Haber / Yorum / Bildiri

BAŞYAZI: Korkunun ecele faydası yoktur: Kayyumlar, tutuklanan gazeteci ve aydınlar gelen ecelin hebercisi mi?

“Ecel” her şeyin mukadder, kaçınılmaz bir sonu olduğunu belirten Arapça bir sözcüktür. Buna göre: Yaşamın da, iktidarın da bir sonu vardır. Korksan da, kormasan da bu son gelecektir. Bu Erdoğan’ın iktidarı için de geçerlidir. Bu iktidar bir gün sona erecektir. Ama bu kez bu son, yine işçi ve emekçi yığınların eseri olacaktır. Erdoğan ve çevresi bu iktidarın sona ermesinden “şeytanın kutsal sudan korktuğu gibi” korkmaktadır. Çünkü Erdoğan, iktidarının sona ermesi durumunda kendisinin ve çevresinin başına gelebilecekleri çok iyi tahmin etmektedir. En azından hak hukuk, yargı adalet dinlemeyen keyfi uygulamaları sonunda canı yanan binlerce insan onun yakasına yapışıp, yargı önünde hesaplaşacaktır. Bunun sonunda yargı neye karar verir bilinmez, ama Silivri yolu da gözükebilir.

Türkiye Avrupa’da en çok tutuklu ve hükümlüsü olan bir ülke. Acaba neden?

Gerçi CHP, şayet iktidara gelirse, Silivri’de “soğukluğu” ile meşhur olan hapishaneyi kapatacağını açıkladı. Ama ülkede daha çok cezaevi var. Bunlar yetmediği için Erdoğan yeni cezaevleri yaptırıyor. Geçen yıl 2024’de hükümet hâlâ varolan 403 cezaevine ilaveten daha 34 yeni cezaevine ihtiyaç olduğunu ve 2025 yılında da bunun 11’nin inşa edileceğini bildirdi. Kapasitesi 295 bin olan bu 403 cezaevinde 45 bin kapasite fazlasıyla 340 bin tutuklu ve hükümlü bulunmaktadır.  Cezaevlerindeki bu 340 bin kişiyle Türkiye Avrupa’da ilk sırada yer alıyor. (Bu sayı günümüzde 350 bini aştı). Avrupa Konseyi’nin raporuna göre Türkiye’deki cezaevlerinde tutuklu ve hükümlü sayısı son 18 yılda, yani AKP döneminde yüzde 349 artmış bulunmaktadır. Hatta 2002’ye göre 6 kat artmıştır. 2002’de AKP iktidara geldiğinde ülkede cezaevlerinde 60 bin kişi vardı. Bugün ise 350 bin, yani 6 kat artış! Acaba neden bu sayı AKP iktidarında bu kadar arttı? Erdoğan hapishanelerde tutuklu ve hükümlü sayısı arttıkça iktidarını uzatacağını mı sanıyor? Maalesef O bunu böyle sanıyor. O halka gözdağı vererek iktidarda kalmanın kendisi için en iyi yöntem olduğunu sanıyor. Ona göre ne kadar çok hapishane, ne kadar çok mapus, o kadar uzun ömürlü iktidar!

Bu sayının büyük bir bölümünü şüphesiz adi suçlardan tutuklanan ve yatanlar oluşturmaktadır. Siyasi ve terör suçundan hükümlü mapus oranı ise yüzde 7,6 civarındadır, yani 26 bin kişidir. Bu çok yüksek bir sayıdır. Bu insanlar, sayısı 14’ü bulan hücre usulü odalardan oluşan F tipi cezaevlerinde tutulmaktadırlar. Bu sayı daha çok “Terörle Mücadele Kanunu” temelinde verilen mahkûmiyet kararlarıdır ve çoğunluğunu Kürt halkının özgürlüğü, ulusal ve demokratik hakları için mücadele eden Kürtler ve DEM Parti üyeleri, ve de onlarla dayanışma yapan Türk aydınları oluşturmaktadır. Bir kısmını da, Erdoğan’ı, onun politikalarını eleştiren, özgürlük ve demokrasi, laik ve modern bir yaşam isteyen gazeteciler, akademisyenler, kadınlar, gençler, iklim, çevre ve insan hakları aktivistleri oluşturmaktadır. Sırf Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı seçildiği 2014 senesinden beri “Cumhurbaşkanı’na hakaret” adı altında açılan soruşturma sayısı 160 bin 169’dur. Bu soruşturmalardan kamu davasına dönüşeni 35 bin 507’dir. Açılan bu davalarda 12 bin 881 kişi mahkûm oldu. 3 bin 625 kişiye hapis cezası verildi. Bu sayılar gösteriyor ki, Erdoğan’ın hedefi halkın en zinde unsurlarını, aydınlarını, barış ve demokrasi aktıvistlerini, kendini eleştirenleri, Kürt direnişcilerini tutuklayarak, ülkede bir korku imparatorluğu kurmak, halkı yıldırmak ve sindirmektir. Böylece diktatörlüğünü sürdürmektir. Ama korku üzerine kurulan imparatorlukların eceli her zaman yakın olmuştur. Korkunun ecele faydası yoktur.

Türkiye bir açık cezaevine döndü

Diğer yandan adi suçlu sayısının 60 binden 350 bine çıması, bu kadar artmasının baş sorumlusu da Erdoğan ve iktidarıdır. Toplum şimdiye kadar hiç yaşamadığı bir şekilde AKP döneminde madden, manen, ahlâken, moral olarak, ekonomik ve sosyal olarak çökmüş, çürümüş ve yozlaşmıştır. Kriminalite artmıştır. AKP 23 yıl önce “3Y” politikasını uygulama, yani “yolsuzluk, yoksulluk, yasaklar”la mücadele etme ve bunları kaldırma vaadiyle iktidara gelmişti. Ama, AKP ve Erdoğan iktidara geldikten sonra tam bunların tersini yaptı: Yolsuzluk diz boyu. Rüşvet, suistimal, kayırma, vurgun, soygun, mafya, uyuşturucu çeteleri almış başını gidiyor. Büyük, küçük kriminalite, kavga, hırsızlık, gasp toplumu yeyip bitiriyor. Büyük vurguncular değil, küçük krimineller hapishaneleri dolduruyor. Büyük vurgunu Erdoğan çevresinde küçük bir azınlık vuruyor. Bu düzeni sürdürmek için Erdoğan hapishanelerle, baskıyla halkı susturmaya, korkutmaya, sindirmeye çalışıyor. Ama halk artık, en büyük vurgunu Erdoğan ve çevresinin vurduğunu da görüyor, “Bu dünya Sultan Süleyman’a kalmadı, sana da kalmaz!” diyor.

Yoksulluk ise had safhasında. Ne emekli aylıkları ve saptanan asgari ücret, ne çiftçinin, ne de esnafın geliri pahalılık ve enflasyona dayanabiliyor, eriyor. Fakirlik artıyor. Fakirlik arttıkca feryat artıyor. Ama sesini çıkaran hapishaneyi boyluyor. Edoğan insanları tutuklanma korkusuyla susturmaya, iktidarını sürdürmeye çalışıyor.

Ve yasaklar… Yasakların kalkması bir yana, hiçbir dönemde Erdoğan dönemindeki kadar yasak görülmemişti; özgürlükler, demokrasi, adalet bu kadar rafa kaldırılmamıştı. Fikir beyan etmek yasak, ifade ve düşünme yasak, basın ve sosyal medyada eleştiri yapmak, konuşmak yasak! Yaparsan, sabaha karşı polis tarafından alıp götürülmen kesin! Böyle bir ülkede hapishaneler dolmaz mı? Dolup taşıyor, yetmiyor, yenisi inşa ediliyor. Türkiye bir açık hapishaneye dönüştürüldü. Erdoğan hapishaneleri gerici faşizan iktidarının kaleleri konumuna getirmiştir. Erdoğan devlet terörüyle susturulan halkın suskunluğu üzerinde iktidarını sürdürüyor.

Ama bu suskunluğun altında da huzursuzluk ve öfke yükseliyor. Bir gün direnişe geçen halk karşısında bu kaleler bir bir yıkılacaktır. Tutuklayarak korkutmanın, susturmanın artık ecele faydası olmadığı görülmektedir.

Bölgede yaşanan gelişmeler, değişiklikler ve Erdoğan  

Erdoğan, iktidarını bugüne kadar islami-faşizan yöntemlerle sürdürdü. Onun halka böylesine gözdağı veren, korku salan şiddet ve terörü rahat uygulamasının altında yatan esas neden Kürt halkına ve onun temsilen PKK’ya karşı Türkiye içinde ve dışında yüürüttüğü savaştı. Kim Erdoğan’ı ve politikasını eleştirir, Kürt sorununun barışcıl çözümü için Öcalan ve PKK ile müzakere ve barış sürecini savunur, onlara yapılan saldırıları, baskıları protesto eder ve Kürt halkıyla dayanışmasını açıklar, o kişi “terör”le, “terör örgütüyle iltisaklı” ilan edilir ve tutuklanır. Kürtlere karşı savaş Erdoğan’a iktidarda kalmasını sağlayan en önemli nedendir. O bu savaşla şimdiye kadar kolayca ülkede Kürt düşmanlığını ve Türk milliyetçiliğini körüklüyor, İslâmla birlikte halkın büyükçe bir kesiminin desteğini arkasına alabiliyordu.

Ama ne var ki, son bir yılda, bölgede özellikle 1 Ekim 2024 Meclis açılışında yaşananlar Erdoğan iktidarını sarsabilecek boyutlar kazanmaya başladı. Neydi Erdoğan iktidarını sarsabilecek olan bu gelişmeler? Birincisi İsrail’in Gazze’de Hamas’a karşı yürüttüğü savaşın Lübnan’a sıçraması, İran’ı, Suriye’yi ve bölgeyi, dolayısıyla Türkiye’yi de tehdit edebilecek bir boyut kazanmasıydı. Bunun ne kadar gerçekçi olduğu 8 Aralık 2024’de Esad’ın Şam’ı terketmesi ve HTŞ lideri Colani’nin (Ahmed El Şara) Suriye’de iktidarı almasıydı. İran Suriye’yi terketti ve Rusya’da terketmeye başladı. Orta Doğu’da yepyeni bir durum ortaya çıktı. İkincisi MHP Başkanı Bahçeli’nin bu koşullarda çıkışıydı.

Devlet aklı ve bekâ sorunu

Suriye’deki bu gelişmeler İsrail, ABD ve Batı emperyalizminin bir planıydı. İŞİD ve EL-Kaide başta olmak üzere HTŞ’nin hamisi durumunda olan Türkiye de bu plandan haberdardı ve uygulayıcıları arasındaydı. Olaylar bunu gösteriyor. Olaylar yine gösteriyor ki, Türkiye’deki devlet aklı ülkenin Orta Doğu’daki bu gelişmeler karşısında yara almadan çıkmasının yolunun Kürtlerle kurulacak bir ittifaktan geçtiğini saptamasıydı. Bunun için acilen Öcalan ve DEM Parti ile ilişki kurulmalı, yeni bir süreç için ilk adım atılmalıydı. Bunun kamuoyunda tepki uyandırmaması için de, bu görev MHP Başkanı Bahçeli’ye verildi. Bahçeli’nin 1 Ekim’de Meclis açılışında AKP Başkan Vekil Efkan Âlâ’yı da yanına alıp DEM Parti sıralarına gitmesi ve daha sonraları “Öcalan gelsin, Meclis’te DEM Parti grubunda konuşsun” demesi bu devlet planının birer parçasıydı.

Bu gelişmelerde Edoğan her ne kadar Bahçeli’yi desteklediğini açıklasa da, arka planda kaldı. Zira Kürtlerle bu çapta bir anlaşma ve ittifak onun iktidarını sallayabilirdi. Erdoğan şimdiye kadar iktidarını Kürtlere karşı yürüttüğü savaşla, şiddet ve terörle rahatca sürdürebiliyordu. Gücünü, Türkiye halklarına karşı uyguladığı baskıyı Kürtlere karşı yürüttüğü savaştan alıyordu. Kürtlerle anlaşmak demek bu olanağın elinden gitmesi demekti. Erdoğan buna razı olamazdı. O’nun kamuoyuna sürekli iktidarın kendi elinde olduğunu göstermesi gerekiyordu. Hatta bu görüşmelerden kendi iktidarı için, mesela bir anayasa değişikliği için Kürtlerin desteğini almak gibi planlar da yapmış olabilir. Ama bazı Türk aydın çevrelerinin, bu yeni görüşmelerle Kürtlerin Erdoğan’ı destekleyecekleri yönündeki spekülasyonları doğru değildir, çünkü devlet aklının Kürtlerle ittifak kararı alması Türkiye’nin bekâsıyla ilgili bir sorundur. Erdoğan için ise birincil olan Türkiye’nin değil, kendi iktidarının bekâsıdır. Bu çelişkinin çok iyi anlaşılması gerekmektedir. Erdoğan şimdiye kadar Türkiye’nin bekâsıyla kendi bekâsını özdeşliştirebilmişti. Orta Doğu’daki gelişmelerle burda bir çatlak oluşmuştur.

Erdoğan’da artan iktidarı kaybetme korkusu

Orta Doğu’da ve Türkiye’de değişen koşullar Erdoğan’ı ciddi olarak ürküttü. İktidarını kaybedebileceği korkusu içine düştü. Ama, O’nun böyle bir izlenimin doğmasına izin vermemesi gerekiyordu. Bahçeli Kürtlerle ilgili konuşurken, Erdoğan’da hiçbir şey olmamış gibi Kürtlere karşı saldırılarını sürdürdü. Suriye’deki iktidar değişikliğini de kullanarak Kobane’ye ve Teşrin Barajı çevresine saldırılarını yoğunlaştırdı. Rojova’da yeni konumlar elde etmek için havadan ve karadan SMO ile birlikte operasyonları hızlandırdı. Kayyum atamalarını sürdürdü. Arasında Hakkari, Batman, Mardin, Dersim, Siirt gibi iller olmak üzere 9 DEM Partili belediyeye kayyum atadı. DEM Parti çalışmalarını kırmak için tutuklamaları sürekli hale getirdi. Erdoğan iplerin hâlâ kendi elinde olduğunu Kürtlere ve Türklere göstermeye çalışıyordu. Kamuoyunda “bu nasıl bir süreç, bir yandan Öcalan’la konuşuluyor, diğer yandan kayyumlar atanıyor?” diye sorular yükseliyordu. O, bu çıkışlarıyla toplumu, özellikle Kürtleri şaşırtmaya, kendini güçlü göstermeye çalışıyordu.

Ama yeni koşullarda bu yetmiyordu. Erdoğan “güçlü” olduğunu Doğu’da Kürtlere gösterdiği gibi, Batı’da Türklere de göstermesi gerekiyordu. Çünkü Öcalan’la görüşmeler, Türkler arasında da savaşın bitmesiyle Erdoğan iktidarının sonlanabileceği, demokrasinin güçlenebileceği umutlarını yeşertiyordu. Bu anlayışı boğmak için, Erdoğan kayyum sistemini Batıya da getirdi ve Türkiye’nin kalbi İstanbul’da uygulamaya koydu. İlk kez İstanbul’da Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer’i “terör destekçisi”, “terörle iltisaklı” diyerek görevden aldı ve yerine kayyum atadı. Artık kayyumlarla halkın iradesini saymamak Doğu’da “terörist” Kürtlere has bir uygulama değil, Batı’da da Erdoğan iktidarına karşı gelenlere bir ders vermenin yoluydu. Bunu daha sonra Beşiktaş Belediye Başkanı’nı görevden alması izledi. Bu uygulamalar münferit olaylar değil, sistemli atılan adımlardı. Bu adımların İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı İmamoğlu’na kadar uzanacağı artık bir sır değildi. Bir fırsatını bulup İmamoğlu’nun da defterini dürmek, görevden alıp yerine kayyum atamak gerekiyordu. Erdoğan için iktidarı elde tutmak, İstanbul’u geri almaktan geçiyordu. O’na göre “İstanbul’u alan Türkiye’yi alır, İstanbul’u kaybeden Türkiye’yi kaybeder”di. İstanbul’u seçimle almak mümkün değildi, o zaman kayyumla almak gerekiyordu. O’nun hesabı, Orta Doğu’daki gelişmelerle kaybettiği gücü İstanbul’a kayyum atayarak telafi etmekti. Ama bu aynı zamanda tehlikeli bir adımdı da.

Erdoğan – İmamoğlu çatışması ve Çağlayan “başkaldırısı”

Kayyumla da olsa İstanbul’u geri almak Erdoğan için yalnız politik bir moral yenileme değil, aynı zamanda İstanbul’un “sonsuz” ekonomik gücüne, “dev” rantına sahip olmak demekti. Bu ekonomik güç Türkiye’de iktidarı almanın ve muhafaza etmenin temelidir. Bu gücü elde etttiği an Erdoğan’ın eli rahatlayacak, bu güçle despotluğu yeni bir boyut kazanacak, topluma daha çok korku ve dehşet saçacaktır. Ama kayyum atamak, yani İmamoğlu’nu görevden almak için politik ve hukuki koşulların hazırlanması gerekmektedir. Bunun ilk adımları atıldı. İstinaf’da onay bekleyen “Ahmak Davası”nda kesilen ceza İmamoğlu’nun tepesinde Demokles’in kılıcı gibi sallanmaktadır. Ama tek başına bu yeterli görülmüyor. Buna yenilerinin eklenmesi gerekiyor.

Bunu yapmak için de İmamoğlu ve CHP yoğun bir yargı “tacizi” altına alındı. Bunun için Akın Gürlek tekrar İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’na getirildi ve yargı tacizi hızlandı. Hem İmamoğlu, hem CHP Gürlek’in Başsavcılık görevine getirilmesini şiddetle protesto ettiler. Erdoğan da “Başsavcı tehdit ediliyor” diye İmamoğlu hakkında soruşturma açtırdı. Bu arada, çok sayıdaki CHP davasında menfi raporlarıyla yer alan bilirkişiyi ifşa ettiği için İmamoğlu hakkında bir soruşturma daha başlatılmıştı. Bu iki konuda ifade vermek için İmamoğlu 31 Ocak’ta Çağlayan Adliyesi’ne çağrıldı. Bunun İmamoğlu’nu görevden almak ve yerine kayyum atamak için yeni bir hazırlık olduğu apaçık belliydi. İstanbullular da o gün İmamoğlu’nu yalnız bırakmadılar. Tahmin edilenden çok daha büyük bir kalabalık Adliye önünde toplandı. Erdoğan bu kalabalıktan ürktü. Oraya gelen insanları “teröristlikle” suıçladı. Erdoğan’ın en çok korktuğu da yığınların sokaklara, meydanlara çıkmasıydı. Yığınlar meydanlara çıktı. Bu Erdoğan’ın iktidarına karşı bir tepkiydi. Bu tepkilerin nerede biteceği belli olmazdı. Erdoğan’ı iyice korku sarmıştı. Çünkü Erdoğan Çağlayan’a gelenlerin İmamaoğlu’yla dayanışmadan çok kendisini, özellikle ekonomi politikasını protesto için geldiğini çok iyi bilmektedir. Ayrıca Çağlayan’daki bu başkaldırı, “Haydi, yüreğiniz yetiyorsa çıkın sokağa da görelim!” diye meydan okuyan faşist Bahçeli’ye de bir cevaptı.

Erdoğan’ın kâbusu: Gezi direnişi, aydın ve gayetecilere yeni bir gözdağı

Bir toplumu sindirmenin bir yolu halkın, işçi ve emekçilerin yanında yer alan, düşünen, yazan, fikir üreten, eleştiren aydın ve sanatçılarını, gazeteci ve yazarlarını susturmaktır. İktidarı kaybetmekten iyice korkan Erdoğan, geçtiğimiz günlerde bu aydınlara karşı yeni bir saldırıya geçti. Önce, İmamoğlu’nun “bilirkişi ifşasını” haber ve yorum yapan Halk TV’ye saldırdı. Yalnız haberi veren ve yorumlayan gazetecileri değil, Halk TV yöneticilerini de hedef aldı, haklarında soruşturma açtırdı, tutuklattı, hapse attırdı. Kamuoyundaki tepki üzerine bazı gazeteciler “adli kontrol”la serbest bırakıldılar, ama iktidarın verdiği mesaj çok açıktı: “Eğer hükümetin görüş ve politikası dışında farklı bir durum tarif eden eleştirel bir haber ve yorum yaparsanız, kim olursanız olun, tutuklanacağınızı bilin!” mesajı veriliyordu. Eskiden bu mesaj daha çok Diyarbakır’da Kürt basınına ve gazetecilerine verilir, “hükümeti eleştiriyorsunuz, PKK destekciliği yapıyorsunuz” diye onlar keyfi olarak tutklanırlar, hapse atılırlardı. Hatta son olarak Teşrin Barajı çevresinden haber yaparken, bir SİHA ile öldürülen Nazım Daştan ve Cihan Bilgin gibi gazetecilerin PKK mensubu diyerek öldürülmeleri, çok doğal karşılanırdı. Aynı uygulamalar son günlerde yoğun olarak İstanbul ve Ankara’da da uygulanmaya başlandı. Gazeteci Nevşin Mengü PYD lideri Salih Müslim ile mülakat yaparak “terör örgütünü övdüğü”, yine Özlem Gürses “SMO-TSK ve İŞİD işbiliğini” eleştirdiği için, devletin politikası dışına çıktıklarından haklarında soruşturma açıldı ve 7,5 yıla varan hapis cezaları istendi. Bu basın özgürlüğü, gazetecilerin gemlenmesi açısından yeni bir boyutun ifadesiydi. Hitlervari faşist rejimlere has bir uygulamaydı.

Bu uygulamayı Erdoğan, uzun zamandır akademisyenlere de yapıyordu. Şimdi bu uygulamayı sanatçılara da yöneltti. Türkiye’de TV dizilerinin 1 milyar dolarlık bir ihracat hacmi olduğu ortaya çıkarıldı. Bu sektörde başarılı bir menajer olan Ayşe Barım hakkında “sektörde tekel oluşturdu” iddiasıyla bir soruşturma başlatıldı. Herkes “ne oluyor, pay mı isteniyor?” diye sorarken, Ayşe Barım hakkındaki soruşturma birden “Gezi eylemlerinin organizasyonuna, hükümeti devirmeye teşebbüs eylemlerine yardım” boyutuna evrildi. Ayşe Barım’ın menajerliği ile ilişkilendirilen aralarında Halil Ergenç, Rıza Kocaoğlu, Mehmet Ali Alabora gibi tanınmış oyuncular Gezi Direnişi’ni destekledikleri için ifadeye çağrıldı, İfadelerinde “irademizle eylemlere katıldık” demelerine rağmen “yalan tanıklık” suçundan haklarında soruşturma başlatıldı. Bu absürt durum ne gösteriyordu? İktidarın talimatıyla yargı, savcılar istedikleri gibi suç yaratmaları bir yana, iktidar yargı yoluyla topluma gözdağı vermek için 12 yıl önce Gezi Direnişine katılanları sorguya çekerek, halka “bir daha Gezi gibi bir direnişe kalkarsanız başınıza nelerin geleceğini düşünün!” diyordu. Erdoğan hâlâ bir “Gezi Kâbusu” yaşıyordu. Bu nasıl bir korku? Halkın Gezi gibi bir direnişe kalkabileceği korkusu! Evet iktidar sonu geldiğini görüyor ve korkuyor. Korktuğu için de gazetecilere, aydınlara sanatcılara, 12 yıl önceki Gezi direnişçilerini, iktidarı eleştirenleri sorguya çektirerek, tutuklatarak gözdağı verip, halkı sokağa çıkamaz hale getirmek istiyor. Belediyelere kayyum atayarak halkı sindirmek istiyor. İktidardaki bu korku öylesine ayyuka çıkmış ki, kılıçlarını çekerek yemin eden teğmenlere ve orduda muhalif olan subaylara gözdağı vermek için 5 teğmeni ve 3 yüksek rütbeli subayı “disiplinsizlik” adı altında ordudan atmaya kadar gidiyorlar. Ama Erdoğan en çok sokağa çıkacak halktan korkuyor. Zira İmamoğlu ile dayanışma için sokağa çıkan halkın nerede duracağı belli olmaz. Burada yine halka doğru yolu, hedefin yalnız İmamaoğlu’yla dayanışma değil, Erdoğan’ın islami-faşizan iktadarına son vermek olduğunu göstermek, sol ve demokratik güçlerin önünde duran görevdir. Erdoğan’ın sonu gelmektedir. Erdoğan ikrtidarı kaybetmekten korkmaktadır. Ama yığınlar doğru yönlendirilmezse, Erdoğan’ın geldi denen sonu gelmez!

Hitlervari yetki ve etki ajanlığı yasası: Yeni bir saldırı aşaması

Erdoğan’ı iktidarı kaybetme korkusu iyice sarmıştır. Ama o buna karşı önlem de almaktadır. İktidarı kaybetmemek için yeni faşizan planlar örmektedir. Bunlardan bir tanesi Devlet Denetleme Kurulu DDK’ya bir KHK ile verilen yetkidir. Diğeri de kamuoyunda “Casusluk Yasası” olarak adlandırılan “Etki Ajanlığı” yasasıdır. Nedir bunlar?

DDK’ya bir KHK ile “Bütün kamu kurumlarında çalışanlara idari soruşturma açma ve görevden alma yetkisi” veriliyor. Anayasa Mahkemesi AYM bu düzenlemeyi 2018 ve 2021 olmak üzere iki kez “anayasaya aykırı” diye iptal ediyor. AYM’nin iki kez iptal ettiği bu düzenleme 1 hafta önce Meclis’e yeniden getirildi ve AKP ve MHP’nin oylarıyla kabul edildi. Muhalefet bu yasayı yeniden AYM’e götürecek, ama bu kez sonuç ise ortada. Bu düzenlemeyle DDK yalnız devlet kurumlarında değil, tüm kamu kurumlarında, yani KİT’lerden, kamu bankalarından, belediyelerden, barolara, sendikalara, ticaret ve meslek odalarına, üniversitelere kadar buralara seçilmiş ve atanmış çalışanları yargı kararı olmaksızın DDK kararıyla görevden uzaklaştırılabiliyor. Gerekçesi ise lastik gibi: “Görevde kalmanın kamu zararına yol açacağı düşüncesi” veya “Görevde kalmasının sakıncalı bulunması” gibi keyfi uygulamalar. Böylece Erdoğan DDK ile her seferinde yargıya başvurmadan sivil topluma müdahale etme ve susturma olanağını elde etmiş olmaktadır.

Kamuoyunda “Casusluk Yasası” olarak da adlandırılan ve “Etki Ajanlığı” olarak bilinen yasa teklifiyle iktidar benzer bir hedefi güdüyordu. Yasa teklifinde “Devlet güvenliği ile iç veya dış siyasal yararları aleyhine yabancı bir devlet veya organizasyonun stratejik çıkarları veya talimatı doğrultusunda gerçekleştirilen bazı fiillerin cezalandırılması” öngörülüyordu. “Devletin güvenliği ile iç veya dış siyasal yararları” öylesine geniş kapsamlı bir tanımlama ki, buna göre gazetecilerin, sivil toplum örgütlerinin, araştırmacıların kolaylıkla “etki ajanı” ilan edilip tutuklanması mümkündür. Bu yasayla da halkın geniş bir kesimi susturulmak istenmiştir. Kamuoyundan gelen tepkiler nedeniyle yasa geri çekildi, ama bu, yasanın tekrar getirilmeyeceği anlamına gelmiyor. Daha şimdiden yasa çıkmamış olmasına rağmen, bazı savcılar yasa çıkmış gibi davranabilmekte ve bu kapsamda suç üretebilmektedirler.

Bu iki yasa girişimi bile iktidarın halkın bir gün isyan edip sokaklara çıkabileceğinden ne kadar korktuklarını göstermektedir. Bunu engellemenin yolunu da halkı susturmak, baskılamak olarak görüyorlar. Bu şekilde yasalarla halkı susturmak Hitler faşizminin yöntemidir. 30. Ocak 1933’de iktidara gelir gelmez Hitler hemen  Yetki Yasası’nı (Ermächtigungsgesetz) çıkartarak Parlamento’yu (Reichstag) saf dışı bırakarak yasaları direk çıkarmaya başlamış, bütün muhalefeti susturmuş, sendika ve basını, sivil toplum kuruluşlarını kendi etkisi altına almıştı. Erdoğan da şimdi DDK ve Etki Ajanlığı yasalarıyla topluma hükmetmek ve onu susturmak istemektedir. Ama Erdoğan Hitler gibi güçlü değildir ve Türkiye kamuoyu Erdoğan’a karşı harekete geçmeye başlamaktadır. Erdoğan’ın bu girişimlerini engellemek muhalefetin, sol ve demokratik güçlerin, antifaşist bir cephe, ittifak anlayışıyla hareket etmesine bağlıdır. Burada sol ve demokratik güçlerin üzerine büyük bir görev düşmektedir.

Orta Doğu’da Trump’ın politikası ve Öcalan’ın beklenen açıklaması

Yeni ABD Başkanı Trump göreve hızlı başladı. ABD’yi yeniden dünyaya tek başına egemen yapmak istiyor. Karşısında kendine tepki gösterecek, karşı koyacak bir güç istemiyor. ABD’nin dünyaya tek başına hükmetmesi için somut istemlerde bulunuyor, Kanada, Grönland adası, Panama kanalı gibi stratejik yerlerin ABD’ye katılmasını veya ABD tarafından yönetilmesini istiyor. Buna son olarak Gazze Şeridi’ni de ilave etti. Filistinliler Gazze’den göç ettirilecek, Gazze ABD hamiliğinde, ama fiilen İsrail idaresinde Orta Doğu’nun rivierası, sayfiye yeri olacaktır. Böylece Orta Doğu’da İsrail liderliğinde nasıl bir düzen kurulacağı da ortaya çıkmaya başlamıştır. Trump mutlak Rojova’nın geleceği için de bir plan düşünüyordur. Bu plan bir ihtimal Rojova Suriye’de Kürtlerin özerk olarak yaşayacakları bir bölge olacaktır. Bu Türkiye’ye rağmen böyle olabilir. Bu da Türkiye’nin Kürt politikasını köklü bir revizyona tabi tutmasını gerektirecektir. Irak’ta olduğu gibi Rojova’daki Kürtlerin de özerkliğini kabul edip onlarla kardeşce eşit ilişkiler kurmayı hedeflemek en doğru yol olacaktır. Burada yine Türk sol ve demokratik güçlerine büyük görevler düşmektedir.

Öcalan’ın önümüzdeki günlerde yapacağı açıklama da bir ihtimal Türkiye’nin bu yönde adım atmasını kolaylaştırıcı olabilir. Çünkü Rojava’daki özerk kazanımdan Kürtlerin geri adım atmasını beklemek varolan durumla, realiteyle çelişen bir adım olur. Öcalan’ın büyük bir ihtimalle üzerinde çalıştığını belirttiği açıklamada, başta Türkiye olmak üzere Orta Doğu’daki tüm halkların savaşsız, barış ve demokrasi içinde yaşayabilecekleri öneriler sunacağından hareket edilebilir. Halkların eşit haklı, özgür ve özerk barış içinde, demokratik bir ortamda bilikte yaşamaları partimizin daha 1920’deki ilk kongresinde saptanan bir ilkedir: Hür milletlerin hür ittihadı! Öcalan’ın 40 yıldan fazla bir zamandır süren savaşı bitirecek, dialog, müzakere ve barış yolunu sağlayacak, Kürtlerin her ülkedeki halklarla, Türklerle, Araplarla, Acemlerle birlikte demokrasi içinde eşit olarak yaşamalarını mümkün kılacak önerileri, Orta Doğu’da yeni bir düzenin önünü açabilir. Halklar emperyalizme rağmen kendi yaşamlarını kendileri ellerine alıp, kendileri düzenleyebilirler. Önümüzdeki günler Orta Doğu ile ilgili hem Trump’ın hem Öcalan’ın önerilerinin tartışıldığı bir dönem başlayabilir. Burada Türk sol ve demokratik güçleri Öcal’ın önerilerini dikkatle değerlendirmeli, bunları Türk ve Türkiye halklarına açıklamalı ve onlara indirgemeli, Kürt ve Türk ve tüm Türkiye halklarının birliği için çalışılmalıdır. Erdoğan’ın iktidarına son verecek, ülkenin kalkınmasını ve demokratikleşmesini sağlayacak olan gücün Kürt ve Türk tüm Türkiye halklarının birliği olduğu hiçbir zaman gözden kaçırılmamalıdır. Önümüzdeki günlerde bu konu da yeni fırsatlar doğacaktır. Bu fırsatları Kürtlere karşı yaygınlaştırılan bir güvensizlik nedeniyle, doğru cephede yer almayarak kaçırtmak, halka verilmesi zor olan bir hesap olacaktır.

Bir yanıt yazın