bir ayinle, küçük ağaç fidesi onun yerine dikilirdi. Bu komünizmdeki reprodiktif ekolojik üretim biçiminin nüvesidir. Bugün Anadolu’da Tahtacılar hâlâ bu prensiple doğaya müdahale ederler. Ekoloji için mücadele eden günümüz aktivistlerin çoğu doğayı tahrip edenin kapitalizm olduğunu görmekteler, kapitalizm kaldırılmadan doğa tahribatının sona ermeyeceğini saptamaktalar ve kapitalizme karşı mücadelenin kaçınılmazlığını vurgulamaktadırlar.

Özel mülkiyetli esaret toplumunda ne yapmalı?

Tarihsel gelişme gösteriyor ki hem kadın, hem halklar, hem insanlar, çalışanlar, hem doğa, özel mülkiyetin yarattığı sınıflı toplumlarla birlikte özgürlüğünü kaybetmiştir. Özgürlüğünü yeniden elde etmesi özel mülkiyetin, sınıflı toplumun kaldırılmasıyla mümkündür. Günümüzde özel mülkiyetli sınıflı toplumun adı, erkek egemen kapitalizm, burjuva düzeni, emperyalizmdir. Geçmişte her kimlik, kadın, halklar, işçiler, doğa aktivistleri kendi başlarına egemenlere, mülk sahiplerine karşı kurtuluşları için mücadele verdiler. Mesela kadınlar erkek egemen toplumda kurtuluşu bir erkek olan kacasına veya genel olarak erkeğe karşı gelmekte gördü. İşçiler kurtuluşu mülk sahibi fabrikatörlerin makinalarını kırmakta buldular. Ama bunlar doğru adımlar değildi. Sorunun sınıfsal özünü, özel mülkiyet karakterini görememeyi getiriyordu. Özel mülkiyet kaldırılmadan, son sınıflı toplum kapitalizm bertaraf edilmeden, burjuvazi sınıf olarak yok edilmeden ne kadına, ne halklara, ne proleterlere, ne doğaya özgürlük vardır. Tek, tek mücadeleyle bir yere varılamazdı. O halde kapitalizme, burjuva düzenine karşı nasıl savaşılmalıydı?

Bu savaşın nasıl yürütüleceğini gösteren, bilimsel olarak ortaya koyan Marks ve Engels oldu. Marks ve Engels özel mülkiyetin, sınıflı toplumun, kendisi de dahil tüm sınıfların kaldırılmasında kesin çıkarı olan, kapitalizmin ortadan kaldırılması için ardıcıl mücadele edecek olan sınıfın proletarya olduğunu gösterdiler. Bunu proletaryanın tarihsel misyonu olarak adlandırdılar. Proletaryanın bu tarihsel misyonu onun sırf kendi kurtuluşu olmayacak, kendisi ile birlikte toplumda kapitalizm, burjuva esareti altında olan tüm katmanların, köylü, küçük burjuva esnaf ve zanatkarın, aydın ve akademisyenlerin, kadın ve gençlerin, halkların ve doğanın kurtuluşu olacaktır. Onun için proletarya kapitalizme karşı savaşırken tüm bu sınıf ve halklarla, katmanlarla ittifak yatmak zorundadır. Kurtuluş birlikte mücadelededir.

1917 Ekim Devrimi: İnsanlığın kurtuluşu

Marks ve Engels’in görüşlerinden hareketle Lenin 1917’de Rusya’da bu kurtuluşu gerçekleştirdi. İşçiler, halklar, köylüler, kadınlar, gençler, aydınlar reel sosyalizmde sosyalizm çerçevesinde özgürlüklerine kavuştular. İnsanlar yeni özel mülkiyetsiz, sınıfsız, sömürüsüz toplumu sosyalizmi kurmak için çalışmaya koyuldular. Eksikliklerine rağmen özgürleşen insanlar, işçi ve köylüler, halklar, kadınlar, gençler, aydınlar proletaryanın öncülüğünde birlikte bir ittifak dahilinde savaşıldığı zaman zafere varılacağını, kapitalizmi kaldırıp özgürlüğe doğru yol alınacağını gördüler.

Ama ne var ki, emperyalist kuşatma altında yeni toplumu yaratmak kolay değildi. Reel sosyalizm emperyalist saldırılara dayanamadı, yıkıldı. Kapital yeniden tek başına dünyaya hükmetmeye başladı. Reel sosyalizm döneminde kazanılan özgürlükler bir bir geri alındı. Özel mülkiyetli sınıflı toplumda yeni bir esaret başladı. Erkek egemen kapitalist toplum tüm çıplaklığıyla yeniden ortaya çıktı. Artık işçiler özgür değildi, kadınlar özgür değildi, halklar özgür değildi, doğa özgür değildi. Ne yapmalı? Her koyun kendi bacağından asılır misali herkes birbirinden kopuk kendi özgürlüğü için mi mücadele etmeli, yoksa işçi sınıfı öncülüğünde hep birlikte mi mücadele edilmeli?

Reel sosyalizmi yenen kapitalizm ne yaptı?

Sosyalizme karşı yüz yıllık mücadele deneyimine sahip kapitalizm asla tüm bu güçlerin, işçilerin, köylülerin, kadınların, gençlerin, aktivistlerin, halkların birlikte, hele işçi sınıfı öncülüğünde mücadele etmelerinin önlenmesinin gerekliliğini 1917 Ekim Devrimi’yle bir kez daha öğrenmişti. Bunlar ayrı ayrı, kendi alanlarında kendi çıkarları için demokrasi adına kapitalist toplumu iyileştirmek için mücadele etmeliydi. Reel sosyalizmin yıkılmasıyla yapılacak iş bunun toplumlara empoze edilmesiydi.

Kapitalizm bunun için sözde bilim insanı olan kendi ideologlarını sahaya sürdü. İlk önce bir Fukuyama çıktı, reel sosyalizmin yıkılması, kapitalizmin ve demokrasinin dünyaya yeniden egemen olmasıyla “tarihin sonu” geldiğini, temel kuralların ve kurumların gelişip ilerlemeyeceğini, bir daha sınıf savaşının, sosyalizmin olmayacağını ilan etti. Artık insanın tüm mücadelelerde hedefi kapitalizm ve demokrasidir. Toplumsal gelişmeler karşısında bu görüş iflas etti. Daha sonra sahaya “Kültürler Çatışması” kitabıyla Huntington çıkarıldı. Ona göre bundan böyle dünyada çatışmalar, çelişkiler sınıflar arası değil farklı kültürler arasında, özellikle Batı kültürü, medeniyetiyle Çin ve İslam kültürü arasında olacaktır. Dünya düzenini ideolojiler değil, kültürler belirleyecekti. Bu da tutmadı. Sonra sahaya Empire (Emperyal veya İmparatorluk) kitabıyla Hard ve Negri ileri sürüldü. Onlara göre ulusal devlet, sınıf savaşları dönemi kapanmıştır, küreselleşen uluslararası sermeye ve kuruluşları vardır. Bu küreselleşmeye karşı tekilliklerden oluşan yerel ve küresel bir “çokluk” hareketi vardır. Hareketin öznesi, bu tekliklerden; kadın, çevre ve diğer küreselleşme mağduriyetlerinden olaşan “çokluk”tur. Her tür egemenlik biçimini yok edecek bu “çokluk”tur. Böylesi bir çokluğun da sermayenin egemenliğine son veremeyeceği kısa zamanda ortaya çıktı. ABD hegemonyasında sınıf egemenliğine dayalı bir dünya düzeni ve sınıf savaşı yeniden kabul edilmek zorunda kaldı. Bu işçi ve emekçilere, kadınlara gençlere, halklara doğaya karşı yeni bir saldırıydı. Bu saldırıya ancak sınıf temelinde karşı çıkılabilirdi.

Özgürlüğünü isteyen kadına şiddet ve cinayet

Günümüzde küreselleşmeye, ABD hegemonyasına, tekelci sermayenin egemenliğine en aktif karşı koyan kadınlardır, kadın hareketleridir. Bu da doğaldır. Bu özel mülkiyetli, sınıflı erkek egemen kapitalist toplumda kadınlar çifte sömürü ve baskı altındadır. Evde sömürülür, işyerinde sömürülür. Evde dövülür, işyerinde dışlanır. Evde tecavüz, işyerinde taciz. Evde ölüm, sokakta ölüm. Toplumda aşağılanma ve eşitsizlik, ikinci sınıf muamele. Bu kadar baskıya kadın isyan etmesin de ne yapsın? İsyan eden kadının sonu erkek egemen özel mülkiyetli sınıflı toplumda genellikle ölüm. Buna rağmen uzun yılların mücadelesi, reel sosyalizmin kazanımları sonunda kadınlar birçok haklar elde ettiler. Toplumda cinsiyet, kadın-erkek eşitsizliği, işyerinde ücret eşitsizliği, kadına şiddet, cinayet, emperyalist savaşlarda ölen kadınların sayısı her gün artarak sürmektedir. Kadınlara bu erkek egemen düzene karşı direnmekten başka çare kalmıyor.

AKP iktidarı ve artan kadına şiddet

Hele Türkiye’de AKP iktidarı, Erdoğan’ın islami faşizan tek adam rejimi döneminde kadına saldırı yepyeni bir boyut kazanmıştır. Laikliğe saldırarak Orta Çağ islami değerlerle kadın yeniden eve, mutfağa hapsedilmekte, işlevi kocasına itaat, biat ve hizmete, çocuk doğurmaya indirgenmektedir. Bunu kabul etmeyen kadınlar kocasının insafına bırakılmakta, eline fırsat geçen koca veya yakınları da karısını dövmekten, hatta öldürmekten geri durmamaktadır. 2024 senesinde öldürülen kadın sayısı 394’tür. Bunlardan 280 kadın aile içi erkek tarafından öldürüldü. 166 kadın evli olduğu, 45’i birlikte olduğu, 30’u eskiden evli olduğu ve 31’i babası tarafından öldürüldü. Öldürülen kadınların 72’si 18 yaşından küçüktür. Bunları arasında günlerce Türkiye’yi yasa boğan 8 yaşındaki minik Narin de var. AKP döneminde cinayete kurban giden kadın sayısının bu kadar artmasının nedeni, onların aile ve ekonomik politikasından, çöken ahlak ve moral değerlerin yol açtığı toplumsal çürümeden, erkekleri bir yere kadar dizginleyen ve kadınları güçlendiren İstanbul Sözleşmesi’nin kaldırılmasından da kaynaklanmaktadır.

Ülkede bu şiddet ve cinayete karşı kadınların “ayaklanması”, hükümeti protesto etmeleri, çığlıklarını yükseltmeleri onların en doğal hakkıdır. Maalesef hükümet çoğu kez onların bu çığlıklarını duymuyor. Sırf kadınların değil, işçi ve emekçilerin, halkların, doğa ve iklim aktivistlerin de sesini duymuyor. Zira hükümete karşı herkes tek tek çıkıyor. Tek tek çıkan seslerde cılız oluyor. Oysa tüm bu güçler birlikte çıksa o zaman şimdi sesimizi duymayan hükümet sesimizi duyacak ve korkacaktır. Sesimiz gür çıktıkça onun iktidarının sonu da gelecek, özgür ve güzel günlere doğru gidilecektir. Aslında 8 Martlarda Erdoğan iktidarına karşı kadınların öncülüğünde tüm hareketlerin katıldığı güçlü bir çıkış yaratılabilir. Bu 8 Mart’ta da yapılacak etkinlikler Kürt hareketiyle güçlü bir dayanışmaya dönüştürülebilir. Bu Kürt halkının yıllardan beri özgürlüğü için mücadele eden Kürt kadınlarına Türkiye kadınlarının bir görevidir de. Öcalan’ın çağrısıyla yeni bir aşamaya yükselen barış ve demokrasi sürecinin güçlenmesine de büyük bir katkısı olur.

Özel mülkiyetsiz sınıfsız topluma giden yolu açabilmek

Reel sosyalizmin varlığı döneminde kadının kurtuluş mücadelesi ile işçi sınıfının mücadelesi arasındaki bağ daha iyi ortaya çıktı. Reel sosyalizmle birlikte kadınlar birçok haklarını elde etmişlerdi. Ama reel sosyalizmin yıkılmasıyla her dönemde olduğu gibi kadın hareketine, özellikle kadın hareketiyle işçi sınıfı hareketi arasındaki ortak ittifak ve dayanışmaya karşı saldırılar da artmıştır. Feminizmin, kadın hareketinin birçok biçimleri ortaya çıkmıştır. Kadının ezilmesi ve dışlanması sosyal ve sınıfsal olmaktan çok kültürel, dinsel, etnik, ırksal nedenlere bağlanmıştır. Kadının yaşamında bu alanlardan gelen özel dışlanma ve aşağılanmalar çoktur. Kadınlar dün de bugün de bu aşağılanmalara karşı aktif bir mücadele vermekte ve kadın erkek eşitliği konusunda seçme seçilme hakkı, çalışma ve kendi parasını kullanma hakkı, kürtaj hakkı, bazı makamlarda eş yönetim hakkı gibi büyük kazanımlar elde etmişler ve etmektedirler. Bu mücadeleleriyle onlar toplumda da değişiklikler yaratmaktadırlar. İşçi sınıfı, demokratik ve ilerici güçler kadınların özgürlük nücadelesine sahip çıkmaktalar ve bunu kendi mücadelelerinin kopmaz bir parçası olarak görmektedirler.

Cinsiyet eşitlikçi kadın mücadelesi toplumsal kurtuluşun, işçi sınıfı mücadelesinin kopmaz bir parçasıdır. Marks bunun için “üretici sınıfın kurtuluşu cinsiyet ve ırk farkı olmaksızın tüm insanları kapsar” der. Kadının ve toplumun kurtuluşu öylesine içiçe geçmiştir ki, Bebel “Kadın ve Sosyalizm” kitabında “cinsiyetlerin sosyal bağımsızlığı ve eşitliği olmadan insanlığın kurtuluşu yoktur” der. Onun için günümüzde kadının özgürlük mücadelesinin mülkiyetsiz, sınıfsız özgür toplum sosyalizm ve komünizm mücadelesinde büyük bir önemi vardır. Marks’ın deyimiyle “kadının özgürleşme derecesi genel özgürleşmenin doğal ölçüsüdür.” Özel mülkiyetsiz, sınıfsız toplumdan özel mülkiyetli, sınıflı topluma geçerken ortaya çıkan sömürülen çalışan sınıf, baskı altına alınan kadın, esaret altındaki halklar ve tahrip edilen doğanın kurtuluşu yeniden bir üst düzeyde özel mülkiyetsiz sınıfsız topluma geçmekle mümkündür. Bu da günümüzde kadın hareketinin, ulusal kurtuluş hareketlerinin, doğa aktivistlerinin baskıya, esarete, tahribata karşı mücadelelerini işçi sınıfının kapitalist sömürüye karşı mücadelesiyle, işçi sınıfı da mücadelesini bu hareketlerin mücadelesiyle birleştirmesini gerektirmektedir. Bu başarıldığı ölçüde Türkiye’de ve dünyada demokrasi, barış ve sosyalizm mücadelesi yeni boyutlar kazanacaktır. Gerçek kurtuluşa giden yol böyle başarılacaktır.  

Tüm kadınların 8 Mart Kadınlar Günü Kutlu Olsun!

Bir yanıt yazın